1- İsar (Fedakarlık)


Define ve Mal Toplamanın Anlamı Hususunda Bir Çift Söz



Yüklə 1,89 Mb.
səhifə22/76
tarix17.01.2019
ölçüsü1,89 Mb.
#98598
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   76

Define ve Mal Toplamanın Anlamı Hususunda Bir Çift Söz


Şüphesiz insanın ilk tabiatı gereği vücuda getirdiği toplum, sadece para değiş tokuşu ve iş ile ayakta durabilir. Eğer işin içinde bu mesele olmasaydı, insan toplumu göz açıp kapayıncaya kadar dahi hayatta kalamazdı. İnsanın kendi toplumundan istifade etmesi, yerin ilk maddelerinden bir şey alması, gücü oranında onlar üzerinde çalışması ve ardından ondan ihtiyacı kadarını alıp ihtiyacından arta kalanını toplumun diğer bireylerinin elinde bulunan ve kendisinin ihtiyaç duyduğu şeylerle değiştirmesi esasına dayalıdır. Örneğin fırıncı yapmış olduğu ekmekten, ihtiyacı kadarını almakta, ihtiyacından arta kalanını, dokumacının dokuduğu kumaş ile değiştirmektedir. Bu esas üzere toplum bireylerinin işleri, toplum düzeyinde hakikatte alış veriş, değiş tokuş ve mübadele esasına dayalıdır.

İktisadi araştırmalardan da elde edildiği üzere ilk insanlar kendi alış verişlerini mal değiş tokuşu şeklinde yapıyorlardı ve düşünceleri bunun üstünde bir düzeye erişmemişti. Burada var olan bir nükte de şudur ki, mallar arasındaki oranlar, onlara duyulan ihtiyaçların şiddeti ve zayıflığı, ihtiyaç duyulan malın azlığı ve çokluğu esasınca onlar arasında farklılık göstermekteydi. İnsan bir mala çok ihtiyaç duyduğunda ve o mal da az olduğunda, tabiatıyla onu elde etmeye olan arzu da çoğalmakta ve o malın diğer mallara oranla değeri artmaktaydı. Bunun tam aksine bir mala olan ihtiyaç az olduğunda veya malın çokluğu durumunda da malın pazarı kesata uğramakta, insanların da ona rağbeti azalmakta ve dolayısıyla da o malın değeri diğer mallardan daha aşağı düşmekteydi. Bu konu gerçekte değer ve kıymetin kökü konumundadır. Uzun bir müddetten sonra insanlar, buğday, yumurta ve tuz gibi bir takım az bulunur ve değerli maddeleri kıymet ölçüsü olarak taktir ettiler. Diğer malları ise farklı değerlerle onlarla ölçtüler ve bu mallar, pazarda değiş tokuşun ölçüsü konumuna geldi. Bu metot, henüz de bazı küçük köy topluluklarında ve ilkel kabilelerde yaygın durumdadır.

İnsanlar hakeza bu metodu altın, gümüş, bakır ve benzeri bir takım metalleri buluncaya kadar devam etti ve böylece bunları diğer eşyaların değer ölçüsü ve onları değerlendirmede ölçü birimi olarak karar kıldılar. O halde bu metaller kendilerine dayalı para, diğer mallar ise bunlara dayalı mallar olarak değerlendirildi. Sonunda işler öyle bir yere vardı ki altın, malların ilk makamını elde etti, gümüş ikinci makamı, diğer metaller ise sonraki makamlarda yer aldılar. Hepsi de devlet paraları olarak basıldı. Biri dinar oldu diğeri dirhem. Birisi fulus biri başka bir şey olarak basıldı. Bu konunun detayları konumuzun dışında kaldığı için bu kadarıyla yetiniyoruz.

Çok geçmeden altın ve gümüş değer biçme ölçüsü oldu. Her şeyin değeri onlarla tayin edildi. İnsanın işi veya malı bu ikisiyle değerlendirildi. Hayati ihtiyaçların yükselişi de bu iki metalde merkezileşti. Servet ve varlığın ölçüsü olarak sayıldı. Böylece toplumun hayat ruhu onlara düğümlendi. Öyle ki bu iki element işinin dumura uğramasıyla toplumun ruhu da karmaşıklığa düçar oldu. Eğer bu iki element, alışveriş pazarında cereyan ediyorsa, alış veriş de aynı ölçüde cereyan etmiş, eğer bu ikisi durmuşsa, alış veriş de durmuştur. Daha sonraları insan topluluklarında bu iki elemente havale edilen görev, yani, malın ve işin değerinin korunması ve onların birbiriyle oranını teşhis etme işini bugün insanlar arasında yaygın olan resmi evraklar üstlendi. Örneğin dolar, pound ve benzeri şeyler ve banka çekleri gibi. Bu evraklar eşyaların değerini göstermektedir ve haddi zatında hiçbir değere sahip değildir. Dolayısıyla da bunların değerleri itibari değerlerdir.

