partilerde bir kenarda oturup surat asmamak için acaba ona
dans öğretilemez miydi? Allah, Selim’e dans öğretmeye pek
niyetli görünmüyordu. Her şeye kadir olduğu halde böyle
küçük işlerde bile kullarına yardım etmiyordu. Üstelik bu
işlere Metin’i memur ediyordu ve Metin de Selim’in bece-
riksizliğiyle alay ediyordu: Selim’in hiçbir şey öğrenemeye-
ceğini söyleyerek gülüyordu. Selim ise, kendini Metin’e be-
ğendirmek için çırpınıyordu. Bir yandan da Allah’a başvur-
mayı ihmal etmiyordu: çok zayıftı, biraz daha kuvvetlene-
mez miydi? Metin, izci takımında trampet çalıyordu, Selim
de trampet bölüğüne alınamaz mıydı? Allah susuyordu.
433
Selim çalışkandı, Metin tembeldi derslerde. Sonunda, ça-
lışkan olmanın kötü bir şey olduğuna karar verildi. İnsan
sonunda kendisini, sınıf birincisi olmak gibi aşağılık bir
tutkuya kaptırıyordu. Bir karne, sınıf ikincisi olursa, dünya
başına yıkılmış gibi oluyor, günlerce sapsarı bir suratla,
kimseyle konuşmadan dolaşıyordu. Üstelik arkadaşları ça-
lışkan olmadığı için, derdini anlayacak, onunla paylaşacak
biri bulunmuyordu; yalnız kalıyordu. İnsanla alay ediliyor-
du. Hayatta başarı kazanan bütün insanların, okul yılları
başarısız geçmişti. Çalışkan olmak, ilerisi için kötü bir işa-
retti. Böyle insanlar para kazanamaz, kadınlarla ilişkide ba-
şarıya ulaşamazdı. En kötüsü, hayatın dışında kalırdı. İn-
sanların ıstıraplarına yabancı olurdu. Hiçbir zaman gerçek-
leri göremezdi.
Metin’in de inkâr kabul etmez üstünlükleri vardı: bisikle-
te daha iyi biniyordu, voleybol oynuyordu ve Selim’den da-
ha kuvvetliydi. Herhalde bunlar da yalan değildi. Selim’in
alaylarına kızdığı zaman şiddetli yumruklar atıyordu ona.
Kızlar üzerinde görünür bir başarısı vardı. Onların yanında,
Selim gibi sarsak ve elini kolunu nereye koyacağını bileme-
yen bir durumda kalmıyordu. Aynı kızı sevdikleri zamanda
üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştu.
Metin, Zeliha adlı bir kızla kısa süren bir ilişki kurmuştu.
Fakat sonunda kıza da dayanılmaz üstünlüklerini kabul et-
tirmeye kalkınca bozuştular. Ne yanından bakılsa, ucuz bir
maceraydı. Zeliha liseyi bitiriyordu. Ailesi, aşağı yukarı ki-
minle evleneceğini kararlaştırmıştı. Zeliha, son defa bir
mektepli aşkı yaşamak istiyordu. Metin’den uygununu bul-
mak zordu. İlişkileri bozulduğu sırada Selim ortaya çıktı.
Fakat, Selim’de can sıkıcı özellikler vardı. Tanıştığı kızları
adam etmeye kalkıyordu. Onların, kitaplardan ve ondan
bundan ödünç aldıkları romantik hayallerini ciddiye almı-
yordu. Böyle bir insanla ancak evlenilebilirdi. Buysa pratik
434
güçlükler nedeniyle imkânsızdı: Zeliha, Selim’den dört yaş
büyüktü ve Selim evlenmeyi düşünmeyecek kadar akılsızdı.
Ayrıca, on dört yaşında bir çocukla evlenilmezdi. Bütün ro-
mantizmine rağmen Zeliha bunun farkındaydı. Başı daima
öne eğik gezen bu çocuğun çekici bir yönü yoktu; üstelik
sık sık gülünç durumlara düşüyordu. Böyle çocuklarla genç
kızlar ancak alay edebilirdi. Sevgililer, onun saçma davra-
nışlarına karşı, ancak göz göze gelerek gülümseyebilirlerdi.
Elbette böyle çocukların bu bakımdan bir yararı vardır: in-
san kendi romantizmini daha iyi anlar bu kılıksızların ya-
nında. Selim’e de bu görev verildi. Bir oyunun provaları do-
layısıyla sürekli olarak birlikte bulunan bu üç kişinin ara-
sında, yalnız Selim’in yaşadığı başka bir oyun daha oynan-
dı. Selim’in Zeliha’yla ilgilenmesi, Metin’i tahrik etti ve kız-
la ikinci denemeye girişti. Bu aşkın bütün ağırlığını taşımak
Selim’e düştü. Bu üçlü oyunda, baştan beceriklilik göster-
mediği için, en kötü rol ona kalmıştı. Bir yandan Zeliha’ya
aşkını anlatamamanın güçlüğünü yaşarken, bir yandan da
Metin’in bitmez tükenmez aşk hikâyelerini dinlemek zo-
rundaydı. Rolünü oldukça başarılı oynadığı söylenebilir.
