Niye çocuklarına anlatmadılar?
Arkasından sıra çocukluklarına geliyor. “Öteki” hakkında nasıl davranan ortamlarda yetiştiklerini anlatıyorlar. Tabii, Fransa’da doğmuş büyümüş olan Marian ayrımcılığı hiç tanımamış. Büyükleri de Tehcir’den çocukların yanında hiç bahsetmezmiş. Bunu, ilkel Hıristiyanlıkla çok yakından ilgili bir Ermeni püritenliğine bağlıyor Marian. (Ama sonra, Şubat 2010’da Fransa’da bu kitabın Fransızcası üzerine yapılan bir mülakatta (http://www.raison-publique.fr/Un-dialogue-enfin-possible.html) İnsel’in “Kendi acılarından bahsetmemek bir Anadolu geleneğidir. Bir haysiyet meselesi addedilir. Kan tükürürsün, kızılcık şerbeti içtim dersin” demesi üzerine şöyle diyecek: “Bu atasözünü bilmiyordum. Demek ki bu durum, bir de, bin yıllık Anadolu geleneğinden kaynaklanıyormuş.”)
İnsel ise, benim 10 yaşımda İzmir’de (o gece evimize sayısız komşumuzun sığınması ve onlar sığındı diye eve girmeye kalkan nâşerif gürühunun, yaşlı babamın kapıya fırlayıp “Burası Türk evi”! Defolun!” demesi üzerine önlenmesi nedeniyle) fevkalade canlı yaşadığım 6-7 Eylül rezaletinin olduğu yıl doğmuş. Benim Rum ve Levanten dolu Alsancak’ım (eski adı Punta) gibi, eski adı Tatavla olan ve Cumhuriyet’ten sonra Kurtuluş’a çevrilen semtte doğup büyümüş. Her yan gayrimüslim komşu. Ermeni diye bir “öteki” yok, ama Kıbrıs sorunu yüzünden azan bir Rum düşmanlığı ortamı “Vatandaş Türkçe konuş!”larla bütün gayrimüslimlere bulaşmakta. Akbaba başta, gazete ve dergilerde kanca burunlu, sahtekar Yahudi karikatürleri. Ama aile (yine aynen benimki gibi) tam LAHASÜMÜT, alabildiğine Kemalist bir aile. Laiklik çok önemli olmak şartıyla Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk. Karşılıklı bayramlarda teati edilen kurban etleri, Paskalya yumurtaları. Bize de gelirdi, biz de yollardık…
Bunlar, kitapta “Suskunluk Zamanı” diye yazılan 1950-60 yılları. Çocuklukları. Sonra, “Söylentiler ve Öfkeler” diye tesmiye edilen 70 ve 80’ler geliyor. Paris’te, tabii ki birbirlerini tanımadan, tanıdıkları kişiler. Mesela Quartier Latin’in orta yerindeki Huchette Sokağı’nda “Tembelliğe Övgü”yü satarak geçinen yaşlı komünist Kürkçüyan. “Sorbonne’un aşağısında” küçük bir lokanta işleten Ermeni’de yedikleri köfte, dolma, pilav…
ASALA…
Ama söz gelip ASALA’ya dönecektir, çünkü 1973’tür tarih. Bu ASALA olayını yurt dışında diasporayla konuştuğum zaman ya kaçış gördüm, yahut “ulusal kurtuluş savaşçıları” sayış. Marian’ın farkı burada belirgin: “Mayamda solculuk vardı. Haklı gerekçelere bile dayansa şiddete karşı tepki duyuyordum. ASALA’ya ne katıldım ne de onları destekledim. Ama gösterilere gittim; örneğin 24 Nisan gösterileri zorunlu bir randevu gibiydi.” İnsel de paralel şeyler söylüyor: “Bizim sol hareketlerimizde şiddet unsuru vardır. Ama ASALA sadece intikam için kurulmuş, siyasal olmayan bir örgüttü. Belli bir devrimci şiddet biçiminin kabul edilebileceği fikrine sahiptik, ama bu kadarı olmazdı. Zaten Aldo Moro Kızıl Tugaylar tarafından öldürüldüğünde bir eylemin yörüngesinden nasıl sapabileceğini gördüm.” Marian lafa giriyor: “Benim için de siyasal şiddetle kopuş anı budur.”
