The Tragic Aspect
Kâğıtların arasından küçük sarı kartonlar düştü, üstlerine
daktiloyla birer satır yazılmış kartlar. Turgut, gülümseyerek:
“Beylik cevap kartonlarım benim.” dedi. “Bunları da sakla-
mış.” Her kart, içine ancak bir cümle sığacak büyüklüktey-
di. Turgut, sıkıntılı olduğu zamanlar sorulara cevap vermez,
bu kartlardan birini uzatırdı:
100
Daha gelmedi
Bir de kantine bak
Bugün yeni fıkra yok
Ben ne bileyim ulan (en çok kullanılan kart)
İğneyle tutturulmuş bir tomar: İktisat Notları. Birinci Bö-
lüm: Üretim ve Üretim Araçları. Turgut tomarı yatağa bı-
raktı. Ders notlarından sayfalar, “Felsefe hakkında”, “Sha-
kespeare ve Hamlet üzerine bir Türk gencinin düşüncele-
ri”... Hepsi bir arada. Son kâğıdı aldı:
“to be or not to be”,
“yaşamak mı ölmek mi” yerine “ol-
mak ya da olmamak” şeklinde çevrilmeliydi. Yazar burada,
“to be”
ile bütün olumlu eylemleri,
“not to be”
ile de bütün
olumsuz eylemleri ifade etmek istiyor. Bunu, olumlu ey-
lemlerden sadece biri olan yaşamak ve olumsuz...
Turgut bu yazıyı da okuyamadı. Kâğıdı elinde sallamaya
başladı. Şarkısı yarıda kaldı; aklı da karıda kaldı. Kâğıdı çe-
virip arkasına baktı. Sık yazılmış satırlar... Ortasından oku-
maya başladı:
Araştırma gücüyle yola çıkan insanın, bugün kendi çöze-
mese de, yarınki kuşaklara miras bırakacağı meselelerle uğ-
raşmaması, ardından belgeler bırakmaması ne kadar yazık.
A. kasabasına iki aylık bir iş için gitmiştim. Orada, otelin
lokantasında rastladığım garip bakışlı bir adam: “Türki-
ye’de çok sayıda monografi yazılması gerekli,” demişti. Ben
yemek yerken, hiçbir şey yapmadan, yanımdaki masada
oturuyordu. Bana bakıyordu. Bakışları rahatsız etti beni. Bu
adamı bir yerden tanıyordum. Birden yüzüme bakıp gü-
lümsedi. Onu nereden tanıdığımı bulamadım bir türlü. Ge-
nede masasına gittim. O kadar yalnızdım ki. Uzun uzun
101
konuştuk. “Bir işle severek uğraşan her insan, özentiye ka-
pılmadan, karşılaştığı güçlükleri, uyguladığı metotları ve
görüşlerini yazmalı. Düşünün bir kere. Çeşitli konularda,
böyle binlerce monografi yazılmış olsa...” Konuşma tarzı,
bana çocukluk yıllarımın olumsuzluk meleği Nihat Ağabe-
yi hatırlattı. Nihat Ağabeyden bir yerde muhakkak bahset-
meliyim.
Turgut saatine baktı. Yavaşça yataktan kalktı. Kâğıtları
topladı, çekmeceye yerleştirdi. Çekmeceyi kilitledi; anahta-
rını, kütüphanenin üstünde duran bir vazonun içine attı.
Perdeyi kapadı. Gene geleceğim. Evden çıkarken, Müzey-
yen Hanıma: “Üzülmeyin, gene geleceğim,” dedi.
7
Turgut, önünde durduğu, uzun ve iki katlı binaya yorgun
gözlerle baktı. Yataklı vagonda pek iyi uyuyamamıştı. Otele
gidip biraz yatsam... Öğleden sonra gelsem... mi? Hayır, bu
sıcakta öğleden sonra kimseyi bulamam. Binaya tekrar bak-
tı. Pencereler, pencereler. Külrengi külrengi, serpme sıva...
ağır ve çiçek bozuğu kütle; keskin Ankara güneşi, çirkinliği
kuvvetlendiriyor. Nasıl kaldıralım bu yığınları ortadan?
Hakkınız yoktu buna: bizi zevksizliğinize mahkûm etmeye.