Hiç olmazsa kendinden bekleneni veriyordu. Çok istekli
oynadığı ileri sürülemezdi; ama Metin ve Zeliha kadar ol-
masa da, onun da kendine göre sıkıntıları vardı. Yanlış çı-
kışlar yaptığı oluyordu. Kıskançlık gibi modası geçmiş duy-
gulara kaptırıyordu bazen kendini. Açıklamanın başında da
açıkça belirttiğimiz gibi, tarih öncesi bir yaratık olduğu için
bu kusurunu hoşgörüyle karşılamak gerekir. Zaten Metin’le
Zeliha da ona yapılabilecek en iyi davranışta kusur etmi-
yorlardı: onu anlayışla karşılıyorlar, huysuzluklarını hoş
görüyorlardı. Onlardan daha fazlası beklenemezdi; Selim de
beklemiyordu.
Ümitsiz anlarında Selim’in de yanıldığı oluyordu. Yalnız
anlayışla karşılanması, bunun dışında bir yaşantıya katıl-
435
masına izin verilmemesi onu üzüyordu. Anlıyordu tabii.
Ona daha iyi davranılamazdı. Onu beğeniyorlardı, geleceği
parlak bir genç olarak görüyorlardı. Yalnız Metin değil, bir-
çok insan, onu hayatın gerçeklerinden koruyordu. Selim’in
ilgi duyduğu başka kızlar da vardı. Hepsi Selim’i beğeniyor-
lardı: onun sözlerini ciddi bir tavırla ve başlarını sallayarak
dinliyorlardı. Çok doğru söylüyordu. Ne güzel ifade ediyor-
du. Ona hak vermemek imkânsızdı. Bu yaşta bir gencin
böyle esaslı sözler etmesi ne güzeldi. Böyle ciddi ve ağırbaş-
lı bir insana ancak hayranlık duyulabilirdi. Başka bir şey
duyulamazdı. Bu nedenle bütün kızlar, bu ciddiyet ve ağır-
başlılığa kendilerini layık görmedikleri için, daha hafif genç
erkeklerin koluna girerek uzaklaşıyorlardı.
Selim, her zaman oyunun kurallarına tam uymaya çalıştı-
ğı için, bu üçlü oyunda da üstüne düşeni fazlasıyla yaptı.
Genç sevgililer, olur olmaz zamanlarda ayılıp bayıldıkların-
da ilk yardım ekibi gibi, olay yerine ilk yetişen Selim oldu.
Gerekli ilk müdahaleyi hemen yaptı: yakaları gevşetti, pen-
cereleri açtı, itirafları dinledi, buhrandan buhrana sürükle-
nenlere elini uzattı, özür diledi, acıklı suratlar takındı. So-
nunda, meslekte yeni olduğu için, daha fazla duramadı,
odadan kaçtı. Bu yüzden kendini suçlayarak, oyunun aslına
uygun olmasını sağladı. Bu büyük davranışlar içinde aşkı-
nın küçüklüğünden utandı. Sözünün eri olduğu için utanç
devrini sonuna kadar yaşadı.
Metin, bu kadar yalanla uzun süre yaşamadı. Bir gün ger-
çekten hastalandı ve yatağa düştü. Yalanlar, yavaş yavaş
bünyesini çürütmüş: doktor öyle söyledi. Uyuşturucu mad-
denin miktarı fazla gelmiş; zehir etkisi yapmaya başlamış.
Hastalığı sırasında bir süre, kendini gene yalanla avutmaya
çalıştı. Durumu gittikçe kötüleşti. Sonunda doktor, yalanı
yasak etti. Metin, artık gerçekten öleceğini sanıyordu. İyi-
leşmek için, son bir ümit olarak kendini kötülemeye baş-
436
vurdu. “Benim yalancı olmama neden göz yumdunuz?” di-
ye bağırıyordu: “İyileşmek istemiyorum. Gene aranıza katı-
lıp domuz gibi ortalığı kokutmak istemiyorum. Bana acı-
mayın; bırakın daha beter olayım da düzelmem için bir fır-
sat çıksın ortaya. Eskisi gibi kötü olma fırsatını vermeyin
bana.”
