1915, Ermeni soykırımı, Türkiye solu, Türk modernleşmesi (Derleme)



Yüklə 0,54 Mb.
səhifə4/8
tarix01.11.2017
ölçüsü0,54 Mb.
#26570
1   2   3   4   5   6   7   8



“Mesele Hrant’ın meselelerini dert edinmek” (M.Kürkçügil'le Röp: M.ARSLAN)


Hrant DİNK’in katledilişinin altıncı yılında onun yakın arkadaşlarından yazar Masis KÜRKÇÜGİL ile hem Ermeni Sorununu hem de Hrant DİNK’i konuştuk. 

Ermeni Soykırımı konusunda Türkiye’deki resmi görüş “tarihi, tarihçilere bırakmak gerekir” şeklinde ifade ediliyor. Ermeni Soykırımı’nı siyasetten dışlanmak istenmesinin ardında yatan sebep nedir?

Marx, tarihin kendi amaçları peşinde koşan insanın bir faaliyeti olduğunu söyler. Tarih geçmişle ilgili olmayıp insanın geleceğiyle ilgili olduğu için önemli. Ne tarihçiye ne de siyasetçiye terk edilmeyecek basit insanın, sokaktaki insanın faaliyetinden söz ediyoruz. Egemenler insanları tarihten olduğu gibi siyasetten de uzak tutmaya çalışıyorlarsa bu yalnızca baskı aygıtlarıyla olmuyor. Bir tür insanilikten uzaklaştırma, “insanisizleştirmedir” tarihi ona buna emanet etmek. Emanete hıyanet edilen en önemli alan tarihtir. Orwellyen bir tekrar olacak ama egemenler her şeyi denetimleri altına almak, yönetmek istediklerine göre geçmişi öncelikle zapturapt altına alma ihtiyacındadırlar. Ermeni meselesi bu toplumla sınırlı olmayan insanlığın yaşadığı “barbarlık” örneklerinden biri olarak bir kara kutudur. Açılması egemenler açısından düzenin istinat duvarlarını bir domino etkisiyle sarsabilecek güçte olduğundan patlayıcı bir tehlikeli madde hüviyetindedir.



Dünya üzerinde çok az sayıda ülke gerçekleştirdiği soykırım ve katliamlarla yüzleşebilme cesaretini gösterebiliyor. Bu cesareti gösterenler de -Almanya’yı dışarıda tutacak olursak- aradan oldukça uzun zaman geçmesini bekliyor. Ülkelerin kendi günahlarını kabullenmesi neden bu kadar zor?

Aslında Almanya da böyle bir cesaret göstermedi. Yani toplum köklü bir bilinç dönüşümüne uğrayarak kendi tarihini yeniden kurmaya yönelmedi. Savaşta yenilince kendisine kabul ettirilen çerçevede Yahudi ve Çingene soykırımını kabullenmek zorunda kaldı. Devlet özü itibarıyla egemenlik ilişkilerinin fosseptik kuyusu olarak, her daim aşağıdakilere, ezilenlere kendilerine reva görülenlere müstahak olduklarını sürekli olarak telkin eder. Fransa, Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nda yapılanlardan ötürü özür dilemedi, ama Cezayir Devleti de bağımsızlık savaşı sırasında Kurtuluş Cephesi’nin diğer milliyetçi kanada uyguladığı (“işbirlikçileri” kast etmiyorum) terörle yüzleşmedi.

Bir başka insanlık tasarımı söz konusu olmadığı sürece gerçek bir yüzleşme olamaz. Zaten tarihin kendisi de sanıldığının aksine olmuş bitmiş bir şey olmayıp en büyük savaş alanlarından biridir. Aşağıdakilerin tarihi inşa edilirken yukarıdakilerin tarihinden uzlaşmaz bir biçimde ayrışılmalıdır. Tatil-i Eşgal Kanunu’nun hüküm sürdüğü bir dönemi ilerici olarak görecek birinin sosyalist olmasını tasavvur etmek mümkün değildir. Ermeni katliamını da bir şekilde mazur gösteren birinin, sosyalistlik bir yana insanlığından bile şüphe etmek gerekir. Hele bu topraklarda solu yeşertmeye çalışmış siyasal hareketleri ajan diye görmek, buna karşılık bir katiller sürüsünü de devrimci diye selamlamanın bedeli ağır olmuştur ve olmaya devam edecektir.

Başta soykırım olmak üzere, ülkemizde Ermeni Sorunu yıllar boyunca görmezden gelindi. Son 10-15 yılda ise özellikle Hrant DİNK’in kişisel çabalarıyla konu biraz daha görünür hale geldi. Konunun salt tarihsel ve akademik bir sorun olmaktan kurtarılarak halklaşması, çözüm için ne gibi olanaklar sağlıyor?

“Çözüm” ibaresinin içini “her sınıf ve tabaka” kendine göre doldurur. Bu meselede ve diğer aslında “etnik”, “mezhepsel” ve “dinsel” olmaktan öte gayet sınıfsal, dolayısıyla insani, yani insanlığın geleceği ile ilgili meselelerde çözüm, öncelikle emekçilerin, ezilenlerin, sömürü ve baskıdan maddi-manevi çıkarı olmayan geniş insan kitlelerinin bu meselenin bilincine varmasıdır. Hrant “idrak” diyordu. Bu ve benzeri olayların “idrak” edilmesi, kendiliğinden demesek de, insanlığın bir daha bu tür olaylarla karşı karşıya gelmeyeceği bir dünyanın bilincine ışık tutacaktır.