Pürüzlü kütleye isteksizlikle baktı: içeriye girsem mi? Gir-
me diyor büyük kapı; girme yutarım seni. Yut bakalım. İste-
diğimi koparacağım senden. Vızgelir bana hademeleriniz,
evrak ve kayıt odanız, bekleyin şimdi gelir efendimleriniz;
vızgelir bana De Gaulle hakkında yorumlarınız. İkinci kat-
ta... sağa sapmayın sola sapın... koridorda soldan ikinci ka-
pı... Kılığımı iyi buldu da bana “hemşerim” demedi neyse.
Ne demiş Cenap Şehabettin: “Güzel bir kıyafet iyi bir tavsi-
ye mektubu..” fecri âti fecaati...
“Teknisyenler” odasının kapısını vurdu. Neden kapıyı
102
vuruyorsunuz? İçerde gizli bir iş mi görüyorlar? “Affedersi-
niz, Süleyman Kargı’yla görüşebilir miyim?” Genç ve yor-
gun memur anlamaz gözlerle suratına baktı. Dokuzunda
kocamış. “Kim? Ne istiyorsunuz?” İsmi tekrar etti. “Yok be-
yim burada böyle biri.” Yandaki masada oturan memur atıl-
dı: “Kim dediniz?” “Süleyman Kargı.” “Eski kadrodan ol-
masın. İki yıl önce bu şubenin elemanları değişti de.” Tur-
gut, yeni ihtimallerin yorgunluğunu duydu içinde. “Bilmi-
yorum,” dedi. “İki yıldır buraya Süleyman diye biri gelme-
di. Yalnız, yazı işlerinde Süleyman diye bir memur var ama
onun da soyadı Yurttut. O olmasın sakın?” Nasıl olur? İs-
teksiz bir sesle: “Hayır, değil,” dedi. “Öyleyse yok.” İşte o
da başını çevirdi. İnsanı ortada bırakırlar. Memur onu he-
men unutmuştu; karşısındaki taşeron kılıklı adamı paylı-
yordu: “Sen daha demirlerin hepsini koymamışsın ki beto-
nu dökeyim diye sızlanıp duruyorsun. İki gün evvel ben
uğradım şantiyeye. Sen yoktun.” “Beyefendi, taksi tuttum;
kapıda bekliyor. Beş dakikada gider geliriz vallahi.” Bizim
dert ortakları. “Ben bilmez miyim bu saatte trafiği? Bu sı-
cakta gidemem şimdi. Sabah erken gelseydin.” Turgut, yaşlı
suratlı genç adama: “Acaba, eski kadrodakileri tanıyan biri
var mı dairede?” diye soracak oldu. “Bilmem.” Önüne eğil-
di, Toprakspor Altındağ’a bir sıfır koydu. Yazı işlerine git-
meli. Evrak memurları buranın eskisidir. Onlar belki bilir-
ler. Patronun işine koşarım olmazsa. Adam, öğleden sonra
gel dedi ama belli olmaz. “Bir kat aşağı inin. Girişin hemen
yanında.”
“Süleyman Kargı? Süleyman Kargı? Bilmeliyim muhak-
kak. Dört beş sene önce mi dediniz? Hangi dört beş sene be-
yefendi iki ay sonra tam on yedi sene bitiyor. Teknisyen de-
diniz. Sizin yanınızda mı çalışmıştı?” “Hayır çalışmadı. Özel
bir iş için arıyorum.” “Evet! Teknisyen demiştiniz. O za-
manki tabiriyle fen memuru.” Selim Işık çalışırken bu daire-
103
deymiş; aynı odada bulunuyorlarmış. Hatırladınız mı asteğ-
men, yedek asteğmen Selim Işık. Uzun boylu, zayıfça. Siyah
saçlı. “Onları bilemeyeceğim işte. Her yıl gelirler. Bir sürü
asteğmen. Az da kalırlar. Biliyorsunuz canım; siz de askerlik
yapmışsınızdır.” Gözlerini çelik dolaba dikti: “Sağ olsun, Re-
fik Sorgan Albay, o zaman binbaşıydı. Sizden iyi olmasın çok
iyi adamdır. Allah selamet versin, bir gün dayanamadı, ‘Bu
asteğmenler nerede?’ diye bir bağırış bağırdı koridorda: he-
pimiz odalarımızdan fırladık. ‘Bu kadar ivedi iş varken nere-
ye gidiyor bunlar?’ diye tepiniyordu. Fen memuru biri vardı.