Rahmetli Hasan Esat Işık’ı tanıdım; hatta ölüm döşeğinde son görenlerden biriyim galiba. Çok saygıdeğer ve çok sert bir kişiliği vardı. Bir gün Ankara’da B.Trakya derneğinde konferans veriyorum; Türkiye’nin haklı olduğu hususların yanı sıra, ileri sürmemesi gereken hukuki iddialar olduğunu da söylüyorum, en ön sırada oturuyor, sertçe müdahale ediyor: “Beyefendi, bırakın da bunları Yunanlı diplomatlar bulup söylesin!” Eh, ben de az ukala olmadığım için karşı çıkıyorum: “Üstadım, sağlam olmadığımız hukuksal durumlar, sağlam olduklarımızı sakatlıyor”. Neyse, Allah rahmet eylesin, demem o ki, dönem Büyükelçi H. E. Işık’ın tası tarağı toplayıp Ankara’ya döndüğü dönem, Marsilya’daki kilisenin bahçesinde açılan Ermeni anıtı nedeniyle. (Bir parantez daha açabilir miyim, bugüne ilişkin? Ankara Üniversitesi eposta grubuna geçenlerde bir ileti geldi: “Ermeni soykırım iftirası MSNBC’de oylamaya açılmıştır. ‘No’ (Hayır) oylarınızla bu yalanı yüzlerine çarpalım ki bu tür rezilliklere prim verilmemesi gerektiğini anlasınlar”. Bende zaman mebzul ya, yazdım: “Doksan yıldır yapılanlara hiç değiştirmeden devam!”. İmlasını düzelttiğim elcevap: “Sayın hocam, 90 yıldır ne uğraşıyoruz ki; bazıları gibi kolayı tercih edelim, kabul edelim gitsin, kına fiyatlarına bizim de katkımız olsun”.)
Türk diplomasisinin karşı atağı başlıyor artık. Ama, aynı zamanda, diasporanın karşı-karşı atağını da. Marian aşamaları özetliyor: “1) O sıralarda ‘insanlık suçu’ diye anılan soykırımın tarihini anlatan eserler yeniden yayınlandı. 2) Yayınlanmamış belgeler yayınlandı. 3) 70’lerin sonundan itibaren Türk devleti İttihatçılarla dayanışmaya girince, Ermeniler ezeli bir Türk devletiyle karşı karşıya oldukları izlenimine kapıldılar. ‘Adalet yerine gelmedikçe bellek oluşturulamaz’ demeye başladılar. Soykırım sanki bu sefer örneğin metruk Ermeni kiliselerine karşı yeniden başlıyordu”. Bilemem. Ama Bodrum’un ta orta yerindeki o güzelim (ve taş gibi) Rum kilisesinin dinamitle yıkılış yılının 1969 olduğuna biliyorum ve Dalavera Memet’in Bodrum Tarihi’nde de yazdım.
Arkasından geliyor, Türkiye’nin AB’ye girmesi döneminde bunu engelleme çabalarına. 1999 sonrası. “Fransa, 1915 Ermeni soykırımını tanıdığını açıkça ilan eder” diye bir metin kabul ediyor Fransız meclisi. Katılım görüşmelerinin başlayacağı 2005’te belli olunca, 2006’da bir de ceza yasası girişimi. Marian buna karşı çıkıyor: “Demokrasilerde hakikat, zorunlu bir söyleme dönüştürülmek istendiğinde inandırıcılığını yitirir”.
Arkasından, Hrant’ın cenazesinin yarattığı büyük farklılık…
Dostları ilə paylaş: |