Mesele üç beş kilisenin veya çeşmenin restorasyonu olmadığı gibi el konulan, gasp edilen malların iadesi de değildir. Türkiye Cumhuriyeti çok rahatlıkla bu tazminat meselesini halledecek güçtedir. Nihayetinde ahalinin ödediği vergilerdir bunlar. Tehlikeli olan, her kapitalist sistem gibi bizim yaşadığımız toplumun da üzerine oturduğu sistemin nasıl bir insanlık faciasının üzerine oturduğunun anlaşılmasına katkıda bulunmasıdır. Bu açıdan, Raymond Kevorkian’ın “1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeniler” kitabı bize yitirilenlerin insani boyutunu gösterdiği için bir dizi makale veya kitaptan daha farklı bir önem arz etmekte. Hrant’ın, yazılı metinlerden öte bir önemi olduysa söylemindeki bu insani boyutundan ötürüdür. İnsanlar kendilerini yargılamadan yitirilen insanlıklarını “idrak” etmeye başlamışlardı.

Tek partili dönemde uygulanan Türkleştirme politikaları ve “Varlık Vergisi” gibi uygulamalar başta Ermeniler olmak üzere Türkiye’deki azınlıkların merkez sağ siyasete daha yakın olmasına neden oldu. Merkez Sağın milliyetçi-muhafazakâr pratiğini ve söylemini göz önünde bulundurduğumuzda apaçık bir çelişki taşıyan bu duygu durumunu ve siyasal tavrı aşmanın yolu yok mu?

Taşnaklar İttihatçıların müttefikiydi. Hınçaklarsa Hürriyet ve İtilaf’la işbirliği içindeydiler. Bu tarihi iyi bilmek gerekir; hem her ikisinin kendilerini sosyalist görmesi (Taşnaklar daha önce toplantılarına gözlemci olarak katıldıkları İkinci Enternasyonal’e 1907’de üye olurlar, yani Jaurès, Rosa, Kautsky, Lenin, Troçki vb. gibi ile aynı çatı altında bulunurlar) hem de Jön Türklerin iki kanadı hakkında farklı bir kaynaktan bilgi edinmek bakımından önemlidir. Kimin kime ihanet ettiğini ise bir milliyetçi olarak değil sosyalist olarak tartışmak gerekir.

Türkleştirme tek partiden önce başladı. Azınlıkların merkez sağ siyasete yakın olduğu söylenirken dikkat edilmesi gereken bir husus var, ekseriyet (Türkler ve Kürtler) de öyleydi. Yani ters bir anlam çıkmasın Türkler alabildiğine eşitlikçi özgürlükçü ve de sosyalist iken azınlıklar da “eh biz de merkez sağ olalım” demedi.

Sosyalist hareket ile azınlıklar ilişkisi üzerine ciddiye alınabilir bir çalışma yok. Ama şöyle de sorabiliriz: Sosyalistler azınlıklara nasıl yaklaştı? Talat Paşa’nın Ermeni meselesi hakkında ne dediği biliniyor ve bir ittihatçının hezeyanları Mehmet Ali Aybar tarafından kaynak olarak gösterilebiliyor ama Rosa Luxemburg’un ne dediği bilinmiyordu. Sosyalist inşa çok yönlü ve tarih bilinci bu inşanın vazgeçilmez unsurlarından biri; egemen ideolojiden kurtulmak ha deyince olabilecek bir şey değil. Maalesef genel olarak tarih konusunda, özel olarak da bu ezilen kesimlere ilişkin çok devletli bir tutumu olmuştur sosyalist hareketin. Somutta azınlıklar, İttihatçılık ve onun mütebakisi Halk Fırkasına karşı Serbest Fırka ve Demokrat Parti’yi desteklemek zorunda kaldılar -bu arada işçi sınıfı da. 6-7 Eylül’e rağmen bu devam etti. İlginçtir, Kürt aydınlarının da demokrasi arayışında benzer bir yörüngeyi Tarık Ziya’nın anılarından izlemek mümkün. TİP’e bir teveccüh olmuştur, ünlü edebiyatçı Zaven Biberyan malum TİP listesinden seçilerek İstanbul Belediye Meclis Üyeliği yaptı. 1973’de ise oylar Ecevit’e yöneldi.

Sosyalist tarihimiz açısından 1999 seçimlerinin anlamlı olduğu kanısındayım. O seçimlerde Hrant’a da kontenjan adaylığı önermiştik. Kendisi açıkça “ÖDP üyesi olmadığını, gazeteci olarak bağımsız (partisiz diyelim yoksa Agos’un seçim haftasındaki sayısında arka sayfa, başyazı, birkaç köşe yazısı ÖDP’den söz ediyordu) kalması gerektiğini, ama eğer bir gün böyle bir şey düşünürse kontenjandan değil partiye üye olup önseçimle aday olmayı tercih edeceğini” yazmıştır. Hrant’ın sandıklara bakarak yaptığı tahmine göre o seçimlerde Ermeniler arasında ÖDP yüzde on barajını aştı. Ama genelde yüzde biri bile bulamadık. Dolayısıyla soruyu belki de tersinden sormak daha anlamlı olacak!

Başlangıçta Patrikhane de içinde olmak üzere Ermeni Cemaati’nin ortak bir sahiplenmesiyle çıkan AGOS Gazetesi zamanla büyük kırılmalar yaşayarak nihayetinde Hrant DİNK’in tek başına üstlenmek zorunda kaldığı bir çabaya dönüştü. Hrant DİNK’i bu süreçte yalnızlaştıran ne oldu?