Fen memuru dediniz de aklıma geldi. Uzun kır saçlı biri.
Başını kapıdan çıkarıp ‘Vazifedeler binbaşım,’ dedi. ‘Ben va-
zife mazife bilmem. Yarın sabah hepsini istiyorum.’ Allah si-
zi inandırsın, ertesi sabah hepsi gelince, değil masa, otura-
cak iskemle bulamadı çocuklar. Bir kısmı ayakta kaldı. Öğ-
leye kadar, koridorda dolaştılar, kapıların önüne dikilip dur-
dular. Refik Binbaşı geçerken, hepsi korkuyla odalara sığını-
yordu. Ayakta, ellerinde evraklar... biz, hiçbir şey olmamış
gibi.... Dur yahu! Bu uzun saçlı fen memuru, senin aradığın
adam olmasın? Tamam! elbette.” Anlayışla gülümsedi: “Sü-
leyman Kargı tabii. Feylesof Süleyman. Nereden nereye?
Feylesof Süleyman, derdik ona. Boş zamanlarda durmadan
kitap okurdu ve yazardı.” Turgut’un yüzü aydınlandı. Yeni
Harman paketini uzattı ihtiyar görünüşlü memura. Daha da-
ireye girer girmez ihtiyarlıyorlar. “Şimdi nerede?” diye sor-
du. “Etlik’teki yeni binada onlar. Kısım şefi oldu. Çalışkan
çocuktur. Benden selam söyleyin. İbrahim Gülerce dersiniz.
Sarı İbrahim deyin, o anlar. Nasıl oldu da hemen hatırlaya-
madım? Halbuki..” Güneş ışığı altında tozluymuş gibi duran
sarı kirpiklerini kırpıştırdı. “Süleyman Kargı ya..” Artık üç
gün kendine gelemez. Turgut, adamı kendi haline bıraktı.
“Selim Işık... okuldan... arkadaşım...” Turgut kelimeleri
bulmakta güçlük çekiyordu. Merdivenleri koşarak çıktığı
104
için de nefes nefeseydi. Bu karşılaşmayı, önceden çok dü-
şündüğü, hayalinde yaşattığı için, şimdi ne yapacağını nere-
den başlayacağını bilemiyordu. Selim’in adını söyleyince,
Süleyman Kargı’nın gözlerine bir an bakabilmişti. Hayır,
bilmiyordu Süleyman Kargı. Telaşı içinde bunu anlar gibi
oldu. Biraz sakinleşti. Hemen söylemese de olurdu. Başımı
hep böyle öne eğersem şüphelenecek. Fakat... aslında, söy-
lemeye, anlatmaya gelmedim mi buraya? Süleyman Kargı’ya
baktı: Selim gibi uzun boylu, zayıf, aynı yapıda. Gözleri bi-
raz daha büyük olsaydı, güzel adam denebilirdi. Gene de
yakışıklı. Bu, uzun ve karışık saçlı adamı nasıl şef yapmış-
lar? Masasının üstü çok düzenli; ondan olacak. “Sizden
bahsederdi,” dedi Süleyman Kargı’ya, bir şey söylemiş ol-
mak için. Aceleyle ekledi: “Dün kâğıtlarımın arasında Se-
lim’in terhis teskeresini buldum. Oradan öğrendim hangi
dairede çalışmış olduğunu.” Süleyman Kargı, Turgut’a bak-
tı, bekledi. Turgut, ağlayacağını hissetti. Ağlamadan söyle-
mek istedi; kendine yabancı gelen bir sesle konuştu: “Selim
öldü,” dedi. “Kendini öldürdü.” Süleyman Kargı, sigarasın-
dan çektiği dumanı dışarı bırakamadı. Sonra, burun delik-
lerinden çıktı duman, yavaşça. “Nasıl olur?...” Elini, sinir-
den oynayan ağzının yanına bastırdı. “Anlamıyorum... ne
olur... anlatın.” Turgut da anlattı. Süleyman Kargı’nın yaşlı
gözlerine bakamadı, bakarsa ağlayacağını sezdiğinden göz-
lerini yere dikerek anlattı. Söylemek istediklerinin hepsini
söyleyemeden anlattı. Arada, Süleyman Kargı; “Allahım!
Nasıl olur?” dedi sadece. Turgut’un sözleri bitince de pen-
cereye doğru yürüdü, başını çevirdi. “Selim dost,” dedi.