Hastalığı ilerledikçe yalana nefreti de arttı. “İtiraflarımı
yazmalıyım,” diye çırpınıyordu yatağın içinde. “Selim’e
yaptığım kötülüklerin tarihini yazmalıyım. Ondan nasıl
nefret etmiş olduğumu anlatmalıyım. Ona nasıl işkence et-
tiğimi söylemeliyim.” Kalem tutacak kadar gücü yoktu. Ke-
limeleri bulamıyor, bulduğu kelimeleri de yanlış yazıyordu.
“Selim’i ben öldürdüm,” diye bütün gün homurdanıyordu.
“Kendimdeki büyük bayağılıkları ona da bulaştırdım: zehir-
ledim onu.” Biraz kuvvet kazanınca, “Büyük Suçlular An-
siklopedisi”ni okumaya başladı. L harfine kadar geldi. Ken-
dinden büyük suçlu bulamadı. Sabahtan akşama kadar ağ-
layarak Selim’den af diliyordu. “Artık inanmayacak bana,”
diye inliyordu. “Hep eskisiyle karıştıracak.” Düşünmeye ve
gerçeğe duyduğu susuzluğu anlatacak sözler bulmaya çalı-
şıyordu. Düşünmediği için öfkeleniyordu. “Her şey yalan
olamaz,” diyordu. “Bazı gerçekler vardır benim de bildiğim:
inekler dört ayaklıdır, kuşlar havada uçar, iki kere iki dört
eder. Ben de ineğin biriyim ve dört ayak üzerinde yürümeli-
yim. İki el kere iki ayak dört eder.” Yataktan inip yerde
emeklemeye çalışıyordu. Zorla yatağına taşıdılar. “Bırakın
beni” diye direniyordu. “Anlamıyorsunuz: gerçeği bulmaya
çalışıyorum. Gerçek de benim gibi dört ayaklıdır.” Felsefe
kitapları okumayı denedi. Bir süre sonra, iki kere ikinin
dört olduğundan kuşkulanmaya başladığı için bıraktı.
Kötülüğünün bulaşıcı olduğu düşüncesiyle, kimseyi ya-
nına yaklaştırmıyordu. Karısını, çocuklarını odadan kovu-
yordu. Her gün odayı dezenfekte ettiriyordu. Üzerine ko-
437
nan sinekler hastalığı yayabilirmiş. Bütün böceklerin ölme-
si gerekiyormuş odada. Sonunda hiç konuşmamaya başladı.
Sorulara bir cevap vermiyordu. Söylediği en masum sözde
bile farkına varmadığı bir yalanın bulunmasından korku-
yordu. Doktor, bu doğruluk buhranının, çok ileriye götü-
rülmemesini tavsiye etti. Vücudun, yalandan bu kadar te-
mizlenmesi, ilerde başka karışıklıklara yol açabilirdi. Hasta-
nın iyileşmesi halinde yalana direnci sıfıra inebilirdi: böyle-
ce, en küçük bir yalan bile öldürücü bir etki yapabilirdi. Bu
sözlere sinirli kahkahalarla cevap veriyordu Metin: “Doğru-
dur doktor bey. Selim de bu yüzden öldü.” Doktor, Selim’e
acıdı. Hastalandığı zaman ona getirselerdi, bir çaresine ba-
kardı. “Birdenbire öldü doktor bey. Onu ben öldürdüm.
Onu kurtaramazdınız: benden kurtulması imkânsızdı. Ya-
lan söylüyorsunuz.” Yerinden fırladı, doktoru kovaladı oda-
nın dışına. Çocuk gibi seviniyordu: “Seni hiç olmazsa dok-
torlardan kurtardım Selimciğim,” diyordu. Selim’le bir kere
konuşmaya başladımı, sözlerinin arkası gelmiyordu: “Öl-
medin değil mi Selimciğim? Öldüğün de yalan, değil mi?
Benim yaşadığım da yalan, değil mi? Her şey yalan yalan...
yalan... yalan...”
Davacı vekili Turgut Özben’in açıklaması dinlendi. Gere-
ği düşünüldü. Sanığın, bu durumda, cezai ehliyeti olmama-
sı ve elinden alınacak bir şeyi bulunmaması sebebiyle eski
durumuna dönmesine izin verildi. Böylece, Selim Işık dos-
yasının sanıklarından Metin Kutbay’ın hakkında takipsizlik
kararı verilmekle birlikte, diğer sanıklar hakkındaki dosya-
ların tekemmülüne ve duruşmaların ileri bir tarihe bırakıl-
masına karar verildi. Tanrı, tutunamayanlardan rahmetini
esirgemesin.
Bat dünya bat! Sonunda Metin’e de acıyacak mıydık?
Dostları ilə paylaş: |