Altın ve gümüşün toplumsal durumuna dikkat edildiği taktirde (zira bunlar değer ve ölçülerini koruyan iki para, olmaları mal ve varlıkları aralarındaki farklılıklara oranla bu ikisiyle değerlendirilmesi hasebiyle) açıkça açığa çıkmaktadır ki bu iki element, eşyaların birbirine oranlarını göstermektedir. İtibar hasebiyle oranların açıklayıcısı ve hatta denilebilir ki bizzat oranların kendisi durumundadır. Bu yüzden onların batıl oluşu, oranları da iptal etmekte, onların korunuşu ve cereyanların önlenmesi de oranları hapsetmekte ve onların duraklamasıyla duraklamaktadır.

İkinci dünya savaşında da şahit olduğumuz gibi, bazı ülkelerin paralarının itibardan düşmesiyle, örneğin Sovyet Rusya devletinin menatının ve Alman markının düşüşüyle büyük bir karmaşalık, servet dağınıklığı ve insanların hayatındaki işlerinde kargaşalık vücuda geldi. Altın ve gümüş biriktirmek ve onların tedavülüne engel olmak da insanlar arasında aynı durumu vücuda getirdi.

İmam Bakır’ın (a.s) daha önce naklettiğimiz Emali’deki rivayeti de bu nükteye işaret etmektedir. Allah dirhem ve dinarları yaratıklarının maslahatı için taktir etmiş, hayat işlerini, kazanç ve çabalarını onlarla yola koymuştur.

Buradan da anlaşıldığı üzere altın ve gümüşü biriktirmek eşyanın değerinin ortadan kalkmasına, biriktirilmiş altın ve gümüşler toplumdaki alış verişin dirilişine ve canlı tutulmasına engel olmaktadır. Alış verişin ortadan kalkması ve pazarın kesata uğraması da toplumun hayatını ortadan kaldırmakta, pazarların ve alış verişlerin kesata uğradığı oranda da toplum hayatı duraklamaya ve zayıflamaya düçar olmaktadır.

Altın ve gümüşü biriktirmekten maksadım, onların belirli kasalarda tutulması değildir. Aksine kıymetli ve değerli malları yokluktan kurtulmak için korumak, insanın içgüdüsünün hükmettiği bir görevdir ve selim akıl da bunu beğenmektedir. Alış verişlerdeki nakit paraların her ne şekilde olursa olsun, tedavüle girerse girsin, geri döndüğü taktirde biriktirilmesi yokluktan, gasptan, hırsızlıktan, yağmadan ve hıyanetten korunması gerekir. Altın ve gümüşün biriktirilmesinden, pazar alışverişlerinde tedavülüne engel olmaktan, maksadım hayat işlerini iyileştirmek için tedavüle koymak ve toplumun ihtiyaçlarını gidermektir. Aç bir insanı doyurmak, susuz bir insana su vermek, çıplak bir kimseyi giydirmek bir tüccarın kar etmesi, bir işçinin faydalanması, ekonomik kalkınma, hastalığın tedavisi, bir esiri azad etme, bir borçluyu kurtarma, sıkıntıyı giderme ve hüznü ortadan kaldırma, çaresiz birine yardım etme, salim ve temiz bir toplumu savunma, toplumsal fesatları tüketmek ve benzeri sayısız şeyler, hususunda para harcamak, ya farz, ya lazım, ya müstehap ya da mübahtır ve her durumda itidal ölçüsünü korumak ifrat ve tefritten sakınmak ve savurganlıktan uzak durmak gerekir. Elbette ki infak ve para harcamanın mübah olduğu yerlerde bundan sakınmak, ne şer’en günah ve suçtur ve ne de aklen. Ama müstehap infakların ortamını ortadan kaldırmak ve para biriktirmek de en kötü suçlardan ve günahlardan biridir. Bu meseleyi günlük hayatınızda her ev, evlilik, yemek ve giymek ile ilgili işlerde göz önünde aldığınız taktirde yaşamsal işlerde müstehap infakları terk etmenin ve şeri bir vacip haddinde olan zaruri infaklar ile dakik bir şekilde iktifa etmenin, hayat düzeninde ne büyük bir karmaşalık yarattığını göreceksiniz. Bu karmaşalığı hiçbir şey telafi edemez. Fesat ve bozulmanın önünü hiçbir engel alamaz.

Bu açıklamadan da açıkça anlaşıldığı üzere Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Ayeti mutlak anlamda olabilir ve dolayısıyla da bu söylenenler ışığında müstehap olan infakları da kapsayabilir. Zira para ve mülk biriktirmek, farz olan infaklar gibi müstehap infaklar konusunu da ortadan kaldırmaktadır.