“Nasıl yaptın bunu..” sözlerini bitiremedi. Omzunu duvara
bastırarak öylece kaldı. “Nasıl yaptın bunu Selim dost?”
Ağlıyordu. “Kim bilir ne güç gelmiştir sana bunu yapmak.
Allahım, nasıl izin verdin buna!” Turgut’a döndü yaşlı göz-
lerinden utanmadan. “Bilmezsiniz nasıl tanırdım onu.” Eli-
105
ne baktı: “Nasıl tuttun o soğuk şeyi...” Kelimeyi Turgut’un
bulmasını istiyormuş gibi onun yüzüne baktı, zorlukla söy-
ledi: “Tabancayı...” Derin bir soluk aldı: “Aylardır yazmadı
bana... yazamadı demek... Ben, kim bilir ne aptalca bir şey
yapıyordum o anda?” Turgut’u görmüyordu artık.
Süleyman Kargı, durmadan anlatıyordu: “Her şey çok iyi
başlamıştı. Şiir yazıyorduk mesela. Tozlu yollarda saatlerce
dolaşıyorduk. İçki içiyorduk ve tartışıyorduk. Bir keresinde
çok sarhoş oldu ve beni ilk gördüğü zaman hiç hoşlanma-
mış olduğunu itiraf etti. Öpüştük. Onu çok seviyordum ve
şımartıyordum. Bazen de azarlıyordum hiç sebep yokken.
Çok gençti. Bir bakıma çok cesurdu ve aynı zamanda çok
çekingendi. Daha çok ben konuşuyordum. Dairedeki arka-
daşlar, bu durumu görselerdi, çok şaşarlardı. Yanımda hiç
konuşmadan, başı önüne eğik yürümesine dayanamıyor-
dum. Şimdi hiç dayanamıyorum. Onu elinden tutup gezdi-
ren bir büyüğüydüm sanki. Ondan sorumlu hissediyordum
kendimi. Selim de bu duyguyu, bana bilerek veriyor gibiy-
di. Sorumluluğum hoşuna gidiyordu. O büyük ve insanın
içinde kaybolduğu şehirde onu çok üzmüşlerdi arkadaşları.
Fakat, gözlerime bakınca her şeyi unuttu ve affetti. Saçma-
lıyorum galiba. Güzel ve acıklı şeyler söylemek istiyorum
oysa.” Elleriyle gözlerini sildi. “Artık, konuşmaya hiç hak-
kım kalmadı gibi geliyor...” Bir kurşunkalemi hırsla duvara
bastırarak ucunu kırdı. Alnını duvara dayadı. “Kim bilir na-
sıl canın yanmıştır Selim dost, gerçek dost.” Turgut’a dön-
dü: “Bu odaya tahammül edemiyorum. Hiçbir zaman da
edemedim. Dışarı çıkalım.”
İnsanların arasında fazla dolaşamadılar; Süleyman Kar-
gı’nın evine gittiler. Selim benden başka türlü bahsetmiş
Süleyman Kargı’ya; yumuşak ve anlayışlı bir insandan bah-
seder gibi anlatmış beni. Dünya değişiyor çevrende oğlum
Turgut. Ayak uyduramazsan kayboldun demektir. Dünyada
106
“Büyük ve güzel şeyler de var” demişti bir gün. O sırada
ben ne yapıyordum? Hiçbir güzelliğin içime girmesine izin
vermiyordum. Öyle miydim? Hatırlamıyorum. Turgut sar-
hoş gibiydi; ne yaptığını bilmeden kayıp gidiyordu sokak-
larda. Anlatılmaz bir duyguydu bu. Neye benziyorum aca-
ba? Beni kötü yetiştirdiler dostum! Güzeli ifade gücünden
yoksun bıraktılar beni. Tıpkı filmlerdeki gibi diyebiliyorum
ancak. Ne acıklı değil mi?
Turgut eve girince bir koltuğa yavaşça yığıldı. İnsan, iki
gün falan böyle hissetse kendini, Dostoyevski’yi kıskandıra-
cak eserler yazar. Değil mi Selim? Turgut, münasebetsizlik
etme. Ederim Selim. Ben artık dünya çapında büyük bir
adam oldum. Bir bilseler... Allahtan bilmiyorlar. Bir de bil-
selerdi... Konuşturdun beni... yoruldum işte. Dehamı kay-
bettim. Hepinizi mahkemeye vereceğim. Süründüreceğim
sizi, kendim de sürüneceğim. Daha beter olacağım.
Gördünüz mü, iki gün sürmez demiştim size. İki saat bile
sürmedi.
Gene de tatlı bir yorgunluktu bu. Süleyman Kargı sessiz-
ce yemek hazırladı mutfakta. Turgut da dalgın; bir şey dü-
şünemeden oturdu. Düzenli bir ev. Rendeli kalaslardan ya-
pılmış kütüphane; sararmış, ciltsiz kitaplarla dolu. Mobilya
olarak, bir iki tahta kenarlı koltuk, bir orta sehpası ve sarı
cilalı bir yazı masası... daktilo, kâğıtlar, kâğıtlar. “Bir kitapla
uğraşıyorum,” diye seslendi mutfaktan. Elinde bir tabak,
kapıda göründü: “Bütün hayatımca uğraştığım bir kitap.
Değiştirip duruyorum. O kadar uzun sürüyor ki yazması;
bu arada sistemler eskiyip gidiyor.” Yavaşça yerine döndü.
Bu odada oturdular; konuştular, konuştular... kitaplardan...
Süleyman Kargı’nın sesini duydu uzaktan: “Okur musunuz
Turgut?” Çok isterim. “Pek değil!” diye seslendi mutfağa
doğru. “Selim anlatmadı mı?” “Efendim?” “Selim anlatmadı
mı acıklı durumumu, dedim.” Sofra örtüsü ve tabaklarla
107
geldi. “Bilmem.
Oblomov
’u nasıl okuduğunuzdan bahset-
mişti. Heyecanlanmıştım. Öyle bir anlatmışsınız ki kitabı
ona... Onun okumaya ihtiyacı yok, derdi.” Turgut, yorgun
bir gülümsemeyle: “Cahil Turgut’u gizlemesini iyi bilirim.
Kimse anlayamaz,” dedi. “Bütün dünyayı kandırabilirim gi-
bi geliyor bana.” Ayağa kalktı, yazı masasını süzdü. “Ne ya-
zık ki bu meziyetimle çok övünürüm. Kendimi ele veri-
rim.” Süleyman Kargı güldü; “Bir kadın olsaydı şimdi,
‘İnanmıyorum,’ derdi size.” Turgut başını kaldırdı: “Bakın
bunu anlamam için, kitap okumama lüzum yok.” “Selim de
bunu ifade etmek istedi işte.”
Omlet ve patlıcan kızartmasından ibaret yemek güzeldi.
Yemekte konuşmadılar. Sonra, Süleyman Kargı, sofrayı iti-
nayla topladı; hemen bulaşıkları yıkadı. Turgut’un kurula-
masına izin verdi. Odaya döndükleri zaman: “Yemek ve bu-
laşık işlerinde titizimdir,” dedi. “Bunları bir zevk haline ge-
tirmezseniz, çok çabuk bıkarsınız.” “Bu öğütü nasıl kulla-
nacağımı pek bilemiyorum,” dedi Turgut elini uzatarak.
“Yüzüğü görmüştüm. Heraclitus, her şeyin her an değiştiği-
ni söylüyor dünyada.” “Bunu uygun bir yerde kullanırım
Heraclitus’u tanıyormuş gibi yaparak. İnşallah bana yalan
söylememişsinizdir.” İki erkeğin anlaşması başkadır işte.
Birbirlerini beğendiklerini başka türlü ifade ederler. Yani,
bazı erkekler... Dikkat et oğlum Turgut; düşünmeye, yargı-
lara varmaya başlıyorsun. Meselenin ağırlığını omuzlarında
taşıyacaksın bu gidişle.
Kahvelerini içerken gene bir sessizlik çöktü üzerlerine.