Cemaat meselelerinden neredeyse bihaber olduğum söylenebilir. Ama Agos kurulurken Hrant’ın anlattıklarından az çok süreç hakkında bilgim var. Patrikhane ile özellikle son zamanlarda ciddi bir gerilim vardı. Agos’un cemaatin sivil temsilcisi karakterine bürünmesi ve beklenmedik bir rol üstlenmesi elbette ruhani ve cemaatin geleneksel çevrelerini tedirgin etti. Her türlü azınlık cemaatleri -göçmen Türkiyeliler de- yönetimle sürtüşmek istemez. Hrant cemaatin sorunlarını ahaliye açarken, ahalinin sorunlarına da dikkat çektiği için pek alışılmadık bir durum ortaya çıktı. Bütün sorunlarıyla birlikte Agos çok başarılı bir iş gördü. İtiraf edeyim ki kuruluşta bana anlattığı zaman böyle bir şeyin olabileceğine inanmamıştım ve bu konuda yalnız değildim.

Türkiye’de Ermeni olmak” ile “Türkiye’de sosyalist bir Ermeni olmak” arasında bir ayrım var mı?

Azınlıksanız egemenler için komplo teorilerine hayli yatkın bir malzeme oluşturursunuz. Tutuklamalarda, sorgulamalarda ve içerde olduğu gibi günlük hayatta da bir takım ilave sorunlarla karşı karşıya kalırsınız. 12 Eylül’de etliye sütlüye karışmayan Ermenilerin de sırf okul veya başka türden cemaat kurumlarında yer aldıkları için tezgâhtan geçirildiği hatırlanırsa (ASALA arıyorlardı!) her iki kategoridekilere de Allah kolaylık versin.

1969’da bir grev çadırında ben de “Ermeniyim” dediğimde “Estağfurullah” çeken işçi arkadaşımı bu hesaba dâhil etmeyeyim ama malum biz sosyalistler bir türlü kapitalizme karşı mücadele vermenin meşruiyetini bulamadığımızdan mı ne, hep “gavura” karşı çıkmışızdır. Bakınız TİP’in örneğin 1965 seçim konuşmaları. Ben babama anlatır dururdum “Emperyalizm demek istiyorlar” diye. O da “Sen biliyorsun da bunun emperyalizm olduğunu, onlar bilmiyor mu” derdi. Antiemperyalizmle ulusalcılığın harmanlandığı bir ortamda bu işlerin biraz yokuşa sürülmesi kaçınılmazdı.

Türkiye’de sosyalistlerin Ermeni meselesiyle daha yakın duygusal bağ kurabilmesini sağlayan eşik ne yazık ki Hrant DİNK’in öldürülmesi oldu. Aradan geçen 6 yılın ardından DİNK’in cenazesinde ortaya çıkan kitleselliği ve bunun sola etkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Cenazedeki kitleselliğin yanı sıra yürüyüşün vakurluğunu siyaseten yorumlamak için elde maalesef fazla bir veri yok. Çok değişik hassasiyetlerin kesiştiği, buluştuğu bir kortejdi. İnsanlar Hrant’ın ardından kendi ezilmişliklerine, öfkelerine meydan okuyorlardı. Hassasiyet sözcüğünü özellikle kullandım, belki muğlâk bir tabir ama bir bilinçten söz etmek imkansızdı. İnsanlar kendi kendilerine bile tarif edemedikleri karmakarışık duygu ve düşüncelerle Agos’un önüne yığıldılar. Cinayet günü on bin kişi toplandı ki önceden düzenlenmiş mitinglerde bile bu sayıya ulaşmak zor. Cenaze hafta arası kalkacağı için iyimser tahminler ilk rakamın birkaç katı olacağı merkezindeydi. Sonuçta insanı bir nebze de olsa teselli eden muhteşem bir kalabalık, beklenmedik bir biçimde tarihe bir kayıt düştü.


Bu kitleselliğin sola bir etkisi olmadı diyebiliriz. Bunu “değerlendirmesi” demeyelim de, hem Hrant’la olan ilişkisi hem de kendi programatik duruşuyla en iyi “anması” gereken ÖDP, birkaç hafta sonra Hrant’ın dev bir portresinin sallandığı kongre salonunda bir yarılmaya uğradı. Hrant’ın siyasal bir manifestosu yoktu ve olması da gerekmiyordu ama bu olayın yarattığı hassasiyetleri diri kılacak bir takım faaliyetler gösterilebilirdi. Ne yazık ki kimi girişimler hayli faydacı bir zihniyetle yürütüldü. Mesele Hrant’ı bayrak yaparak veya onu öne çıkararak prim toplamak değil onun dile getirdiği meselelerden bazılarının -ille de hepsini de değil-gerçekten kendine dert edinmekti, yani kendi yürüyüşüne dâhil etmekti. 2006’da ÖDP’de Hrant’la birlikte bu konuya ilişkin bir toplantıda sunuş yapmıştık ve ilk kez bir sosyalist parti genel başkanı (Hayri Kozanoğlu) 24 Nisan’da açıkça Ermenilerin acılarını paylaştıklarını belirten bir bildiriyi okumuştu.

AKP Hükümeti’nin Hrant DİNK Cinayetinin aydınlatılması ve sorumluların cezalandırılması konusunda istekli olmadığı artık herkesin malumu. Buna rağmen Hrant DİNK sonrasındaki AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmenleri (Etyen Mahçupyan, Rober Koptaş) AKP’ye “hayırhah” bir tutum izledi. Bu tutum Hrant’ın mücadelesine ve mirasına karşı haksızlık yapıldığı duygusu uyandırmıyor mu?