Hakeza daha önce Taberi’nin rivayetinde naklettiğimiz Ebu Zer’in sözünün anlamı da açıkça anlaşılmaktadır. Osman b. Affan’ın yanına vardığında ona şöyle dedi: “İnsanlardan sadece eziyet etmemeleri ile yetinmeyiniz. Aksine bağış ve ihsanda bulunmalarını sağlayınız. Zekat veren kimse, bu işiyle yetinmemelidir. Aksine komşularına ve kardeşlerine de iyilik etmeli, akrabalarına da yardımda bulunmalıdır.”

Onun ifadeleri yaklaşık olarak veya dakik bir şekilde zekatı çıkardıktan sonra, yaşam harcamalarından arta kalanları infak etmenin de farz olduğunu ifade etmemektedir. Aksine Ebu Zer Allah yolunda infak etmeyi, farz ve müstehap diye ikiye ayırmaktadır. Sadece Ebu Zer zekat dışındaki infak yollarının kapanmaması gerektiğini ve hayırların kapısının tümüyle kapatılmamasını ifade etmektedir. Zira bu iş teşri maksadını iptal etmeye ve şeriat sahibinin göz önünde bulundurduğu genel maslahatların ortadan kalkmasına neden olmaktadır.

Ebu Zer şöyle diyor: “İslam devleti, sadece görevi güvenliği sağlamak, insanların birbirine saldırısına engel olmak, insanları istediklerini yapmak hususunda serbest bırakmak, insanları ifrat veya tefrite düşmede, islah veya fesat çıkarmada, doğru veya yanlış yola koyulmada serbest bırakmaktan ibaret olan İran padişahları veya Rum hükümdarlarının despot hükümetleri gibi değildir. Aksine hükümetin başında olanlar da istediğini yapma hususunda özgür değillerdir. Onlar da sorguya çekilmelidir. İslam devleti toplumsal ve dini bir devlettir. Sadece halkın birbirine eziyet etmemesiyle yetinmemektedir. Aksine toplumu hayatın tüm işlerinde yetiştiren ve bütün kesimler için ister emir olsun, ister memur, ister reis olsun ister mer’us (idare edilen), ister hizmetçi olsun ister hizmet edilen, ister fakir olsun, ister zengin ve ister güçlü olsun ve ister zayıf, güçleri oranında mutluluğunu temin eden bir takım etkenlere yönlendirmektedir. Örneğin zenginlerin ihtiyacını fakirlerin kendisine yardımı yoluyla temin etmektedir. Fakirlerin ihtiyacını da zenginin malı yoluyla gidermektedir. Güçlünün makam ve mevkisini, zayıfın kendisine saygı göstermesi yoluyla, zayıfın hayatını da güçlünün gözetimi ve merhameti yoluyla korumaktadır. Yüce kimsenin yüceliğini, düşük kimselerin itaatiyle düşük kimselerin itaatini ise, yüce kimselerin adalet ve insafıyla korumaktadır. Bütün bunların hepsi sadece iyiliği yaymak, hayır kapılarını açmak, farz ve müstehapları kendilerine layık olduğu şekliyle hayata geçirmek de mümkündür. Ama sadece farz olan zekatları vermekle yetinmek ve müstehap olan infakları tümüyle terk etmek, dini hayatın amellerini ateşlemekte, şeriat sahibinin maksadıyla çelişmekte ve birbirinden kopuk karmaşık ve fesadın kökleştiği bir topluma doğru hızla harekete sebep olmakta ve toplumdaki bu bozukluğun ıslah edilemez bir makama gelmesine sebep olmaktadır. Bütün bunlar ise dinin maksadını diri tutmak hususunda kusur etmekten ve zalimlere karşı müsamaha göstermekten kaynaklanmaktadır. “Eğer bununla amel etmezlerse, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat oluşur.”