Sigara dumanları arasında birbirlerini unuttular. Bir süre
sonra Turgut kalkması gerektiğini düşündü. Patronun işi...
diye gevşek gevşek düşündü. Kendini, iyileşmeye başlayan
bir hasta gibi hissediyordu. Yerinden kalkmak için davran-
dı. Süleyman Kargı: “Oturun,” dedi. Turgut, o gün yapması
gereken işlerden bahsetti, inandırıcı olmayan bir sesle. Sü-
108
leyman Kargı, elini havada yana doğru sallayarak Turgut’un
günlük iş endişelerini geriye itti. Turgut da, elinde olmayan
bir hareketle omuzlarını silkti. Sigara içmeye yeni başlayan
bir ortaokul öğrencisi gibi hissediyordu kendini Süleyman
Kargı’nın yanında; bunun dışında hiçbir şeyin önemi olma-
dığını bilen insan taklidi yapıyordu. Omuz silkiyordu. Bu iş
takibi de ne oluyordu canım! Yeni sigara içen çocuk gibi
boğazının yandığını, gözüne duman kaçtığını gizlemeye ça-
lışıyordu. Bizim hayatımız... işte... böyle acılar ve... her za-
man... Buna oyun denemezdi. Sonunda sigaraya alışırdı in-
san. Süleyman Kargı da, sanki, ondaki bu değişikliğin geli-
şip bir yere varmasını bekler gibi susuyordu. Turgut’u ür-
kütmemeye çalışıyordu sanki. Turgut’a böyle geliyordu bel-
ki de. İşte birdenbire uzak bir konudan söz açmıştı: “Ka-
dınlarla aranız nasıl, Turgut?” Yolculukta tanışan erkekler
de kısa bir süre sonra birbirlerine bunu sorarlar. Süleyman
Kargı, onu yanıltmak mı istiyordu? Konuşmadan önce de-
nemek mi istiyordu? Selim sevmezdi böyle soruları. Nasıl
bilmezdi bunu? “Evliyim,” dedi, çekingenlikle ve gene
omuz silkti farketmeden. Bir omzuma sahip olamıyorum.
Bu omuz bana pahalıya mal olacak. “Benim biraz düşkün-
lüğüm var da,” dedi Süleyman Kargı. “Yoksa bu soruyu ya-
rın mı sorsaydım, ne dersiniz?” Bu adamın yanında, büyü-
müş hissediyordu kendini Turgut. “Her şey konuşulabilir,”
dedi, tanımadığı bir sesle. “Bunu nerede okumuş olmalıyım
size göre?” Süleyman Kargı güldü beyaz dişlerini göstere-
rek. “Güldürmeyi iyi biliyorsunuz,” dedi; “Selim gibi.” Se-
lim’in seninle neden rahat olduğunu anlamaya başlıyorum,
Süleyman Kargı. “Bazı ortak metotlarımız vardı,” dedi. “Bir-
kaç basit esasa dayanır. Biraz dikkat edilirse, hepsinin aynı
kökten çıktığı görülür.”
Süleyman Kargı ayağa kalktı; hızlı adımlarla, odanın için-
de dolaşmaya başladı. Turgut’un önünde durdu. “Piyano
109
çalmayı çok isterdim,” dedi donuk bir sesle. “Şimdi piyano-
ya oturur, kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün
duygularımı, acılarımı tuşlara dökerdim. Bazen şiddetli, ba-
zen yavaş basardım onlara. Kim bilir ne ince ayrıntıları var-
dır o dokunuşların? Kelimeleri, daha önce, öyle kötü yer-
lerde kullanmış oluyoruz ki, kirletir diye korkuyoruz duy-
gularımıza dokunursa. Seslerin başka türlü bir dokunul-
mazlığı var.” “Ben de sayfalarınızı çevirebilecek kadar nota-
dan anlamak isterdim,” dedi Turgut aynı donuk sesle. Sonra
hemen ekledi: “Beni durdurmazsanız pişman olursunuz.
Bir yerde bana dur demek gerekir.” Süleyman Kargı başını
salladı. “Selim’i de durdurmazdım.” Gülümsedi. “Sizleri
durdurmak mümkün değildir. İçinizden devam edersiniz
sonra.” Turgut: “Bizim metotu Selim size öğretmiş galiba,”
dedi. “Üstelik, bizim gibi ipin ucunu kaçırıp halının üstün-
de yatmıyorsunuz sonunda.” “Gelin bir anlaşma yapalım
Turgut: siz demeyi bırakalım karşılıklı. Böylece ben de ka-
dınlardan bahsetme fırsatını bulurum belki.” Turgut: “Öğ-
retmiş, öğretmiş,” dedi. “Sana da öğretmiş.” “Selim bir şey
bildiğini sansın da, onu başkasına öğretmesin. İmkân var
mı buna?” “Hafızasını da bu yüzden kuvvetli sanırlardı,”
dedi Turgut aceleyle. Süleyman Kargı kitaplara baktı: “Ne
kadar çok şeyi birden aklında tutardı gerçekten. Ona, ge-
reksiz bir sürü şey bildiğini söylerdim. ‘Bir yerde lazım
olur,’ derdi. ‘Biz, harp çocuğuyuz. Hiçbir şeyi atamayız ko-
layca. Ona da bir müşteri çıkar.’” Birden Turgut’a döndü:
“Onun öldüğüne gerçekten inanıyor musun?” Turgut yerin-
de sarsıldığını hissetti. “Bu sözünü hiç unutmayacağım,”
dedi.
Selim’in ölümü gene odayı kapladı. Güneş tutulması gibi
bir şey. Kelimelerin dağıtamadığı bir ağırlık. Ona anlatmalı-
yım, diye düşündü Turgut. Sonra bu zamanı konuşmadan
geçirdiğim için pişman olacağım. Buradan ayrılınca, her şey
110
eski karanlığına gömülecek. Bu anlayışı arayacağım boş ye-
re. “Büyük bir karanlık hissediyorum,” dedi. “Tanıdığım
Selim’i göremiyorum bu karanlık içinde. Benimle konuş-
muyor. Sorularıma cevap vermiyor. Beni suçluyor. Kendimi
suçluyorum.” Sustu. Beni yanlış anlayacak; sonra hiç ko-
nuşmayacak. Aceleden şaşırıyorum. Beklemesini bilmiyo-
rum. Masanın yanındaki aynaya takıldı gözü. Orada zavallı-
lığını gördü, “büyük ve güzel” şeylerin yokluğunu gördü
yüzünde. Yıllarca yanıbaşında yaşayan Selim’in, bu yüzü
güzelleştirmesine nasıl izin vermediğini, sunulan zenginlik-
leri nasıl kör bir inatla geri ittiğini gördü. “Bir dostun varlı-
ğı güzel bir şeydir; fakat bir dosta ihtiyaç duymadan yaşa-
yabilmektir önemli olan” sözünü söyleyen Turgut’un fakir
suratını gördü. Aynalarla arası iyi değildi bugünlerde. Ya-
nımda dururken, ona elimi uzatmak mesele değilken... far-
kında olmadığım bir varlığı sadece elimden kaçırdım diye
peşinden... “Başka çare göremedi demek kendini anlatmak
için,” dedi Süleyman Kargı. “İnanmıyorlar ki. Elle tutulur
deliller istiyorlar. Yok canım, o kadar değil, diyorlar her za-
man. Ölmezsin, diyorlar. Bu da geçer... Olaylar haklı çıkarı-
yor onları çoğu zaman. Milyonda bir de olsa yanılma, ağır
ve elim yanılma sessizce belirince... Milyonda bir için haya-
tı zehir etmeye değer mi? diyorlar onlar. Onlar, biz, hepi-
miz...” Turgut ümitsizlikle başını salladı: “Başka bir yol ol-
malıydı,” dedi. “Bir yol bulunmalıydı. İnsana bir fırsat ve-
rilmeliydi. Bana, sana hiç olmazsa... Bu çaresizliğe dayana-
mıyorum. Bir defaya mahsus olmak üzere bir istisna yapıl-
malıydı. Kâğıtlarınızda bir noksanlık var, bir imza eksik di-
ye geri çevrilmeliydi Selim. Özür dileriz, kabul edemeyiz;
bazı noktaları unutmuşsunuz denemez miydi?... Turgut’u,
Süleyman’ı unutmuşsunuz; bilseniz ne merakla bekliyorlar
sizi. Bütün karakollara haber vermişler, her yeri aramışlar.
Neden haber vermediniz çıkarken?... Dikkat et Selim... ca-
111
nın acıyacak dur... söz veriyorum... her şeyi yeniden konu-
şacağız. Selimciğim Işık... hepsi hak verecek sana... durma-
dan başlarını sallayarak, haklısınız, haklısınız, diyecekler...
sen gitmek istesen de bırakmayacaklar seni... ne olur biraz
daha kalın, daha yeni başlamıştık konuşmaya... söyleyecek
o kadar söz vardı ki... canım Selim... hayır Süleyman Kargı!
İnanmıyorum Selim’in öldüğüne. Reddediyorum! İnkâr
ediyorum.” Nefes alamıyordu. “Birşeyler yapmak, bir yere
tutunmak istiyorum.”
Süleyman Kargı yerinden kalktı, kütüphanenin yanına
gitti. Turgut’a dönerek: “Selim gibilerine işte böyle yapar-
lar,” dedi. “Birdenbire yüklenmezler üstüne. Önce bırakır-
lar istediği gibi düşünsün her şeyi. Dünyayı dilediği gibi an-
lamasına, yaşamasına, hissetmesine izin verirler. Hatta al-
kışlarlar, överler onu. Büsbütün çileden çıksın da geri dö-
nemesin diye. Sonrasını biliyorsun işte.” Eğildi, kütüphane-
nin alt gözünden bir dosya çıkardı; “Fakat Selim, bazı evra-
kını kaçırmayı başardı onlardan. Hiçbir iz bırakmadan kay-
bolacağını sananlar aldandılar. Ona cesaret verecek insanlar
da vardı dünyada. Ve o, uzun boylu düşünmeden, hesaba
kitaba kaçmadan, öylesine, içinden geldiği gibi, dünyasını
kurmaya çalıştı; bu uzun şarkıları yazdı. ‘İstediğini yaz Se-
lim,’ dedim. ‘Hiçbir korku aklını gölgelemesin.’ ‘Sonunda
pişman olursun ama; dayanamazsın,’ dedi. ‘Boş yere yoru-
lursun, usanırsın benden,’ dedi. ‘Zarar yok Selim be,’ de-
dim. ‘Bir insan da senin yüzünden sıkılsın; bir insandan da
utanma! Ne olur?’ ‘Peki Süleyman dost,’ dedi. Senin için ol-
sun bu şarkılar. Sen izin ver, ben de yazayım. Elele verip
gösterelim onlara. Utançlarından sokağa çıkamasınlar. Öyle
garip bir yaratık çıksın ki ortaya, aynı cinsten oldukların-
dan utansınlar. Bütün tabiat alimleri bir araya gelsinler de
çözemesinler bu yaratığın sırrını. Öyle tuzaklar kuralım ki
küçümseyip bir kenara atsınlar; gene de rahat etmesin içle-
112
ri.’ Sonra kuşkuya kapıldı hemen. ‘Yapamam Süleyman
dost,’ dedi. ‘Onlara rezil olduğum gibi kendi yüzüme de ba-
kamam aynada.’ İşte böylece Turgut dost; bir iyi oldu, bir
kötü. Bir zayıf hissetti, bir kuvvetli. Bana sorarsan her satı-
rının altında, Selim’in bir tatlılığını hissederim. Çok yakı-
nındaydım tabii. Akılcı bir gözle bakamadım hiçbir zaman.
Kusurları bile tatlı geldi bana. Selim’i yaşadım çünkü. Ba-
karsın biri de, ‘Peki ne olmuş yani?’ der. Her okuyanın ya-
nına Selim’i taşıyamam ya. Neyse, kimse de okumadı daha.
Selim, gözümü öyle korkutmuştu ki, kimseye vermeye ce-
saret edemedim.” Dosyayı Turgut’a uzattı: “Sonunda bir de,
benim ağzımdan yazılmış ‘Açıklamalar’ var. Beni karıştır-
madan içi rahat etmedi. ‘Sen filozofsun,’ dedi. ‘Açıklamaları
senin yapmış görünmen gerekiyor. Böylece hiçbir şeyin far-
kında olmazlar. Atlatırız onları.’ Onlar, onlar diye tuttur-
muştu. Okursan göreceksin.”
Turgut dosyayı, yanındaki sehpaya koydu. Süleyman Kar-
gı: “Şimdi okumak istersin herhalde. Uzun ama zararı yok.
Bekleriz. Vaktimiz çok. Değil mi?” Turgut başını öne eğdi
kızararak. “Şu anda, sana güzel bir söz söyleyebilmek için,
on bin kitap okumuş olmayı isterdim,” dedi: “Gene de az
gelişmiş bir cümle söylemeden içim rahat etmeyecek: seni
tanıdığıma çok sevindim kendi çapımda.” Dosyanın kapa-
ğını açtı, sonra yapma bir endişeyle Süleyman Kargı’nın yü-
züne baktı: “Anlamadığım yerler olursa hiç çekinmeden so-
rabilir miyim?”
113
D
ÜN,
B
UGÜN,
Y
ARIN
Dostları ilə paylaş: |