Etyen ile Rober arasında önemli bir fark var ve hatta Agos sayfalarında aralarında sola ilişkin ciddi bir polemik olmuştu. Rober’in Agos’un başına geçmesi en makul çözümdü. Hrant’ın mirası ve mücadelesine kendi üslubunca sadık kalacaktır. Günlük politikanın içinden bakmamak gerekir Agos’a. Nihayetinde siyasal bir parti değil bir gazete ve özel bir konumu var. Bazı konularda ondaki hassasiyeti anlamak gerekir. Ergenekon Davası sanıklarından bazılarının Hrant konusundaki tavrı düşünülürse hak vermek gerekir. Onlar da bazı arkadaşların her ne sebeple olursa olsun Ergenekoncularla veya genel olarak ulusalcılarla aynı karede bulunmasını hazmedemiyorlar.

Agos’ta yazan ve gerçekten AKP’ye “hayırhah” bir tutum izleyenler oldu ama bunun tersini yapanlar da oldu. Hrant’ın mirası diye formüle edebilir miyiz bilmiyorum ama unutmamak gerekir ki o farklı bir dönemde yetişmiş, meselelere daha bütünsel bakabilen bir insandı. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır diyelim ve Agos’un genel demokratik talepler çerçevesinde yürüyüşünü sürdüreceğine dair umudumuzu koruyalım. İçinde herkesin kendine göre beğenmediği yazarlar olacaktır, yeter ki temel değerler zedelenmesin.

DİNK’in hem Ermeni hem de Kürt Sorunu konusundaki temel tavrı “bir arada yaşamı savunma” olarak özetlenebilir. Sizce biz bu ülkenin insanları olarak bir arada yaşamayı başarabilecek miyiz?

ÖDP’nin “bir arada yaşam” kampanyası için Hakan’la (Tahmaz) kendisini ziyarete gidip usulen derdimizi anlattığımızda gülümseyerek “Biz burada yıllardır ne yapıyoruz ki” dedi. Sosyalistseniz nihayetinde yalnızca yönetenin yönetilenin, sömürenin sömürülenin değil aynı zamanda sınırların da olmadığı bir dünyayı amaçlıyorsunuz demektir. “Bir arada yaşam” sınırlarla sınırlı bir mesele değil. Mevcut sınırlar dâhilinde yaşayanlar hallerinden memnunsalar sorun çıkmaz. Ama “bir arada yaşam” için gerekli koşullar yoksa ihtimaller açık uçludur. Bir arada yaşamayı becermek tarihteki haksızlıklar da dâhil olmak üzere ezilenlerin taleplerinin karşılanmasına bağlı olacaktır. Hrant kendi açısından hayatına mal olan bir tavır benimsedi. Biraz da bunun için on binler onun ardından yürüdü. Ama milliyetçi muhafazakâr milyonların da, eşitlik ve özgürlük taleplerini ihanet addederek veya insani değerleri pek de önemsemeyerek cinayetin etrafında dolananların ödüllendirmesini olağan karşıladığı anlaşılıyor. Neredeyse bu işte adı geçen herkes ödüllendirildi.

Öncelikle ezilenlerin, emekçilerin şu veya bu egemen kesimin değil kendi tarih bilincine sahip olmaları veya bir başka dünyanın bilincini oluşturmaları gerekiyor. Tarihin verdiği lütufla kendini merkez, başkasını hain görerek, bir arada yaşam yani eşit yurttaşlık hakları değil, bildiğin tabiyet dayatılmakta. Enternasyonalizm bütün bu bağımlılık ilişkilerinden arınmanın, “onların” tarihinin verdiği parçalanmışlıkları aşmanın yoludur. Hrant’ın yürüyüşünü ölümsüz kılan, onun biraz da bu parçalanmışlıkları aşma konusundaki hassasiyetiydi. Unutulmamasının bir nedeni de bu.

Dedeler, Torunlar, ‘Bizim Ermeniler’ ve Lobiler – I * Özge L. İspir


Ver Ermeni’yi bana onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeni’yi de öldürürsem benim sayım tamam olacak. Cennete gideceğim. Ver onu bana da sevabıma gir.”  Yaşar Kemal- Yağmurcuk Kuşu

Ermenilerin “yokluğunu” öğrendiğimde okula gitmeyecek kadar küçüktüm. Annemin kuşaklar boyu molla tedrisatından yetişme ailesi ile babamın seküler ailesi arasındaki kültür çatışması olmasaydı ve bir gün sokakta oynarken molla olan dedem beni yanına çağırıp dini bilgiler sınavına çektikten sonra diğer dedemi kastedip müstehzi bir ifadeyle “Git o Ermeni dölü dedene söyle sokakta oynamana izin vereceğine sana biraz Allah-kitap öğretsin” diyerek bir el hareketiyle yanından kovmasaydı, muhtemelen daha geç öğrenecektim. Eve gelip “Ermeni dölü ne demek?” diye sorduğumda ertesi gün tebdil-i kıyafet Allah-kitap eğitimine yollanınca çocuk aklımla Ermeni’nin na-mütedeyyin demek olduğunu kodlamış olmalıyım ki evimize gelen ve na-mütedeyyin gördüğüm misafirlere “Sen de mi Ermeni dölüsün?” diye sormaya başlayınca tüm aileme şok etkisi yapan gaflarımı engellemek için annem Ermeni’nin ne demek olduğunu açıklamaya karar verdi; “Ermeniler de bizim gibi Allah’a inanıyorlar. Tek farkları Hz. Muhammed’i peygamber olarak kabul etmiyorlar, Hz. İsa’ya inanıyorlar. Saadet babaanne eskiden Ermeniymiş” diyerek büyükbabaannem Saadet hanımın eskiden Ermeni olduğunu söyledi.