Ebu Zer Taberi’den naklettiğimiz önceki rivayette de Muaviye’ye şöyle demiştir: “Neden Müslümanların malını Allah’ın malı olarak adlandırıyorsun?” Muaviye ona cevap olarak şöyle dedi: “Allah sana rahmet etsin! Ey Ebu Zer! Biz Allah’ın kulları değil miyiz? Mal da Allah’ın malıdır, insanlar da Allah’ın yaratıkları ve emir de Allah’ın emridir.” Ebu Zer şöyle buyurdu: “Buna rağmen bu sözü söyleme.” Bunun sebebi ise Muaviye’nin valilerinin ve ondan sonraki Emevi halifelerinin söylediği şeyin adeta hak ve doğru oluşurdu. Peygamber’den (s.a.a) de bu söz rivayet edilmiş, Allah’ın kitabı da buna delalet etmekteydi. Ama bu cümleden aldıkları sonuç, münezzeh olan Allah’ın göz önünde bulundurduğu anlamın tam aksineydi. Zira “Mal Allah’ın malıdır” cümlesinden maksat, birinin kudret, şevket, sulta sahibi olması sebebiyle malın kendisine özgünlük elde etmediği anlamındadır. Aksine mal ve mülk tümüyle Allah’ındır ve Allah’ın tayin ettiği ve tesbit ettiği yollarda harcanmalıdır. Bireyin çaba, çalışma, miras ve benzeri yollarla elde ettiği malların kendine ait bir hükmü vardır. İslam devletinin elde ettiği ganimet, cizye, haraç, sadakalar ve benzeri şeylerin infak yolları da din tarafından tayin edilmiştir. Dolayısıyla yönetici kimse bu gelirlerden geçimi için gerekli olan miktardan fazlasını kendisine veya akrabalarına özgü kılamaz. Dolayısıyla da mal biriktiremez, hazine oluşturmaz, bu paralarla saraylar dikemez, hizmetçi ve kapıcı tutamaz, Kayser ve Kisra gibi yaşamaz. Ama Muaviye ve benzerlerinin bu cümleyi söylemekten maksatları, insanların Müslümanların malını kendi arzuları ve istekleri yolunda harcamalarına, Allah’ın beğenmediği yolda bağışta bulunmalarına, bu malların müstehak kimselere ulaştırılmamasına itirazlarının önünü almak içindi. Onlar Müslümanların, “Müslümanların malını neden onlar dışında bir takım yollarda harcıyorsunuz?” Demelerini önlemek istiyorlardı. Bu yüzden şöyle diyorlardı: “Mal Allah’ın malıdır, biz de Allah’ın eminleriyiz. Kendi görüşümüz esasınca bu malları harcıyor, tasarrufta bulunuyoruz.” Bu mantık üzere Allah’ın malıyla istedikleri gibi oyun oynayarak kendileri için her şeyi reva görüyor, her türlü bencilce tasarrufta bulunmayı doğru ve sahih olarak kabul ediyorlardı. Oysa “mal Allah’ın malıdır” cümlesinin sonucu, aksi sonuç vermektedir. Dolayısıyla da Allah’ın malı ve Müslümanların malı bir tek anlam ifade etmektedir. Ama Muaviye ve benzerleri bu cümleden iki farklı anlam çıkarıyordu ve bu iki anlam da tabiatıyla birbiriyle çelişmekteydi.

Eğer Muaviye’nin, “mal Allah’ın malıdır” cümlesinden maksadı gerçek ve doğru anlamında olsaydı, Ebu Zer’in onun sarayından dışarı çıkmasının insanlar arasında, “mal biriktirenlere alınlarının, yanlarının ve sırtlarının dağlanacağına dair müjdeler olsun” diye feryat etmesinin anlamı kalmazdı.

Elbette Muaviye de Ebu Zer’e mal stok etmek ile ilgili ayetin Ehl-i Kitab’a ait olduğunu söylüyordu. Belki de onlar hakkında kötümser olmasının sebeplerinden biri de Mushaf yazıldığı zaman onların “Vellezine yeknizun’ez-Zehebe” cümlesindeki “vav” harfinin kaldırılması hususunda ısrar etmeleriydi. Öyle ki Ubey bu harf kaldırıldığı taktirde onlarla savaşacağına dair onları tehdit etmiş, onlar da mecbur kalarak “vav” harfini yazmışlardı. Bu rivayeti daha önce de naklettik.

Bu olay Seyf’ten ve onun da Şuayb’dan naklettiği şekilde öyle bir aktarılmıştır ki, adeta Ebu Zer’in sözünün doğru olmadığı gösterilmeye çalışılmıştır. Hatta Taberi sözünün başında bunu açıkça belirtmiştir. Ama olayın başı ve sonu, bu görüşün doğruluğuna delalet etmektedir.

Evet mal biriktirenler hakkındaki ayet, altın ve gümüş biriktirmenin infakın farz ve zaruri olan yerlerinde infakta bulunmamanın, zekat, müstahak olanlara vermemenin, savunma yolunda onları infakta savunmanın hakeza hayır yolunu kapamanın ve insanlar arasında ihsanda bulunmamanın haram oluşuna delalet etmektedir. İnfakın farz oluşu hususunda pazarda tedavülde olan mal ile yere gömülen mal arasında hiçbir fark yoktur. Sadece malı biriktirmenin ayrı bir günahı da vardır. Malı Müslümanların yöneticisinin gözünden gizlemek, o mal hakkında bir hıyanet ve aldatma sayılmaktadır.1


Yüklə 1,89 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   76




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin