Iv — Müsbet İlimcilerin Allah'ın Varlığını Tsbat Eden Söz Ve Delillerinden Özetler :
Akim varlığını inkâra yeltenen maddecilere, kendileri gibi madde ve tabiatla uğraşan ve ulaştıkları ilmî gerçekler vasıtasiyle Allah'ın varlığına inanıp hidâyete eren tabiat âlimlerinin kıymetli sözleri çok güzel birer cevap ve delil teşkil eder.
Bu sözlerden ve delillerden bazılarını, burada okuyucularımıza özet olarak nakletmeyi uygun buluyoruz. 192
1 — A. Gressy Morrıson'un Cevabından Özetler :
Son asırda yetişen tabiat bilginlerinin büyük bir kısmı, maddeciler ve tekâmülcüler gibi tabiat ötesini inkâr etmemekte, bilâkis kâinatta cereyan eden hâdiseleri tetkik esnasında ulaştıkları ilmî gerçekleri, bu âlemi yaratan ilâhî bir kudreti isbata vesile saymaktadırlar.
Biz burada önce; New York İlim Akademisi Eski Başkanı A. Gressy Morrison tarafından kaleme alınan ve maddecilerin mezhebini çürüten ilmî makaleden bazı pasajları (aynen veya meâlen) nakledeceğiz.
Morrison diyor ki 193
«... Aşağıdaki şu yedi sebep şahsen beni, Allah'ın varlığına inandırmaktadır :
Birincisi : Hiç değişmeyen o riyazi kanunla isbat edebiliriz ki, âlemimizin plânını yapan ve onu plâna göre meydana getiren bit yük bîr kurucu vardır...»
«Dünya, mihveri etrafında saatte bin mil yapar. Eğer böyle olmayıp da saatte yüz mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan çok daha uzun olacak, öyle olunca da güneş hei gün nebat nâmına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun geceler de —eğer kalırsa— geri kalanını dondurup mahvedecekti.
Aynı şekilde, hayatımızın maddî kaynağı olan Güneşin dış tabakasında hararet, 12.000 Fahreneittır* Dünyamızın güneşten uzaklığı o şekildedir ki, sönmek bilmeyen bu ateş, bizi tam karar ısıtıyor, o kadar. Eğer güneşin bu harareti yarı yarıya azalacak olsa, soğuktan donardık. Yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurduk.
Dünyamızın 23 derece bir meyil ile eğri durması, mevsimleri meydana getirmektedir. Eğer dünyaya böyle bir meyil verilmesey-di, Okyanuslarda yükselen buharlar kuzey ve güneye akın ederler, kıt'aları birer buz parçası yaparlardı.
Ay da dünyaya şimdiki mesafede olacağına, meselâ sadece 50.000 mil ötede olsaydı, yeryüzündeki med ve cezirler öyle müthiş olurdu ki, bütün bu kıt'alar günde iki defa su altında kalırdı. Dağlar bile kısa bir zamanda aşına aşına ortadan silinirdi.
Eğer arzın kabuğu 10 kademcik kalın olsaydı, karbondioksitle oksijeni masseder (emer) ve nebat denen şeyden eser kalmazdı. Yahut da dünyanın etrafındaki atmosfer tabakası daha ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan milyonlarca meteor dünyamızın her tarafına çarpar ve her yeri ateşle tutuştururdu.
Bütün bunlardan Ve daha bir sürü misâllerden anlıyoruz ki, dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir. Buna milyonda bir bile ihtimal yoktur.»
«İkincisi : Hayatın; gayesine ulaşabilmek için, ne yapıp yapıp, var kuvvetiyle imkânlar araştırması da, her şeyi içine alan o ilâhî hikmetin bir tezahürüdür.
Can denen şey nedir? Şimdiye kadar bunu kimse tamamiyle an-hyamamıştir. Ne ağırlığı, ne eni, ne boyu var; fakat bir kudret olduğu muhakkaktır...»
Her ağacın her yaprağına bir şekil eden, her çiçeği boyayan, her kuşa aşk şarkısını nasıl söyliyeceğini, böceklere binbir ses mü-
ziği içinde nasıl anlaşacaklarını öğreten, meyvelere, sebzelere tat, güllere, çiçeklere koku veren... Su ile karbondioksitten şeker ve odun yapan, bunu yaparken de mahlûkâtm teneffüs etmesi için oksijeni serbest bırakan kimdir, hangi kuvvettir? Tesadüf mü? Hayır.
«Âdeta görülemiyecek kadar küçük olan bir protoplâzma damlasını düşünün; şeffaf, pelte gibi, hareket kabiliyeti olan ve güneşten kudret alan bir şey. Bu bir tek hücre, bu şeffaf bulanık damlacık, hayat denen şeyin tohumunu ihtiva etmektedir. Bu tohum, hayâtı, küçük büyük yaşayan her şeye geçirmek kudretindedir. Bu damlacıktaki kudret ve kuvvet, bütün nebat, hayvan ve insanların sahip olduğu kuvvetten daha fazladır. Çünkü bütün hayat ondan çıkmıştır.» Protoplâzmaya bu hayatı veren kim? Tabiat mı? Hayır. Bu, ilâhî bir kuvvetin akıl üstü tecellisi, hikmeti ve ibret dolu eseridir.
«Üçüncüsü : Hayvanlarda gördüğümüz anlatış, kendilerine yegâne destek olarak «sevk-i tabiî» denilen şeyi bahseden kudretli bir yaratan olduğunda şüphe bırakmıyor.
Yavru Salamon (Saumon) balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra kendi Öz vatanı olan nehre döner» hem de tam doğduğu ırmağın nehre döküldüğü kıyıya!...
Onu böyle noktası noktasına tam eski yerine getiren şey nedir? Eğer bu balığı alıp da aynı nehre dökülen başka bir ırmağa koyacak olursanız, derhal yanlış bir yolda olduğunu anlıyacak, tekrar gerisin geriye dönerek asıl nehrine çıkacak, sonra nehrin aktığı istikâmetin aksine dönerek doğduğu ırmağa doğru yol alacaktır. YıJan balığının sırrını çözmek ise daha. güç. İnsanı hayretten hayrete düşüren bu mahlûklar, nesli üretecek hâle geldikleri zaman dünyânın her tarafındaki göl ve nehirlerden, Avrupa'dakiler de binlerce millik Okyanusu aşarak, kopup gelirler. Hepsi de «BERMUDA» yakınlarındaki sonsuz derinliklere gelip, orada yavrular ve ölürler. Sadece, uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka bir şey bilmiyorlarmış sanılan mini mini yavrular, gerisin geri yola çıkarlar. Sonunda da, sâdece, kendi ana - babalarının geldiği aynı sahile ulaşmakla kalmayıp, oradan da ana - babalarının yaşadığı nehire, göle, yahut da gölcüklere giderler...»
«Şimdiye kadar Avrupa'da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika sularında da hiçbir Avrupalı yılan balığına rastlanmamıştır. Hatta Allah, Avrupalı yılan balıklarının ömrünü —uzun yolcu-
taklarına göre— bir sene kadar, yahut da biraz daha fazla uzatmıştır !...
Bu kadar kuvvetli bir istikâmet hissinin menşei (aslı ve kaynağı) nedir?»
Sonra, eşek arısının çekirgeyi öldürmeyerek bayıltacak şekilde sokması, üzerine bıraktığı yumurtalardan çıkacak yavruların gıdalarım temin edecek şekilde konserve edilmiş gibi bir et haline getirmesi, sonra da uzaklara uçup giderek yavrusunu görmeden ölmesi...
Bal ansına bal yapacak tekniğin ilham edilmesi gibi esrarlı hareket ve teknikler, bütün bunları ilham edip, onlara bunu öğreten ilâhî ve hikmet dolu bir kudretin varlığını isbat etmez mi?
«Dördüncüsü : insanda, hayvanlardaki sevk-i tabiîden daha fazla bir şey vardır : Muhakeme kabiliyeti.
Başka hiçbir hayvan yoktur ki, ona kadar sayabilsin. Yahut da on adedinin mânâsını kavrayabilsin. Sevk-i tabiî, bir flütten çıkan tek ses gibidir; güzel fakat mahdut... Halbuki insan kafası, orkestrayı teşkil eden bütün müzik âletlerinden çıkan bütün sesleri ihtiva eder. Bu dördüncü noktayı anlamak için fazla uğraşmaya lüzum yok. Çok şükür ki, bu vaziyette olmamızı âlem - şumûl zekâdan bir nebze bize de verilmiş olması ihtimâli ile izah edecek kadar düşünme kabiliyetimiz var.»
«Beşincisi : Hayat için elzem ilk şart; bugün bizim bildiğimiz, fakat Darwin*in bilmediği bir takım hâdiseerde kendini göstermektedir. Meselâ : Gen hârikası gibi... Bu geri denen şeyler o kadar anlatılamayacak kadar küçüktür kj, yeryüzündeki bütün canlıları meydana getiren genlerin hepsini bir araya toplasak bir yüksüğü bile doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler ve onların adaşları kromozomlar her canlı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkileri hususiyetlendirirler. Bir yüksük iki milyarı aşan insan nüfusunun ayrı ayrı bütün ferdî hususiyetlerini alamıyacak kadar küçüktür ama bu husustaki hakikatler, tereddüde mahal bırakmamaktadır.
Pekâlâ, öyle ise gen denen bu şey nasıl olur da, bir sürü ecdadın hususiyetlerini içinde gizliyor ve nasıl oluyor da, bu kadar inanılmayacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı herbirinin psikolojisini muhafaza edebiliyor?..
îşte burada, geni ihtiva eden ve nesilden nesile geçiren hücre- ' de asıl neşvû nema (büyüme ve gelişme) başlar. Mikroskopla bile görülemeyen küçücük bir gen, içinde hapsedilen birkaç milyon atomun böyle yeryüzündeki bütün hayatı kat'î olarak idare edebilmesi keyfiyeti, sadece yaratıcı bir bilginden sâd*r olabilecek derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir; başka hiç bir nazariyeye imkân yoktur.»
«Altıncısı : Tabiatuı aldığı bazı tedbirler bizi, ileriyi görerek evvelden ona göre hazırlanarak çalışan, her şeyi bu kadar zekîce idare edebilen bitip tükenmek bilmez bir zekânın varlığını kabul etmeye mecbur etmektedir.
Senelerce evvel Avustralya'da bir nev'i Kakitos'dan çit yapmak istediler. Avustralya'da kakitos düşmanı bir böcek bulunmadığından, nebat dev adımlariyle büyümeğe başladı. Avustralyalıları telâşa veren bu gelişme sonunda Kaldtoslar enine ve boyuna İngiltere boyunca bir sahayı kapladılar! Yolu üstüne rastlayan şehir ve kasa-ba halkını, yerlerini bırakıp gitmeye mecbur etti; çiftlikleri mahvetti. Buna bir çare bulmak için bütün böcek âlimleri dünyayı altüst ettiler, sonunda yalmz kakitos üzerinde yaşayan ve başka bir şey yemeyen bir böcek buldular; hem de bol bol ve sür'atle büyüyen ve Avustralya'da da hiç düşmanı olmayan bir böcek. Çok geçmeden böcek nebata galebe çaldı. Artık bugün kakitos gayet sınırlı bir sahadadır ve belâ olmaktan çıkmıştır; o kadar böcekten de ancak kakitos'u bir baskı altında tutmağa yetecek miktarda kalmıştır!... I
Tabiat'ta böyle muvazeneler umumiyetle önceden temin edilmiş bulunmaktadır. Çok çabuk ve sür'atle gelişen böceklerin dünyayı istilâ etmemeleri nedendir? Çünkü onların insanlar gibi ciğerleri yoktur; teneffüs cihazları boru şeklindedir. Böcekler gelişip büyürken nefes boruları aynı şekilde bir gelişme göstermemektedir. Bundan dolayı dâîma küçük kalmaktadırlar. Böylece büyümeler tahdit edilerek yolları üstüne bir engel konmuştur. Eğer onların vücutça gelişmelerinin Önüne geçilmeseydi, dünyada insan denen şey olamazdı. Arslan kadar kocaman bir eşek ansı ile karşılaştığınızı düşünün bir!...»
«Yedincisi: İnsanın Allah fikrini kavnyabihnesi bile başhba-şına bir delildir. Allah fikri, insanda, mevcut ve yeryüzünde insana mahsus ilâhî bir melekenin «muhayyele» (hayâl gücü) denen melekenin mahsûlü (ürünü) dür. Bu melekenin kudret ve kuvveti sayesindedir ki, yalnız insanoğlu, görülmeyen şeylerin varlığına dair deliller bulabilir. Bu kuvvetin insanın önüne serdiği mazi ve istikbâl, bütün zamanları içine alan düşüncelerin ucu bucağı yoktur. în-sanın mükemmelleşen muhayyilesi, (olgunlaşan hayâl gücü) ruhî bir realite haline geldikçe, bütün tasavvur ve maksatlardan çıkardığı delillerle, «Allah nerededir ve nedir?» büyük hakikatini sezebilir. Allah her yerdedir... Fakat bize en yakın olduğu yer kalbimizdir.
Bu, muhayyile bakımından olduğu kadar, ilmen ve fennen de doğrudur, Hz. Davud'un dediği gibi : Semâvât Allah'ın haşmetini ilân eder; gökyüzü O'nun yaratmaktaki kudretini isbat eyler.»
Burada zikrettiğimiz bu deliller, Allah'ın varlığı hakkındaki şüpheleri izâle eden, çeşitli ve müteaddid delillerden bir kaçını teşkil etmektedir. Bütün bu ilmî, ahlâkî ve vicdanî belgeleri görüp der bu âlemin ezelî bir yaratıcısı olduğunu kabul etmemek, akl-ı selim ve iz'anla asla bağdaşmaz. Bu belgelere rağmen Allah'ın varlığını inkâra yeltenenler; aklın ve vicdanın sesini duyamayan, nefislerine ve inatlarına esir olmuş kişilerdir.
Genç meslekdaşlarımızı daha fazla aydınlatmak, özellikle müs-bet ilmin çeşitli dallarında ihtisas yapmakta olan gençlerimize ışık tutarak Yüce Allah'a îmanlarını kuvvetlendirmek maksadıyla, «Allah'ın Varlığı Konusunda» çeşitli kitaplardan derlediğimiz ilmî delillerden ve ibret dolu sözlerden bir buket sunmak istiyoruz 194 .
Dostları ilə paylaş: |