Aynı evde yaşayıp, kardeşlerimle birlikte onun odasında yatmamıza rağmen babamın babaannesi Saadet hanımı ilk kez o zaman farkettim. Daha önce farketmemiştim çünkü hiç konuşmayan, ortalıkta hiç görünmeyen, evde hiç dolaşmayan adeta bir “görünmez nine”ydi. İlginçtir, evin tek Ermenisi, seküler ailenin tek namaz kılan kişisiydi çünkü söylenene göre Müslüman olmuştu. Onu odasının dışında görebildiğimiz zamanlar abdest almaya çıktığı zamanlardı. Öz oğlu olan dedem, onu her gördüğünde Ermeni döllüğünü hatırlayıp morali bozuluyor diye oğluna görünmemek için bir odaya kapanmak zorunda kalmış, uğraş olarak biz küçük torunların bakımını üstlenmiş; sesini hiç duymadığım, kendisini hiç görmediğim, namaz kılmasına rağmen aslında hiçbir zaman Müslüman olmadığını ise öldüğü gün aile büyüklerinin “Müslümanlığı kabul etmedi ki, hangi usüle göre gömecez?” konuşmalarından anladığım büyükbabaanne Saadet Hanım.

Nüfusu babasının ilk eşinde olan ve en büyük hayali babası gibi hakim olmak olan dedem, okuldan hakim olarak mezun olmasına aylar kala babası ve öz annesinin bir tapu meselesi yüzünden yaptığı resmi nikahla öz annesinin nüfusuna geçince fakülte yönetimi tarafından çağrılmış ve “senin annen Ermeni imiş, seni hakim yapamayız” denerek okuldan atılmış (1). O da bütün akrabaları ve arkadaşlarını toplayarak hıncını alabileceği tek kişi olan annesinin karşısına geçmiş ve “Müslüman olacaksın!” diye diretmiş. Direnci ve dikbaşlılığı ile zamanında kendisine “Müslüman olacaksın!” diye silah doğrultan kocasını bile pes ettiren Saadet Hanım, yıllar sonra oğlunun diretmesiyle karşılaşmış; çok sevdiği oğlunun baskısına rağmen sadece “La ilahe illallah” demiş ve “Muhammedun Resulullah” demeyi reddetmiş. Ana-oğulun arasındaki tüm ipler o gün kopmuş. Saadet Hanım oğluyla arası düzelsin diye Müslüman numarası yapıp göstermelik namazlara başlasa bile ne arayı düzeltebilmiş ne de gördüğü sembolik şiddetten kurtulabilmişti. Ailemin sırlar albümüyle rafa kalkan bu olay biz torunlara “deden annesini çok sevdiği ve ondan ayrı kalamadığı için okulu yarım bıraktı” diye anlatılagelmişti.

Büyükbabaannem kendisi, hikayesi ve Ermeni Soykırımı ile ilgili bir kaç olay dışında hiçbir şey anlatmadı. Dedemi defalarca sıkıştırıp sorunca ise gönülsüz anlatmak zorunda kaldı. Dedemin anlattığına göre Ermenileri soykırımla kesmiştik. Fakat bu “biz”, bizim aile değil, öznesiz, meçhul ve soyut bir “biz”di. Ermenilere öyle vahşetler uygulanmıştı ki, anlatmak yetmezdi. Mesela kavurmalarını alabilmek için bile Ermenileri kesen marabaları vardı ve sonra öldürdükleri Ermenilerin malları ile çok zengin olmuşlardı. Müslüman erkekler yakaladıkları Ermeni kadınlara tecavüz ettikleri için kadınlar topluca intihar etmek zorunda kalmışlardı. Bizim aile ise bunların hiçbirine katılmamış, aksine soykırım sırasında Ermenileri saklamıştı.

Saadet Hanımın babası Toros Bey, Çüngüş’te yüzlerce dönümlük üzüm bağı, tarlaları, dükkanları; Harput’ta ise fabrikaları ve atölyeleri olan çok zengin Diyarbekirli bir Ermeniydi. Ermeni soykırımı sırasında zorbalığıyla meşhur Gülbey (2) tüm malını gasp edince Toros Bey, adaleti, gücü ve nüfusuyla ünlü büyükdedem Süleyman İspir’e sığınmış, ondan yardım istemişti. Büyükdedem onları saklamış, ortalık yatışınca sağ salim gitmelerini sağlamıştı.

Müslüman olmadan önce adı Sara olan büyükbabaannem Saadet Hanıma gelince; o tam bir Bey kızıydı. Kolej bitiren, dört dil bilen, piyano çalan, sofraya oturduğunda bir bardak suyu bir dikişte bitirmeyi bile kabalık olarak gören ve en az üç yudumda bitiren bir terbiyeye sahip bir hanımefendi idi. Babası Toros, büyükdedeme o kadar saygı duyuyordu ki kızıyla evlensin diye Sara’yı ona emanet etmişti .

Yaşarken gördüğü sembolik şiddet yüzünden bir odaya kapanan büyükbabaannem, öldükten sonra adeta sultan olmuştu. Dört dil biliyordu ama “dilsiz”di. Piyano çalıyordu ama kocaman kuyruklu piyanosu parçalanmış bir halde mahzende fare yuvası olmuştu. Sofra adabı dillere destandı ama “yoruluyor” diye sofraya çok az gelir, yemekleri, sütü vs. odasına giderdi.

Hikayeyi, soykırım sırasında sakladığımız aileden dinlemeye karar verdim. Dedeme defalarca soy isimlerini ve şu an nerde olduklarını sormama rağmen ekşimiş bir yüz ifadesi ve “boşver onları” cevabından başka bir şey öğrenemedim. Soy isimlerini bulmak zor olsa da her biri Halep, Beyrut, Moskova, Erivan, Lyon, New York ve California’ya dağılmış “diaspora” aile fertlerini bulmak çok kolay oldu. Saadet Hanımın California’da yaşayan ve ilk kuşak aile arasında yaşayan tek kişi olan en küçük kardeşi Sarkis Toughmanian ile görüştüğümüzde (2003 yılında vefat etti)  bana anlattıkları, benim bugüne kadar dinlediklerime benzemiyordu.

Diasporanın Bozduğu  Romantik Masal

Büyükdedem Süleyman İspir, Harput ve Diyarbekir sancaklarının bürokrat eşrafından bir Ağır Ceza hakimiydi. Diğer bürokratlarla birlikte bir gün Harput İttihat ve Terakki sekreteri Resneli Nazım tarafından çağrılmış ve İstanbul’dan gelen emirle uzun zamandır zemini hazırlanan, önde gelen “büyükbaş” Ermenilerin sürgünlerinin ve mallarına el koyma planının pürüzsüz, prosedürlere ve hukuka uygun yürütülmesi için yardımı istenmişti. Sarkis Toughmanian’ın tahmini, muhtemelen o telaş ve yağmada her bürokrat yağmalamak için bir “büyükbaş”ı kendisine seçmiş, Süleyman İspir de hem Harput hem Diyarbekir’den tanıdığı Toros Toughmanian’ı gözüne kestirmişti. Mallarının büyük kısmı zaten Gülbey tarafından gasp edilen, yeğenleri ve kardeşleri öldürülen Toros Toughmanian’a gidip hükümetin bu kararından bahsetmiş ve “Sizleri geri döneceğinizi söyleyerek göndermeyi planlıyorlar fakat yalan söylüyorlar. Sizi ölüme göndereceğiz. Değil dönüşünüz, gidişiniz bile meçhul. Elimde bir sürü yetki var. Kalan malını benim üstüme yaparsan seni ve aileni ortalık yatışana kadar saklar, sonra da Müslüman kimliğiyle sağ salim kaçırırım” diye pazarlık yapmış. Kabul etmek veya öldürülmek seçenekleri arasında kalan Toros Toughmanian, büyükdedeme Harput’taki kösele fabrikasını, kalenin tam karşısındaki kale hamamını ve bir pasaj vermiş (3) ve karşılığında soykırım ve yağma yatışana kadar 1 seneden fazla evimizde saklanmışlar. Sonra Sara hariç tüm aile, büyükdedemden aldıkları Müslüman kimlikleri ile kaçmışlar. Sara’yı neden bıraktınız diye sorduğumda olayı hatırlamayacak kadar küçük olan Sarkis, kolektif aile hafızasını aktardığında dedemden dinlediğim “biz Ermeni kadınları sakladık” masalı da yerle bir oluyordu:

“Evinizde saklandığımız sırada bir gece yarısı, aynı zamanda akrabanız da olan bir İttihat ve Terakki paşası (Tevfik Paşa) ‘Şikayet ettiler, bu evde Ermenileri saklıyormuşsunuz’ diyerek eve baskın yapmış. Ev halkı dil döküp paşayı bizleri teslim almaması için ikna etmeye çalışırken biz de mahzenden çıkıp salona dizilmiş, paşanın kararını bekliyormuşuz. O sırada sizin aileden bir kadın, ablam Sara’yı kolundan tutup öne çıkarmış ve paşaya göstererek ‘kimseye acımıyorsan bu kıza ve karnındaki günahsıza acı’ demiş. Bizimkiler, büyükdedenin ablam Sara’yı hamile bıraktığını orda öğrenmişler.”

Büyükdedem Süleyman İspir, Ermeni Soykırımı sırasında diğer bürokratlar gibi makamının verdiği avantajla “elini kirletmeden” temiz bir şekilde malına mal ekleyip Ermeniler’den aldıkları para ve mal rüşveti karşılığında “evinde Ermeni saklayanlar”dan olmuş, zorla gasbettiği kadını “saklayıp kurtararak” aklanan mütecavizlerden olmuştu.

Aslında Süleyman İspir hiçbir zaman yaptıklarını “kurtardım sakladım” diye anlatmamıştı. Bunu yapması imkansızdı çünkü onun dönemi ve nesli için yaptığı suç olmadığı gibi, bunu anlatacağı jenerasyon olayların şahidi, ortağı ve sorumlusuydu.

Bunu yapması, herkes vatan-millet-din adına gemiyi batırmak ve gemidekileri yağmalamakla uğraşırken ve olanlara şahitken, onun çıkıp gemiyi kurtarmak için kaptanla işbirliği yaptığını iddia etmesi kadar abesle iştigal sayılabilirdi. Büyükdedem Süleyman İspir’in kendisini aklamak gibi bir gailesi yoktu. Çünkü herkesin ortak olduğu bu olayda yapılan suç değil, vatanperverlikti.

Bu “sakladık-kurtardık” masalı, Ermeni Soykırımı’nın suç olduğunu anlayan ve nasıl bir vahşet olduğunu idrak eden sonraki jenerasyonun masalıydı. Çocukları ve torunları onun yaptıklarını sorgulamamak, rasyonalize etmek, meşrulaştırmak ve dedelerinin yaptığının sorumluluğunu almayıp aklanmak için bu kolektif yalanı dolaşıma sokmuşlardı. Bu yüzden anlatılarda muallak bir “biz” vardı. Bu biz hem Ermenileri katletmiş, kadınlara tecavüz etmiş ve mallarını gasp etmişti hem de Ermenileri saklamış, kadınları kurtarmış ve yapılanlara çok üzülmüştü. Her iki durumda da gizli özne “biz”in kullanılmasının sebebi suç ortaklığını açık etmek, ama bunu bütün normalliği içinde yapmaktı.

Gerek Türkiye siyasetinin, gerekse Kürt Özgürlük Hareketi’nin Ermeni Soykırımı’nı ele alışını inceleyeceğim bu uzun yazıda, tam bir Türkiye metaforu olan kendi ailemin ve Türkiye Ermenisi metaforu olan büyükbabaannemin örneğini vermemin, Ermenileri savunur gibi yaparken, aslında onlara ne yaptığımızı anlatması açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Yokluğun Varlığıma…

Ermeni Soykırımı, yeni bir devlet yaratabilmek için milli sermayeden yoksun olunduğunu farkeden İttihat ve Terakki’nin hem gayrı Müslimlerin sermayesine el koyarak Sünni sermayeyi yaratmak hem de Balkanlar’da kaybedilen topraklar yerine Ermenilerin yaşadıkları topraklara göz dikerek burayı millileştirmek için hazırladığı soykırımdır. Osmanlı’nın katı merkeziyetçiliği yüzünden servet biriktiremeyen ve sadece köylü kalan (Türk-Kürt-Çerkes) Sünni nüfusun da halklar ve kitleler halinde ortak olup yer aldığı ve İttihat ve Terakki’nin tekelinden çıkardığı bir cinayet-tecavüz-yağma silsilesidir. Ermeni halkı tarihten kazınarak yok edilirken, toprakları ve malları Sünniler tarafından bölüşüldü; beğenilen Ermeni kadınlara tecavüz edilerek zorla el kondu (4).

Soykırım sonrası inkar devleti ve inkar toplumunda yaşamaya mecbur edilmiş hayatta kalan Ermeniler, Talin Suciyan’ın “İnkar Habitusu” (Denialist Habitus) diye tanımladığı şiddet ortamında hayatta kalabildiler. İnkar, soykırımın devamıdır. Soykırımın maddi-manevi şiddeti, inkarla birlikte sembolik şiddete bürünerek devam eder. İnkar habitusuyla çepeçevre sarmalanan Ermeniler hayatta kalabilmek için kendi tarihlerini, yaşadıklarını ve geçmişlerini inkar etmek zorunda bırakıldılar ve inkar etmek sağ kalabilmenin ilk koşulu oldu. Tarihsizleştirildiler, entelektüelsizleştirildiler, muhalefetsizleştirildiler. Kendilerini korumak ilk amaçları oldu ve sahip oldukları tarihi ve entelektüel birikimleri diğer kuşaklara aktarmaları engellendi. Temsiliyet, hak, siyaset, katılım gibi tüm mekanizmaları ellerinden alındı. Türkiye dışında da seslerini duyurabildikleri bir devlet ve muhatap bulamadılar ve ASALA ortaya çıktı (5).

ASALA’nın eylemleriyle gündem olan Ermeni meselesi (6), Taner Akçam’ın 1992 tarihli kitabı ve Agos’un yayın hayatına başlamasıyla birlikte sınırlı -genellikle akademik- çevrelerde konuşulmaya başladı. 2000’lerde öznesini ve izleyicisini sol liberallerin oluşturduğu kişiler konferanslar düzenlemeye başladılar. Çerçevesini ve önceliğini Ermenilerin değil de konuşanların hassasiyetlerinin belirlediği biçimde Ermeni Soykırımı konuşulmaya, romanlaştırılmaya ve anlatılaşmaya başladı. Ama bu öyle bir şekilde gerçekleşti ki, ortaya konan tüm konuşmalar ve anlatılar inkarın devamı, fakat yumuşatılmış versiyonuydu. Hrant Dink’in 2007’de öldürülmesi ise ortasınıf kitlelerin  Ermenileri ve Ermeni Soykırımını “keşfetmesi” açısından bir milat oldu.

Kna Merir Egur Sirim **

Öldürüldüğü güne kadar hakkında pek az şey bildiğimiz, 301’den yargılanırken çok az insan ve bir grup ÖDP’li dışında kimsenin destek vermediği, “tehdit ediliyorum” dediğinde hiç haber değeri taşımayan ve görmezden gelinen Hrant Dink, öldürüldükten sonra bir vicdan aklama nesnesine dönüştürülerek ilahlaştırıldı ve birden bire bugüne kadar davaları ve uğradığı tehdit hakkında tek kelam etmeyen yazar-çizer kesimin “Arkadaşı” veya “Hrant abi”si olurken, ortasınıf kitlelerin “Ahparig”i oluverdi. Maruz kaldığı şiddet karşısında sessiz kalarak öldürülmesine giden yolda büyük sorumluluğumuz olan Hrant Dink’in ölüm yıldönümü anmalarında rol dağılımı değişti ve Hrant Dink’e yapılanlara sessizlikle onay veren bizler, maktülün kimliğini çalarak ve kardeşleşerek cinayeti normalleştirdik.

Hepimiz Ermeni idik fakat bu sadece, kolayca arkadaş-ahparig diye tepeden gasp edebileceğimiz, romantize edebileceğimiz, hakkını savunmamıza gerek olmayan, çünkü “ölü” olan Ermeniler için geçerliydi. Keza Hepimizin Ermeni olduğu aynı tarihlerde Ermeni cemaatinin uğradığı tehditler, zorluklar hiç umrumuzda olmadı. Hrant’ın her biri bir medya aygıtını kullanma fırsatına sahip Arkadaşları, sadece Hrant’ın arkadaşı olarak Ermeni olmayı tercih ettiler. Kitleler anmadan anmaya Hrantlaştılar, Ermenileştiler.

Şüphesiz Hrant Dink’in öldürüldükten sonra bu kadar sahiplenilmesinde ve sembolleşmesinde diaspora Ermenileriyle girdiği tartışmalar ve diasporaya karşı Türkiye’yi savunmasının -veya savunmak zorunda bırakılmasının- rolü büyüktür. Bunun Türkler’in hem Ermenilere ve soykırıma bakışında hem de “iyi Ermeni” anlayışında metonomik bir tutum içerdiğini düşünsem de, bu başlı başına ayrı ve uzun bir tartışma yazısıdır (7).


* Ayşe Özdemir’e, ebediolur.blogspot.com ‘a , Hazal Halavut’a ve Talin Suciyan’a fikir ve önerileri için, Nadin Kitapçıyan’a Ermenice yardımı için teşekkürler.

** Anlamı “Öl ki seni seveyim” olan Ermenice deyim. Գնա մեռիր, եկուր սիրեմ



NOTLAR:

1- Bu olayın, yakın zamanda ortaya çıkan ve Gayrımüslimlerin numarayla kodlanarak fişlenmesiyle alakalı olduğunu düşünüyorum. Dedemin nüfusu öz annesine geçince muhtemelen dedem de numaralandırılmış ve hemen okula bilgi verilmişti.

2- Benim anlatılarda Gülbey diye dinlediğim bu kişi Güllü Ağa olarak da bilinir. Musa Anter Hatıralarım isimli kitabında da (S.131)  kendisinden bahseder. Gülbey’in soy isimleri Güldoğan olan torunları hala Diyarbekir’de yaşarlar.

3- Hamam tarihi eser olarak sit alanına dahil edildi. Geri kalan mallar muhtemelen ya satıldı ya da benzeri bir şekilde elden çıkarıldı/başka bir şeye çevrildi. Bu konuda sahih bilgi veremiyorum.

4- Yazıyı daha fazla uzatmamak ve odağı fazla dağıtmamak için Süryanileri, Rumları ve soykırımın detaylı ekonomi-politiğini yazamadım. Soykırım uzun bir süreçle gelişen ve 1800’lü yıllarda başlayan Ermeni katliamlarıyla başladı. Soykırımın sürecini ve ekonomi-politiğini daha detaylı incelemek isteyenler Uğur Ümit Üngör’ün, Ümit Kurt’un, Taner Akçam’ın, Vahan Dadrian’ın ve Çağlar Keyder’in kitaplarıyla Sait Çetinoğlu’nun yazılarını inceleyebilirler.

Soykırım sürecini özetleyen Uğur Ümit Üngör:

https://www.youtube.com/watch?v=y6_InAhUmmM&noredirect=1

Yaratılan milli sermayeye “ünlü” bir örnek olarak Eczacıbaşı’nın servetinin hikayesi aşağıdaki linktedir.

http://www.hayastaninfo.net/selcuk-uzun/4000-selcuk-uzun-ermeni-soykirimi-ermeni-mallerinin-gaspi-ve-malta.html

5-  Ermenilerin soykırım sonrası yok edilişlerinin ve ancak cemaat olabilecek kadar az sayıda kalışlarının etkisiyle çok daha zorlu yaşadıkları “İnkar Habitus”u aslında (38 sonrası) Aleviler başta olmak üzere Kürtler gibi ezilen hakları da kapsayan bir kavram. Tarihsizleştirilme,muhalefetsizleştirilme ve entelektüelsizleştirilme ise memleketin hepsini kapsayan genel bir  politika. Talin Suciyan’ın İnkar Habitusu kavramının daha genel ve tüm ezilen halklar üzerinden okunması daha faydalı olur. Türkçe çevirisi olmadığı için İngilizce bilmeyenlerden özür dileyerek İngilizce linki paylaşıyorum http://www.armenianweekly.com/2013/11/11/examining-the-denialist-habitus-in-post-genocidal-turkey/#

6- Seyhan Bayraktar’ın 1975-2005 tarihlerinde medyada Ermeni meselesini incelediği araştırmasında, Ermeni meselesinin, Ermeniler ve dış etkenler sayesinde gündem olup konuşulabildiğini belirtiliyor. Ermeni Soykırımı’nın Türkiye’de gündem olup konuşulabilmesinin sebebi Diaspora Ermenilerinin bu konudaki gayretleri ve çalışmalarıdır (Politics of Memory: Changes, Continuities and breaks in the discourse about the Armenian Genocide in Turkey)

7- Burda bir parantez açıp Van’daki Vartan (Ermenice zafer) Otel’i ve sahibi Victor Bedoian’ın akıbetini hatırlatmayı elzem görüyorum.

Ermeni Soykırımı sırasında Van’dan kaçan bir Ermeni’nin torunu olan Victor Bedoian, dedesinin topraklarına yıllar sonra dönerek otel açtı. Vanlı bir Müslümanın torunu olan ve dedesi “Hacı” Hüsamettin Altaylı’nın Van’da sahip olduğu 7 kilisenin ve köylerin açıklamasını yapamayan Fatih Altaylı, “Ermeniler Van’ı ele geçiriyor” provokasyonuyla Victor Bedoian’ı hedef gösteren bir haber yazdı. Vartan Otel’in camları Büyük Birlik Partisi il teşkilatı tarafından taşlanarak yere indirildi. Turizm Bakanlığı, Bedoian’ın işletme belgesini elinden aldı ve otelin üç yıldızı polis zoruyla bir gecede söküldü. Bir diaspora Ermenisi olan Victor Bedoian uğradığı tehditler sonucu canını kurtarmak için oteli satarak ABD’ye dönmek zorunda kaldı. “Bu toprakların gelip dibine gömülmek için gözümüz var” demediği ve talepleri çok açık olduğu için hiçbir “aydın” tarafından görülmedi, duyulmadı, hiç gündemleşmedi ve yeterince “ölü” olmadığı için sahiplenilmedi.


Yüklə 0,54 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin