bağı ile tanımlayan 1982 Anayasası’nın 66’ncı maddesindeki mevcut düzenlemenin etnisiteye vurgu yapmayan, devlet ile vatandaş arasındaki hukuksal bağı düzenleyen yapısının aynen muhafaza edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Yine, temel hak ve hürriyetlerle ilgili yapılacak düzenlemede, çok kültürlülüğü çağrıştıran temalara, grup hakları gibi tanımı ve hukuki niteliği belli olmayan ve siyasi açıdan kötüye kullanılmaya müsait ucu açık ifadelere de yer verilmemesi gerektiğini düşünüyoruz. Temel hak ve özgürlükler düzenlenirken bireyin esas alınması gerektiğini tekrar vurguluyoruz.
Laiklik ilkesiyle ilgili olarak: Laiklik ilkesinin özgürlük, dinî özgürlükler boyutunun da vurgulanmasının önem taşıdığını düşünüyoruz. Laiklik ilkesi elbette ki cumhuriyetimizin temel değeridir, en temel değeridir ama uygulamada ortaya çıkan sorunlardan dolayı özgürlük boyutunun da vurgulanmasının yararlı olacağını düşünüyoruz.
Temel hak ve özgürlüklere ilişkin görüşlerimiz çok özetle bu şekilde belirtildikten sonra, devlet organlarının oluşumuna ve siyasi partilerin hukuksal konumuna ilişkin görüşlerimiz… Başlarken de söylediğimiz gibi bir hukuk sisteminin işleyebilmesi için en temel konular bu başlık altında ele alınmıştır.
Bunlardan, bir defa, yargı bağımsızlığı konusu, HSYK’nın yapısı, ülkenin genel siyasal rejimi konuları birincil öneme sahiptir. Mesela ülkemizin demokratik müktesebatı 1909’lardan beri parlamenter rejim biçiminde gerçekleşmiş olduğundan dünyadaki örneklerinde de sıkça görüldüğü gibi siyasal diktatörlüklere yol açacak diğer arayışlara, başkanlık sistemi gibi diğer arayışlara gidilmemeli, parlamenter rejim sürdürülmelidir, aksaklıkları giderilmek suretiyle sürdürülmelidir.
Siyasi partiler ve seçim sistemlerine ilişkin görüşlerimize gelince: Demokratik rejimlerde siyasi partiler siyasi katılımın temel ve vazgeçilmez araçlarıdır. Bu sebeple siyasal partilerin parti içi demokrasi ilkelerine uygun biçimde işleyebilmelerinin anayasal ve yasal garantileri sağlanmalıdır. Aksi takdirde bunlardan siyasal sistemin demokratik işleyişini sağlamaları beklenemez ve kendileri demokratikleşemeyen bir yapıdan demokratik dönüşümleri yapmasını beklemenin askerî idarelerden demokratik anayasalar yapmasını beklemek kadar anlamsız şeyler olduğunu düşünüyoruz.
Bu çerçevede;
Örneğin demokratik temsilî makamlar için aday belirleme süreçlerinde parti yönetimlerine yüzde 5 gibi sınırlı bir kontenjan dışında merkez yoklaması ile aday belirleme yasağı anayasa hükmü hâline getirilmelidir.
Seçim sistemi demokratik temsili sağlayacak şekilde yeniden ele alınmalıdır. Ülke barajı makul seviyeye indirilmeli, nispi temsil esaslı Türkiye milletvekilliği ve tercihli oy sistemi getirilmelidir.
Milletvekilliklerinin seçim çevrelerine ve illere dağılımında, demokrasinin temel ilkelerinden genel ve eşit oy ilkesi ile uyumu sağlamak bakımından güncel seçmen kütüklerinde kayıtlı seçmen sayısının esas alınacağı ilkesel temelde belirtilmelidir.
Siyasi partilere yapılan hazine yardımı yüzde 1 ve üzerinde oy alan partiler arasında, aldıkları oy oranı nispetinde dağıtılmalıdır.
Partilerin ve milletvekili adaylarının seçim harcamalarının denetiminin Yüksek Seçim Kurulunun idari kanadında oluşturulan bir birim tarafından gerçekleştirilmesinin daha isabetli olacağını düşünüyoruz.
Parti kapatmaya ilişkin olarak, Avrupa normları, özellikle “Venedik Kriterleri” diye bilinen kriterler esas alınmakla birlikte böyle bir parti kapatıldıktan sonra bu partinin devamı niteliğinde partilerin kurulmasına kesinlikle izin verilmemeli. Ancak parti kapatma yerine bu derece ağır olmayan ihlallerde alternatif yaptırımlara da kapı aralanmalıdır.
Hükûmet sistemi ve Cumhurbaşkanının yetkilerine ilişkin değerlendirme: Cumhurbaşkanının siyasal sistem içerisindeki konumu önem taşımaktadır. Mevcut durumda, Anayasa’nın mevcut durumunda halkoyuyla gelen ve 2 defa seçilen bir Cumhurbaşkanının parlamenter rejimde Cumhurbaşkanının hakemlik rolünü oynayabileceği bir tasarım olduğunu düşünmüyoruz. Bu yanlış bir tasarımdır. Cumhurbaşkanlığı makamını siyasallaştıran bir tasarımdır, şu andaki düzenlemenin böyle olduğunu düşünüyoruz. Cumhurbaşkanı kural olarak milletvekilleri tarafından yani parlamento tarafından seçilmelidir ama halk tarafından seçilse bile -kim tarafından seçilirse seçilsin- sonuçta bir defalığına seçilmelidir. Eğer ikinci defa seçim imkânı getirilirse cumhurbaşkanına parlamenter rejimin özünde olan cumhurbaşkanının hakemlik rolünün sağlanması mümkün olmayacak çünkü Cumhurbaşkanlığı makamı zorunlu olarak, sistem gereği siyasallaştırılacaktır.
Cumhurbaşkanına icrai yetkiler tanınmamalı, parlamenter rejimin mantığı ve işleyiş kuralları içerisinde karşı-işlem yöntemine uygun olarak bazı üst düzey makamlara atama yetkileri elbette karşı imza kuralıyla birlikte söz konusu olmakla birlikte yargı ve yürütmeye ilişkin seçme yetkileri mutlaka kaldırılmalı, tek başına yapacağı işlemlerden söz edilmemeli, tek başına icrai işlem yapma yetkisi tanınmamalıdır.
Mevcut durumu dikkate aldığımızda kaldırılması gereken seçme yetkilerine örnek olarak şunları verebiliriz: Yükseköğretim Kurulu üyelerini seçmek, üniversite rektörlerini seçmek, Anayasa Mahkemesi üyelerini, Danıştay üyelerinin dörtte birini, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı vekilini vesaire seçmek gibi yetkileri kaldırılmalıdır.
Başbakanın konumuna gelince, parlamenter rejimlerde olması gerektiği şekliyle Başbakanlık anayasada eşitler arasındaki birincil konumuna uygun olarak düzenlenmelidir. Başbakanlar Bakanlar Kurulunun amiri hâline getirilmemelidir. Aksi takdirde ne parlamenter rejim ne başkanlık rejimi ama “Başbakanlık” rejimi adını vereceğimiz sui generis bir durum ortaya çıkmış olmaktadır. Şu andaki Türkiye'nin yönetim sisteminin de böyle bir yönetim sistemi olduğunu düşünüyoruz.
Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi… En sorunlu alanlarımızdan bir tanesi budur. Bu, tamamen Parlamentoyu devre dışı bırakan bir şekilde kullanılır hâle gelmiştir ve çok sorunludur. Bu sebeple bunun çok sınırlandırılması gerektiğini düşünüyoruz. Bir defa, olağan dönemlerde hükûmete kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi kural olarak verilmemelidir ama istisnai olarak şartların zorunlu kılması hâlinde ve sadece Meclisin tatilde olduğu dönemde geçerli olmak şartıyla beklemeye tahammülü olmayan ekonomik konular gibi acil çözümü hayati öneme sahip hususlarda hükûmete bir defaya mahsus kullanılmak üzere bu yetki tanınabilir ama bu hâlde dahi yetki kanunu çıkarılarak kanun hükmünde kararnamenin bütün sınırlarını mümkün olan en somut şekilde belirlemeli, yetki kanununun kabulü için de beşte 3 gibi özel nisap öngörülmelidir. Çünkü kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi aslında yasama yetkisinin belirli bir süreliğine devri niteliğini taşıdığı için bir çeşit anayasa değişikliğidir, anayasa değişikliğindeki kurallara paralel bir nisap burada öngörülmelidir. Öte yandan yürürlüğe konulan kanun hükmünde kararname Meclis toplandığında derhâl Meclisin onayına sunulmalı, bir ay gibi belirlenecek -bu üç ay olur, bir ay olur ama- kesin bir süre içerisinde görüşülüp kanunlaştırılmadığı takdirde de reddedilmiş sayılmalıdır. Olağanüstü hâllerde kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi devam etmeli ancak bunlara karşı da yargı yolu açık olmalıdır. Yargı yolunun açık olmaması kabul edilemez. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin çekirdek alan da güçlendirilerek korunmalıdır, olağanüstü hâllerde dahi korunmalıdır.
Millî Güvenlik Kuruluna ilişkin önerimiz var. Kuvvet komutanlarının tek tek burada yer almasının her seferinde gerektiğini düşünmüyoruz ama mülki hizmetleri bulunan Jandarma Genel Komutanı, Sahil Güvenlik Komutanı gibi askerî makamların bu Kurulda bulunmasını, kuvvet komutanlarının ise ilgili konu olduğu takdirde toplantıya oy ve söz hakkı olmak suretiyle davet edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Üniversite özerkliğinin YÖK karşısında sağlanması, tabii hem cumhurbaşkanı karşısında hem de YÖK karşısında sağlanması gerektiğini düşünüyoruz.
Diğer konular olarak ele aldığımız bazı hususlara da kısaca değinecek olursak; bir defa, Sayıştayın kararlarına karşı yargı yolu açılmalı; Genelkurmay Başkanlığı siyasi iradeye karşı sorumlu olduğu vurgulanmakla beraber askerî teşkilatın özerkliği mutlaka korunmalı, herhangi bir bürokratik yapılanma gibi tasarlanmamalı diyoruz.
Ve geldik en önemli konuların başında bulunan yargının yapılandırılması konusuna. Burada, başlarken de belirttiğimiz gibi ne yapılmalı? Yargının karar mekanizmalarına siyasetin nüfuz etme kanalları mutlaka tıkanmalıdır, kaldırılmalıdır. Burada iki husus önem taşımaktadır: Birincisi Anayasa Mahkemesi, ikincisi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun durumudur.
Anayasa Mahkemesinin yapılandırılmasında en önemli husus üye belirleme konusunda ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesine yapılacak üyeliğe ilişkin seçimler -çeşitli kuruluşlardan gelenlerde- salt çoğunlukla doğrudan sonuç doğurmalı yani herhangi birinin seçimine falan bırakılmamalı, işte “Üç aday arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilir.” gibi olmamalı. Adaylarda mesleki tecrübe aranan hâllerde bu şartı sağlamanın yanı sıra en az kırk yaşını tamamlamış olmaları şartı da aranmalıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bu Mahkemeye üye seçebilmesi için salt çoğunluk yeterli görülmemelidir. Toplam üye sayısının dörtte 3’ü gibi nitelikli bir oy… Bunun da amacı nedir? Siyasi partileri uzlaşmaya zorlamaktır çünkü demokrasi bir uzlaşı rejimidir. Uzlaşının olmadığı yerde demokrasiden söz edilemez, çoğunluğun tahakkümünden söz edilir. Seçimlerde bu oranların gerçekleşmemesi hâlinde, örneğin üçüncü turdan sonra seçime katılan bütün adaylar arasında kura yöntemi uygulanarak sonuç belirlenmelidir. Talih kuşu kimin başına konarsa o seçilmiş sayılmalıdır.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu “Hâkimler Yüksek Kurulu” ve “Savcılar Yüksek Kurulu” olarak birbirinden bağımsız bir şekilde iki yapıya ayrılmalıdır 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi. Çünkü hâkimlik ve savcılık mesleği birbirinden tamamen farklı özeliklere sahiptir. Bir defa, şu kadarını söyleyelim: Her yerde bir başsavcılık olur, diğer savcıların amiridir başsavcı ama hâkimin amiri yoktur. Bu kadar önemli farklar vardır, farkları artırmak da mümkündür. Onun için “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu” diye tek bir kurul içerisinde bu yapıları mezcetmek, kaynaştırmak asla doğru olmamıştır. Bugünkü sorunlarımızın temelinde de bunlar bulunmaktadır.
Yargı sisteminin kalbini oluşturan bu kurum -Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulundan söz ediyoruz- siyasal etkiye açık bir yapıda olmamalıdır. Onun siyasi bir etkiye açık bir yapıda olmaması her şeyden önemlidir. Mevcut yapı esas alındığında, yüksek yargı organlarında görev yapan üyeler arasından ve en az on yıl üyelik tecrübesi olanlar arasından, mevcut kürsü hâkimlerinden birinci sınıfa ayrılmış ve bu sınıfta on yılını doldurmuş kişiler arasından Türkiye’deki il barolarınca değil, Barolar Birliği Genel Kurulunca, meslekte yirmi yılını doldurmuş üyeleri arasından gibi seçimler yapılmalıdır. Burada ilk derece mahkemesinde görev yapan hâkimlere -bu Kurulun görevleri dikkate alındığında- 3/10 gibi bir oranda temsil imkânı sağlanmalıdır yani “Türkiye’deki birinci sınıfa ayrılmış ilk derece hâkimlerin sayısı şu kadar çok, onun için demokratik temsile göre bunların sayısı daha fazla olmalıdır bu Kurulda.” gibi bir yaklaşım doğru olmaz çünkü bunlar sonuçta yüksek yargı organlarının üyelerini de seçmektedirler yani çok önemli görevler ifa etmektedirler.
Hiçbir siyasetçi ya da bürokrata Kurul üyeleri arasında yer verilmemeli, Adalet Bakanıyla Kurul arasındaki ilişki, Adalet Bakanının davet edildiği toplantılarda sembolik nitelikli bir onursal başkanlık biçiminde düzenlenmelidir. Adalet Bakanının Kurul toplantılarına katılımı, sadece yargı örgütüyle yürütme ve yasama organı arasında bütçesel işler, kadro işleri gibi zorunlu irtibatların sağlanması durumlarında ve Kurul Başkanının çağrısı üzerine gerçekleşmelidir. Adalet Bakanı Kurul sekretaryasını yönetecek amirlerin atanmasında da söz sahibi olmaktan çıkartılmalıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşarı da ancak Kurulun idari işleriyle ilgili dairesinin çalışmalarına veya idari işlere ilişkin gündemlerin görüşüldüğü Kurul çalışmalarına ilgili bölüm başkanının daveti üzerine oy hakkı bulunmamak üzere davet edilmelidir.
Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı da kendi içinde tabii ki savcılık teşkilatının özellikleri esas alınarak Hâkimler Yüksek Kuruluna paralel şekilde düzenlenmelidir. Tabii, bunu sunumumuzda yazmadık ama Hâkimler Kurulunun da aslında adli yargı hâkimleri ve idari yargı hâkimleri diye de ikiye ayrılması daha önem taşır çünkü böyle bir birleşik yapıda idari yargının adlileşme süreci hızlanarak devam etmektedir. Onun için aslında o kurulun da aslında ikiye ayrılması gerektiğini dipnot olarak söylemiş olalım.
Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ayrı yüksek mahkemeler olarak düşünülmemeli, bunlar Yargıtayın veya Danıştayın içerisinde özel uzmanlık daireleri şeklinde düzenlenmelidir.
Yüce Divan görevi bir ceza yargılaması olduğu için Yargıtayın ceza daire başkanlarından oluşturulacak bir özel daire tarafından yerine getirilmeli.
Adli kolluk çok önemlidir. Adli kolluğun siyasi otoritenin emrinden alınması ve adli makamların emrinde çalıştırılması gerekir, aksi takdirde yargı bağımsızlığını -bu saydıklarımızın hepsi yapılsa bile sağlamış- olmayız çünkü siyasi yönü olan ceza davalarında delil toplama işini siyasetin emrindeki adli kolluğa vermek aklın ve izanın izah edebileceği bir durum değildir.
Saygılar sunuyorum efendim.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Sayın Hocam, çok teşekkür ediyoruz.
Değerli arkadaşlarımızın Hocamızın ifadelerine ilave edecekleri özel bir şey var mı?
ATİLLA KART (Konya) – Teşekkür ederim, yararlandık, bunu bilmenizi isterim.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Çok sağ olun Hocam ama ben alanınızı öğrenmek isterim.
TÜRK HUKUK ENSTİTÜSÜ GENEL BAŞKANI PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – İdare hukuku efendim ama anayasa-idare arası çalıştım.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Hocam, iki tane merakım var sunuşuna göre.
Bir: Şu andaki yapılanmada Başbakanlık-Bakanlar Kurulu ilişkisinin bir amiriyet makamı gibi değil, güçler ayrılığı ilkesine göre farklı bir yapılanma… Ne gibi değişiklikler önerirsiniz Anayasa’nın 112’nci maddesi vesaireye yani “primus interpares” diyorsunuz, tamam ama özel, özgün bir teklifiniz var mı? Çünkü bunları yazacağız yani sizin acaba Başbakanlık şöyle olmalı falan gibi somut bir öneriniz var mı?
TÜRK HUKUK ENSTİTÜSÜ GENEL BAŞKANI PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Şimdi, tabii, burada “Düzeltici önlemleri alır.” falan şeklinde yani 112’nci maddede çok amir bir konum var yani o ifade düzeltildiği takdirde, o ifadenin o özelliği kaybettirildiği takdirde sanıyorum sorun çözülmüş olur büyük ölçüde ama hiçbir maddede somut bir öneri getirmedik.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Teşekkür ediyorum.
Hocam, bir de tabii alanda tabii derin bir birikiminiz var. Şöyle bir kural var: Şimdi, oyunun kurallarını, bilhassa seçim olsun, iç tüzük olsun vesaire uzlaşmayla belirleyemediğimiz zaman büyük çatışmalara yol açılıyor. Şöyle bir norm ki Anayasa’nın 67’nci maddesinde, 2001 değişikliğine atıf yaptınız, benim önerimle geldi, mutabakata dayalı olmayan, uzlaşmaya dayalı olmayan oyunun kuralları, bu seçim olur, öbürü olur, öbürü olur, “Seçim dönemini izleyen dönemlerde yürürlüğe girebilir.” şeklinde soğutucu bir önlem… Nasıl görürsünüz böyle bir genel anayasa ilkesini?
TÜRK HUKUK ENSTİTÜSÜ GENEL BAŞKANI PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Bu genel anayasa ilkesi çok doğru, çok isabetli bir ilke olarak getirilmiştir. Sizin katkınız olduğunu bilmiyordum ama kimin katkısı varsa, kimin önerisi varsa ona şükranlarımı sunuyorum. Bu çok önemlidir, bu korunmalıdır yani yeni yapılacak düzenlemelerde de bu korunmalıdır.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Hocam, çok teşekkür ediyoruz, sağ olun. Elinize sağlık, notu da hemen takdim ettiniz.
Çok teşekkür ediyoruz.
TÜRK HUKUK ENSTİTÜSÜ GENEL BAŞKANI PROF. DR. ALİ AKYILDIZ – Biz teşekkür ediyoruz efendim, sağ olun.
Kapanma Saati: 14.46
DÖRDÜNCÜ OTURUM
Açılma Saati: 14.52
--------------- 0 ---------------
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Efendim, davetimizi kabul edip, lütfedip görüşlerinizi bildirmek üzere buraya gelmenizden dolayı sizlere teşekkür ediyoruz.
İşte, 30 Nisana kadar bizim katılım sürecimiz devam ediyor. Toplumun bütün kesimlerinden, tek tek bireyler de dâhil olmak üzere, görüş alma gayreti içindeyiz. Bugün sizlerle birlikte olacağız.
İzin verirseniz toplantımızla ilgili iki küçük noktayı ifade etmek istiyorum. Siz burada görüşlerinizi bildireceksiniz, biz herhangi bir şekilde sizinle o görüşleri değerlendirmek gibi bir diyaloga girmeyeceğiz.
Kırk dakikalık bir süreniz var. Bu sürenin sonunda bir iki dakikayı Komisyon üyelerine ayırırsanız sizin sunduğunuz, bizim biraz açıklığa kavuşturulursa daha iyi değerlendireceğimizi ümit ettiğimiz konularda soru yöneltmemiz mümkün olur. Yoksa sizin değer yargılarınızı biz burada kesinlikle tartışmayacağız.
Efendim, buyurun.
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – İlk önce sizlerin şahsında, Anayasa Uzlaşma Komisyonun şahsında Türkiye Büyük Millet Meclisine bizi bu şekilde Komisyona davet edip görüşlerimizi dinlediği için hem Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi adına hem de bağlı bulunduğumuz Rumeli Balkan Federasyonu ve Balkan Rumeli Göçmenleri Konfederasyonu adına teşekkürlerimizi arz ederiz.
(Toplantıya katılan temsilcilerin tanıtımı yapıldı)
Şimdi, ben sizlere önce kimi temsil ediyoruz kısaca onu arz etmek istiyorum.
Türkiye’de Rumeli, Balkan ve Trakya sivil toplum örgütlenmesi denilince kurulmuş bulunan tek bir konfederasyon var. Bu Konfederasyonumuz 19 Temmuz 2005 tarihinde kuruldu, 36 ilde faaliyet gösteriyor. Size verdiğimiz rapor içerisinde bir harita var. Bu haritada kırmızıyla işaretlenmiş olan yerler Konfederasyonumuza bağlı federasyonları gösteriyor. Adana’da, Eskişehir’de, Sakarya’da, Bursa’da, İstanbul’da, Edirne’de ve İzmir’de bu 9 federasyonumuz. 36 ilde de bu federasyonlarımıza bağlı sivil toplum kuruluşlarımız var ama burada işaretlenmemiş olan Elâzığ’da kurulmuş derneğimiz var, Diyarbakır’da kurulmuş fakat oradaki etnik bölücü terör sebebiyle faaliyetini sürdüremeyen derneğimiz var çünkü Diyarbakır’da “93 Harbi” denilen Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra ve 1912 Balkan savaşlarından sonra önemli bir nüfus, özellikle Bulgaristan’dan gelen önemli bir nüfus Diyarbakır’a yerleştirilmiştir ve Diyarbakır’da Bulgaristan Türklerinin köyleri vardır. Yine Iğdır’da derneğimiz var, Iğdır Balkan Türkleri Derneğimiz var. 1934 yılında da yine oraya 437 aile yerleştirilmiş, iskân edilmiş ve hâlen de orada yaşıyorlar, dernek olarak da faaliyetlerini sürdürüyorlar.
Rumeli Balkan Federasyonu, İstanbul’da kurulu Federasyonumuz bu yapının en güçlü örgütüdür, 52 tane derneğimiz bu kuruluşumuza bağlıdır ve huzurda bulunan Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi de dernek statüsünde faaliyet gösterip bu büyük yapının düşünce kuruluşudur. Gördüğünüz gibi, bu yapı Balkan Rumeli Göçmenleri Konfederasyonunun yapısı, bağlı dernekler burada işaretli, sağ tarafta da Rumeli Balkan Federasyonu İstanbul’da, görüyorsunuz.
Şimdi, farklı bir Türkiye tanımı yapmak istiyoruz biz Sayın Komisyona. “Türkiye” denilince ne anlamamız gerektiği konusunda bir tarif yapılması gerektiğine inanıyoruz. Bu tarifi Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşayan tarihçiler, medya mensupları, edebiyatçılar ve siyasetçiler gibi sosyal konuların uzmanlar her nedense yapmaktan kaçınıyorlar. Sadece geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz tarihçi Yılmaz Öztuna bu konuya dikkat çekerek farklı ve bizce doğru bir Türkiye tanımı yaparak bu Türkiye'nin Avrupa kısmını kaybettiğimizi anlatmaktadır. Aşağıda yer alan harita 1909 yılında Fransa’da yayımlanmış olup bu tezin haklılığını kanıtlayan en önemli delillerden birisidir. Haritaya bakarsak, Balkan topraklarının üstünde gördüğünüz gibi “Türkiye” yazmaktadır yani “Türkiye” denilince Batı, Balkanları da anlamaktadır fakat Balkanlar kısmı kaybedilmiştir yani Türkiye'nin Avrupa kısmı kaybedilmiştir ve sadece Asya kısmı elimizde kalmıştır.
Şimdi, tabii, bu kadar büyük bir toprak parçası kaybedilince ki kaybedilen toprak parçasının toplam yüzölçümü 550 bin kilometrekaredir ve şu an bu topraklar üzerinde 53 milyon civarında insan yaşamaktadır. Bu 53 milyon insanın 2 milyon 250 bin civarında soydaş Türk insan Türk olarak yaşamakta, yaklaşık 10 milyon civarında da Arnavut, Boşnak, Torbeş, Pomak, Goralı dediğimiz akraba topluluklarımız bulunmaktadır. Tabii, bu topraklardan Türkiye’ye göçler 1821’de Mora isyanıyla başlıyor ve hâlen de sürüyor Balkan topraklarından ana vatan Türkiye’ye göçler.
“Türkiye’de ne kadar Balkanlardan göç etmiş insan yaşamaktadır?” sorusuna değişik cevaplar veriliyor. Bunlardan Profesör Doktor Kemal Karpat “Türkiye Cumhuriyeti kurulurken 11-12 milyon nüfus vardı, bunun 7-8 milyonu Balkanlardan ve Kafkaslardan göç ederek gelmişti.” Demiştir. Yine Profesör Doktor İlber Ortaylı “Yaşayan nüfusumuzun en az üçte 1’i Rumeli Türklerinden müteşekkildir.” diye belirtmiştir. Yine Türk Tarih Kurumu eski Başkanı Profesör Doktor Yusuf Halaçoğlu da
Yusuf Halaçoğlu da 2010 yılında Kocaeli’de yapılan Uluslararası Rumeli–Balkan Sempozyumu’nda Rumeli’den göç etmiş insan sayısının günümüzdeki nüfusumuzun en az 25 milyonunu oluşturduğunu söylemiştir.
Bu sayılara bakınca yani bizim 2006 yılının 15 Temmuzunda Hürriyet gazetesinde yaptığımız bir açıklamada bu nüfusu 35 milyon civarında ifade etmiştik. O günden bugüne kadar da bir tekzip görmedi. İster 35 milyon diyelim, istersek Profesör Doktor İlber Oltaylı ile Yusuf Halaçoğlu’nun tespitlerini kabul edelim. 75 milyonluk nüfusumuzun içinde bunlar çok önemli payı oluşturmaktadır.
Bugün burada insanlarımızın yani ortak adları Rumeli–Balkan Türklerinin bir temsilcisi olarak Sayın Komisyonun önünde bulunmaktayız.
Osmanlı Türk İmparatorluğu’nda yargı reformu denemeleri ve Balkanlara etkilerine gelince… Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun bozulan devlet düzeniyle başlayan yeniçeri isyanları ve etnik milliyetçilik akımlarının sonucu olarak Sırp, Yunan ayaklanmaları başta olmak üzere Balkanlardaki diğer ayaklanmalar nedeni ile devlet seçkinlerinin modernleşmeye karar vermesi ile meydana gelen gelişmeler sonucu Sened-i İttifak imzalanmıştır.
Devlet ve toplum hayatında yaşanan olumsuzlukların devam etmesi nedeni ile devlete egemen olan yeni aktörler, devletin çöküşten kurtarılmasının yöntemini, Batılıların yaptığı gibi bir anayasa yapmaktan geçtiği şeklinde iddia ettiler. Bu iddianın sahiplerine göre, böyle bir anayasa ile Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun farklı ve karşıt taleplere cevap vereceği, etnik milliyetçilik akımlarını dengeleyeceği düşünüldü ve 1831 tarihli Belçika ve 1850 tarihli Prusya Anayasası örnek alınarak, ilk anayasamız olarak kabul gören 1876 tarihli Kanun-i Esasi yürürlüğe girdi.
İlginç olan, bu Anayasa’yı ortaya çıkaran dinamiklerin, toplumun ihtiyaçlarından çok, bir kısım güçlerce devletin yeniden tanzim edilme isteği ile Balkanlarda başlayan ayaklanmalar ve Batılıların iç işlerimize müdahalesinin engellenmesi amacı taşımasıydı ama bu hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Gerçekten de 1876 Aralık ayında Balkanlardaki eyaletlerin yönetim şartlarını düzeltmek amacıyla, İngiltere’nin öncülüğünde, İstanbul Haliç’te bulunan tersanede bir konferans düzenlenir ve Rusya, Prusya, İngiltere ve Fransa temsilcilerinin Balkanlardaki bazı eyaletler için bağımsızlık talepleri dile getireceği anlaşılınca Kanun-i Esasi ilan edilir ancak Batılılar bunla ilgilenmez ve Sırbistan ile Karadağ için bağımsızlık, Bosna Hersek ve Bulgaristan için de özerklik kararı alınır. Osmanlı Türk İmparatorluğu da bunu tek taraflı olarak kabul etmeyince Rusya savaş ilan eder ve 93 Harbi denilen savaş, Türk milleti ve Osmanlı Türk İmparatorluğu için ağır sonuçlar doğurur.
1876 yılında kabul edilen Kanun-i Esasi ile birlikte I. Meşrutiyet de ilan edilmiş olur. 1908 yılına kadar devam eden süreç sonucunda, Rumeli–Balkan coğrafyasında başlayan isyan ile birlikte II. Meşrutiyet ilan edilir. Meşrutiyet ve yürürlüğe konulan anayasanın ardından esaslı reformların yapılacağı inancı yönetenlerde ve özellikle Başkent İstanbul’da hâkim olan bir anlayıştır.
Görüleceği üzere 18. yüzyılın başında Sened-i İttifak’la başlayan Tanzimat ve Islahat Fermanları ile devam eden nihayet Batı tarzında oluşturulan Kanun-i Esasi ile meşrutiyet denemeleri ile süren hukuk reformu ve anayasa çalışmalarının sonu “Avrupa Türkiyesi” olarak tanımladığımız Rumeli-Balkan topraklarımızın kaybıyla neticelenmiştir.
Garip bir tesadüftür ki ülkemizde yeni anayasa çalışmalarının sürdüğü 2012 yılı Balkanları kaybedişimizin son adımı olan Balkan Savaşları’nın -1912–2012 arasında- 100’üncü yılıdır. Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun 1800’lü yılların başında başlayan hukuksal reform çalışmaları çaba vermemiş ve ülkemizde dış mihraklarca tezgâhlanan oyunlar neticesinde meydana getirilen sosyal ve iktisadi çözülmeyle birlikte, küçük Balkan ülkeleri karşısında, Türk tarihinde görülmemiş bir bozgun yaşanmıştır.
Balkan Savaşları neticesinde, 1,5 milyon insanımız ve bugünkü topraklarımızın yüzde 20’sinden fazlasına tekabül eden 168 bin kilometre kare toprağımız bir iki ay içinde kaybedilmiştir.
Yeni Anayasa çalışmalarının öncesinde ve hâlen yaşanan süreç dâhilinde, ülkemizin ve Türk milletinin yaşadıkları ile toplum içerisinde süren tartışmaların ve Batılı ülkelerin dayatmalarının, geçmişte Balkanlarda yaşadıklarımızla büyük benzerlikler içermesi hem düşündürücü hem de geçmişte başımıza gelenler açısından ürkütücüdür. Yeni anayasada bu hususun göz önüne alınarak çalışmalar yapılması ve millî birliğimiz ile toprak bütünlüğümüzün korunması en büyük talebimizdir. Dün Balkanlarda oynanan oyunun bugün ülkemizde oynanmasına hep birlikte izin vermemeliyiz. Vatan kaybetmiş insanların yaşayan nesilleri olarak, aziz milletimize bu konuda uyarılar yapmayı kendimize bir vazife addediyoruz.
Millet nedir? Aynı ve yakın coğrafyalarda yaşayan, aralarında dil, din, tarih ve özellikle kültür birliğinin var olduğu, birlikte gülen, birlikte ağlayan, türküleri ve ağıtları bir, aynı mezarlığa gömülen ve kendileri dışında yer alan milletlerce de “millet” olarak kabul edilen insan topluluğudur. Bu nedenle Diyarbakırlı büyük Türk mütefekkiri Ziya Gökalp’in “Millet lisanca, dince, ahlakça, bediiyatça müşterek olan, terbiye almış fertlerden mürekkep bir zümredir. Milliyette şecere aranmaz. Yalnız terbiyenin ve idealin millî olması aranır.” tarifi millet tanımlamasının en güzel örneklerinden biridir.
Türk milleti nedir? Bu konuda en büyük referans kaynağımız Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, millet kavramı ile ilgili olarak ifade ettikleridir ancak bunlar içinde en önemli olarak gördüğümüz tanımlama 1932 yılında sarf ettiği “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır.” sözüdür. Yine Atatürk’e göre, bir kültürden olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir. Başka bir tanımlamada da “Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan, beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvakkatte samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir.”
Profesör Doktor Kemal Karpat, siyasal anlamda modernizm öncesi bir Türk milletinin Balkanlarda oluştuğunu söylemektedir. Karpat “Adına ‘Türk’ denilen bu milletin başta gelen en önemli özelliklerinin din, dil, kültür birliğine dayanan bir kimliğe sahip olmasıdır.” diye açıklamaktadır.
Bu nedenle, sizlerin dikkatini -burada önemle vurgulamak istiyoruz- 1950 ile 1960 yılları arasında yoğunlaşan ve sonrasında da devam eden Türkiye ile Yugoslavya arasında yapılan serbest göç anlaşmalarına dayalı göçlere çekmek istiyoruz.
1950–1960 yılları arasında, dünün Yugoslavyası bugünün Bosna Hersek, Karadağ, Sancak, Hırvatistan, Sırbistan, Kosova ve Makedonya topraklarından sayıları 1 milyon civarında insanımızın, dünyanın her yerine göç etme hakları varken, o gün bugünle mukayese edildiğinde daha güçsüz ve fakir bir Türkiye’ye göç etmelerini nasıl izah edebiliriz? Bunun tek bir nedeni vardı, Türkiye bu insanlar için bir ana vatandı ve kendilerini Türk milletinin bir mensubu olarak görüyorlardı. Gelenler arasında binlerce Boşnak ve Arnavut vardır ve özellikle herkes tarafından bilinmelidir ki Balkanlarda yaşayan Boşnak, Arnavut, Torbeş, Pomak, Goralı ve Müslüman Çingene yani Roman kardeşlerimize “Sen nesin?” diye sorulduğunda alacağınız cevap halen “Elhamdülillah Türküm” olur. Bugün bu sebeple yukarda saydığımız ülkelere gittiğinizde, Türkiye’ye ve Türk milletine karşı büyük bir sevgi ve bağlılık görürsünüz. Bu durum, Türk milletinin nasıl bir sosyolojik tabana oturduğunu gösteren en iyi örneklerden biridir.
Keza aynı şeyleri Saddam’ın Irak’ta Halepçe katliamından ve Suriye’deki son yaşananlardan sonra, başka bir yer aramaksızın yüzlerini Türkiye’ye çeviren Kürt ve Arap kardeşlerimizde de görüyoruz. Bunun en önemli sebebinin “mensubiyet” duygusu olduğundan şüphe yoktur diye düşünüyoruz.
Böyle bir millet anlayışı bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde de mevcuttur. Sınırlarımız içinde yaşayan ve “Türk milleti” olarak tanımladığımız insan topluluğu binlerce yıldır bir arada ve kardeşlik hukuku içinde yaşamaktadır. Onun için evliliklerle çelikleşmiş bu toplumun dünyanın en homojen topluluğu olduğu da tartışılmaz sosyolojik bir gerçekliktir. Bu bize göstermektedir ki Türk milleti kavramı ırki bir bütünlüğü değil, Profesör Doktor Kemal Karpat’ın belirttiği gibi, din, dil, kültür ve tarih birliğinin oluşturduğu sosyolojik bir yapıyı karşılamaktadır. Bize göre, bu tarife uygun bir insan topluluğu Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamakta ve adına da “Türk milleti” denilmektedir.
Yeni anayasadan beklentilerimiz: Osmanlı’dan bu yana Türkiye’de anayasa konusu dış güçlerin ve özellikle Batı’nın bu konu hakkında dayatmasının başladığı süreden itibaren, siyasal tartışmaların odağında yer alan ve ülkemizin sıcak gündeminden hiç düşmeyen konuların başında yer alır. Kanaatimizce, bunun temel nedeni, ideal bir anayasanın her derde deva olacağı ve ülkemizin tüm sorunlarına çözüm getireceği varsayımı üzerinde kasıtlı olarak oluşturulan yanlış bir algıdır. Halbuki ülkemiz, aynı zamanda Avrupa Birliği üyesi olan birçok Orta ve Doğu Avrupa ülkesiyle kıyaslandığında, köklü bir anayasa yapma birikimine sahiptir. Hâl böyle olunca Türk milletinin bütün katmanlarının görüşleri dikkate alınmak suretiyle ve temel değerler korunarak yapılacak kısa bir anayasa ihtiyaçları karşılamaya yetecektir.
Ülkemizde yapılan anayasalara baktığımızda, her yapılan yeni anayasanın bir öncekine tepkisel bir yaklaşımla hazırlandığı görülmektedir. Yeni anayasa çalışmaları, bundan önceki anayasalara oluşmuş tepkilere göre değil, bundan böyle gelecekte bir daha tartışma götürmeyecek şekilde, Türk toplumuyla yazılı bir sözleşme niteliğinde hazırlanmalı ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş esaslarını ve ruhunu açıkça yansıtmalıdır. Bu nedenle ülkemizde yapılmış olan 1921, 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında yer alan ve hiçbir zaman geçerliliğini yitirmemiş ve yitirmeyecek olan hususların dikkate alınarak yapılacak olan anayasada da bulunması, yapılacak olan anayasa açısından olmazsa olmaz koşullardan bir tanesidir.
Yeni anayasada devletimizin esasları ve millî değerler açısından tartışma götürmeyecek hususların günümüzün koşulları bahane edilerek, eksiltilmeye, değiştirilmeye ve kaldırılmaya teşebbüsü, tarafımızca asla kabul edilemeyecek bir durumdur.
Anayasa yapım tekniği açısından, uzun bir anayasaya ihtiyaç yoktur. Anayasaların ülke halkı ile devleti arasında yazılı olarak yapılmış en temel sözleşme olduğu kabul edilirse, bu temel sözleşmenin birlik ve bütünlüğün sürdürülebilir kılınmasını sağlayacak hususları içermesi yeterli olacaktır.
Unutulmamalıdır ki Amerika Birleşik Devletlerinin anayasası çok kısa olup ve İngiltere’nin de yazılı anayasası bulunmamaktadır. Bu nedenle, kanunlarla düzenlenmesi gereken hususlar anayasada yer almamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti anayasasının hukukun üstünlüğünü, insan şeref ve haysiyetini, fikir, teşebbüs, din ve vicdan özgürlüğünü sağlayacak demokratik usulleri belirleyici olması gerekir ve bu durum aynı zamanda bir hayat tarzı olarak sosyal ve siyasal ilişkilerde, dolayısıyla bütün kurum ve kuruluşlarda yaşama geçirilmelidir.
Anayasalar, geniş kesimlerce kabul edilen değerleri içeren belgeler olduğundan sık sık değiştirilmesinin ve bu sebeple tartışmaya açılmasının önüne geçilmesi sağlanmalıdır. Detayların ve ayrıntıların anayasada belirtilmesi ve bu yolla da gelecekte yeni tartışmaların yolunun açılmasına da gerek yoktur.
Ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisinin 24’üncü Dönem Parlamentosu kurucu meclis hüviyetinde olmadığından kendisini kurucu meclis yerine koyarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine, ruhuna ve esaslarına aykırı anayasal değişikliklere gitmeye teşebbüs ederse, bu doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Bu nedenlerle, yapılması düşünülen anayasada yazılı hususların varlığının somut bir şekilde görülmesi gerektiğini düşünüyoruz.
A) Türkiye Cumhuriyeti’nin, devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esas alınmalıdır.
B) Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesi, varoluş gerekçesi ve kurucu iradeyi ifade eden 1982 Anayasası’nın “Başlangıç” kısmı yapılacak olan anayasada da aynen muhafaza edilmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin hâlen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’nın ilk dört maddesinde yer alan nitelikleri, millî birlik ve bütünlüğün devamı açısından aynen yapılacak olan anayasada da yer almalıdır.
Türkiyelilik, anayasal vatandaşlık, çok kültürlülük, federasyon, özerklik gibi bölünmeyi çağrıştıracak, Türk devletine ve Türk milletine büyük zararlar verecek olan içi boş kavramlar yeni anayasal metinde asla yer bulmamalıdır.
Dış destekli bölücülük, etnik ve mikro milliyetçilik hareketlerine geniş hareket sahası yaratacak kavramlara ve bunların temsilcisi gruplara anayasada yer verilmemelidir. Marjinal grupların, ülke ve millet bütünlüğünü tehlikeye atacak talepleri, anayasa çalışmalarında değerlendirmeye alınmamalı ve bu husus gözetilmek suretiyle milli güvenlik ile hürriyetler arasındaki denge korunmalıdır.
Yapılacak olan anayasaya gerekçe gösterilecek çalışmalarda “Türk” kavramı üzerinde günümüze kadar yürütülen kasıtlı ve planlı oyunların önüne geçilmeli, “Türk milleti” ve “Türk” kavramlarının bir etnisiteyi veya bir ırkı ifade etmediği, özellikle sosyoloji bilimi açısından “millet” kavramını karşılayan bir topluluğu ifade ettiği vurgulanmalı ve 1982 Anayasası’nda yer alan Türk, Türk milleti, Türk ailesi gibi kavramlar yapılacak olan anayasada da bu sebeple aynen yer bulmalıdır.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi korunmalı ve bütün varlığı ile uygulamada hissettirilmelidir. Ülkemizde hukuk ve yargıda yaşanan ağır sorunlar, günümüzde hukukun üstünlüğünü ve yargının bağımsızlığını her zaman olduğundan daha fazla ihtiyaç hâline getirmiştir. Bu sebeple anayasa çalışmalarında bu konu üzerinde önemle durulmalı ve yargı bağımsızlığı ile hukukun üstünlüğü tam ve kesin bir teminatla koruma altına alınmalıdır. Aksi durum, devletimizin ve milletimizin varlığına halel getirecektir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana en tartışmalı ve sıkıntılı konularımızdan biri Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Yapılacak olan anayasa, toplumsal tartışma konularını azaltma esasından ziyade bu tartışma konularını ortadan kaldırma prensibine dönük olarak hazırlanmalıdır. Cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi, toplum nezdinde ayrışmalara yol açacak tartışmalar doğurabilir. Bu sebeple, ülkemize ve demokratik parlamenter sisteme uygun olan, Cumhurbaşkanımızın Türkiye Büyük Millet Meclisince seçilmesidir. Başkanlık veya yarı başkanlık sistemleri Türkiye’ye uygun sistemler olmadığından, bu yolu açabilecek usullerin terki gerekir kanaatindeyiz.
Millî ve manevi değerlerimizi zaafa uğratacak hiçbir ifade yeni anayasal metinde yer almamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin dili Türkçedir ve bu aynen korunmalıdır. Hiçbir etnik köken, ana dil ve kültürel hususlar anayasal metinde belirtilemez. Aksini düşünmek ve davranmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine ve esaslarına ters düşmek demek olur. “Resmî dil” kavramı çok yanlış olup bu aynı zamanda gayri resmî dilleri de çağrıştırmaktadır. Bu nedenle anayasal metinde devletin dili kavramı altında sadece Türkçe yer almalıdır.
1982 Anayasası’nın Türk vatandaşlığını tanzim eden 66’ncı maddesi hiçbir değişikliğe uğratılmadan aynen korunmalıdır. Bu maddeyle kastedilen, bir sosyolojik bağlılık değil, hukuki bir bağlılıktır. İnsanlarımız kendini Kürt, Arnavut, Boşnak, Laz, Çerkez, Gürcü, Arap vesaire olarak görebilir. Bu çok tabii bir durumdur. Bu nedenle, 66’ncı maddeyle kastedilen hukuki bir tanımlamadır. Yoksa kimsenin, Ziya Gökalp’in dediği gibi, soyunu sopunu inkâr etmesi beklenemez. Ancak bu sosyolojik gerçeklerin anayasal metinde karşılanması, hem anayasa yapım tekniği açısından hem de millî birliği bozucu etkileri bakımından tarafımızca kabul edilemez bir durumdur.
Ülkemiz üzerinde, yer altı ve yer üstü kaynakları dâhil olmak üzere, bütün ekonomik değerlerin Türk milleti adına kullanılmasını sağlayacak ifadeler yapılacak olan anayasada da çok net bir şekilde yazılmalıdır.
Yeni anayasanın ayrıştırıcı değil birleştirici olmasını, bir arada yaşama irademizi ifade etmesini ve gerçek bir toplum sözleşmesi niteliği taşımasını arzu ediyoruz. Gelecek yüzyılı öngörmeli, hak ve özgürlükleri belirlerken büyük Türk milletinin geleceğini riske atmamalıdır.
Yeni anayasa değişen dünya konjonktüründe sürekli anayasa değişikliğini gündeme getirmeyecek esaslara sahip olurken “Göz olanı, beyin olacağı görür.” sözünden yola çıkılmalı ve gelecekte pişman olacağımız bir düzenleme yapılmamalıdır.
Başlangıç kısmında, Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bugünkü Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda; hiçbir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, karşısında korunma göremeyeceğini belirtmiştir. Bu hususun önemle göz önünde bulundurulmasını ve mevcut anayasanın aşağıya alıntı yaptığımız maddelerinin aynen muhafaza edilmesini istiyoruz.
1’inci madde Devletin şekliyle ilgili olup “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir”.
2’nci maddesi cumhuriyetin niteliklerini ihtiva etmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”
3’üncü maddesi: “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî marşı ‘İstiklal Marşı’dır. Başkenti Ankara'dır.”
4’üncü maddesi: “Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.”
5’inci maddesi: “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.
6’ncı maddesi: “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”
9’uncu madde: “Yargı yetkisi, Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” Ki biz burada özellikle vurgu yapmak istiyorum, 6’ncı maddenin ve 9’uncu maddenin çok önemli olduğunu düşünüyoruz, en az 1’inci, 2’nci, 3’üncü ve bu maddelerin değiştirilemeyeceğini, 1’inci, 2’nci, 3’üncü maddelerin değiştirilemeyeceğini ifade eden maddeler kadar 6’ncı ve 9’uncu maddelerin de çok önemli olduğu görüşündeyiz.
Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.
Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.
Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.
Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.
Hususların devamlılığını yeni anayasada da muhafaza etmelidir.
42’nci maddenin belirleyici özelliği olan eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz.
Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez.
Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir.
Hükümleri aynen muhafaza edilmelidir.
Yine 66’ncı maddeye burada vurgu yapıyoruz: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” hususu değiştirilmemelidir ve aynen kalmalıdır düşüncesindeyiz.
127’nci maddede veya yeni bir maddede bölgesel özerkliğe yol açacak düzenlemeler asla yer almamalıdır.
Yeni anayasa yukarıdaki maddeleri mutlaka koruyarak, tüm kesimlerin katılımıyla ve toplumsal mutabakatla yapılmalıdır. Cumhuriyetin kuruluş felsefesine uygun olmalı, Misakımillî sınırları içinde ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğümüze zarar getirecek düzenlemelere fırsat verilmemelidir. 74 milyonluk Türk milletinin iradesinin ve geleceğinin bir takım ayrılıkçı ve bölücü odaklar tarafından ipotek altına alınmamasına özen gösterilmelidir.
Başkanlığınız çerçevesinde oluşturulan komisyona yapılacak olan anayasa ile ilgili fikirlerimizi bu şekilde sunar, bu konuların kamuoyu nezdinde daha açık bir şekilde tartışılmasını ister ve yapılan çalışmaların dış güçlerin ve onların oyuncağı haline gelmiş medya ve sözde aydınların çarpıtmasına mahal vermeden ve Türk milletinin sesine kulak vermek suretiyle yapılmasını diler, saygılarımızla bilgilerinize arz ederiz.
Burada çok kısa bir iki hususu daha belirtmek istiyorum. Konuşmamın arasında söyledim, Balkan Savaşlarının 100’üncü yılı. Balkan Savaşlarının öncesinde, o gün o savaşlar yaşanırken veya sonrasında yaşadığımız şartların bugünkü şartlarla büyük benzerlikler içerdiğini söyledim. 1,5 milyon insanımız katledilmiştir. Bu katliam soykırım niteliğindedir bize göre. Bu hususların göz önüne alınması gerektiğine inanıyoruz ve bir çırpıda Adriyatik kıyılarına kadar sahili olan yani Adriyatik’e kadar kıyıları olan bir ülke, topraklarının 168 bin kilometrekaresini kaybetmiştir ve 29 Ekim 1923 tarihiyle beraber, cumhuriyetin kuruluşuyla beraber üniter bir devlet yapısı, tek millet, tek dil, tek vatan anlayışına göre kurulan bir yapıyla Türkiye Cumhuriyeti devleti bugüne kadar gelmiştir. Çok etnikli, çok milletli, çok dilli, çok kültürlü bir imparatorluk yapısından millî devlet, ulus devlet esasına geçilmiştir. O günden bu yana bu tartışmaların sürdürülmesini de biz olumlu bulmuyoruz, müspet karşılamıyoruz. Bugün Türkiye'nin yeni bir anayasa ihtiyacı var mıdır yok mudur, burada bile birtakım soru işaretleri vardır. Eğer yeni anayasaya ihtiyaç varsa da yeni anayasadaki tartışmaların, bu saydığımız “millet nedir, Türk milleti nedir, anayasada Türk milletiyle ilgili kavramlar nasıl korunmalıdır”ın üzerinde odaklandığını görüyoruz. Aslında, bu konularla ilgili, devletin kurucu iradesi, 1921’den sonra, 1924 Anayasası’nda kararını vermiştir, açıklamıştır. Bunların sürdürülmesini de pek anlamlı bulmuyoruz.
Bu görüşlerimizi mensup olduğumuz camia, temsil ettiğimiz insanlar adına huzurlarınızda sunduk.
Ben, bu 16 sayfalık metni bu kadar kısa sürede sunabileceğinizden doğrusu şeyim vardı fakat gayet vurucu, anlaşılır bir şekilde sundunuz.
Bu hazırlığınız için, buraya kadar gelip, teşrif edip bizi aydınlattığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Biraz evvel söylediğim gibi, değerli üyelerimizin bazı şeyleri olabilir.
ATİLLA KART (Konya) – Ben de çalışmanızdan dolayı teşekkür ediyorum. Bu çalışmadan mutlaka yararlanacağız. Bunu bilmenizi istiyorum.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Sayın İyimaya…
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Çok teşekkür ediyorum.
Çok kapsamlı, ayrıntılı, dünü bugüne taşıyan, bugünü düne taşıyan bir üslup.
İki merakım var. Birisi, bu Balkan grupları zikredilirken “Goralı” diye bir kavram. Ben Balkan tarihine çok meraklıyım, Kafkas tarihine meraklıyım. Goralılar kim Başkanım?
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – Şimdi, Balkanlarda, biliyorsunuz, Türkler 1352’de Süleyman Paşa komutasında askerlerle geçmediler.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Onları biliyorum.
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – Ön göçler sebebiyle şu an Balkanlarda 4300 yıllık bilinen bir tarihimiz var, arkeolojik ve etnografik eserlere dayalı. Goralılar, Pomaklar, Torbeşler, Kuman, Peçenek, Uz Türkleridir. Bugün bulundukları bölgelerde bu isimleri almışlardır. Kosova’da ve Makedonya’da yaşayanlara Goralı adını veriyoruz, Bulgaristan’da ve Yunanistan’da yaşayanlara da Pomak adını veriyoruz. Zamanla bunlar bulundukları yerlerde özellikle dağ bölgelerinde yaşadıkları için, şehirlerle yani şehirleşme buralarda gerçekleşmediği için kullandıkları dil, lehçe, ağız, şive farklılaşmıştır ama bunlar özbeöz Kuman, Peçenek, Uz Türkleridir.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Siz sunarken ben “Zağra Müftüsünün Hatıraları”nı ister istemez hafızamda tazeledim. Allah nur içinde yatırsın. Bu Osman Nuri Gençosman’ın bu Balkan muhaceretiyle ilgili şiirlerinin yer aldığı o antolojisinden birer örneği bize vermenizi, getirmenizi isterdik.
Bambaşka bir olay Atilla’cığım, Kafkasya’dan gelmiş o hicretin psikolojisi bambaşka.
Çok teşekkür ediyoruz, sağ olun.
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – Sağ olun, biz teşekkür ederiz.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Sayın Başkan, ben, tekrar teşekkür ediyorum. Son derece güzel bir metin de elimizde var. Mutlaka, bundan emin olunuz ki çalışmalarımızda bundan yararlanacağız. Tabii konuşmanızın başında bu kurumunuzun dayandığı tabanı da bize açıklamış olmanız ayrıca bizi bilgilendirdi. O bakımdan da teşekkür ediyorum.
Buraya kadar teşrif ettiniz, sağ olun.
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – Ben, birkaç sözü söylemek istiyorum arkadaşlarım adına.
Bakın, burada, Boşnak diye tabir ettiğimiz Ufuk Bey arkadaşımız, yine ailesinde Pomak olan arkadaşlarımız, Gacal var arkadaşlarımız yani o bölgede hep isimlendirilen fakat biz Türk milletiyiz. Bugün bu sınırlar içerisinde ve bu sınırları çevreleyen sınırlar içerisinde de yani biz, baktığınızda, Suriye’de de, İran’da da, Irak’ta da, Kafkaslarda da akrabaları olan insanlarınız. Yani bu coğrafyada hep birlikte yaşıyoruz ama bunun da adını koymak lazım ve bu birliği, beraberliği, bütünlüğü bir ad altında devam ettirmek gerekir diye düşünüyoruz.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – O konmuş.
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – Evet, o konmuş ve devam edeceğiz inşallah.
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ TEMSİLCİSİ FERRUH ÖZKAN – Ben de bir şey söyleyebilir miyim?
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – Hayhay, buyurun.
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ TEMSİLCİSİ FERRUH ÖZKAN – Ben de Avrupa ülkesi bir ülkenin 19’uncu madde mağduru olarak 1975 yılında ana vatanımıza gelmiş bulunmaktayım ve geliş sebebim Türkiyeli olmamdan dolayı değil, Türk olmamdan dolayı Türkiye’ye gelmiş bulunmaktayım.
Bunu arz etmek istedim sizlere.
Teşekkür ederim.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Sağ olun.
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – Yine Sayın Heyetinize bir not olarak söyleyeyim yani bu 1950 ile 60’lı yıllar arasında eski Yugoslavya’dan yapılan göçlerde binlerce Arnavut ve Boşnak, bizim konsolosluklarımıza, büyükelçiliklerimizin kapısına yığıldı. Tek istedikleri, Türk olduklarına dair kendilerine bir belge verilmesiydi ancak, Türkiye, o elçiliklerimizden, konsolosluklarımızdan Türk olduklarına dair belgeyi alırlarsa gelmelerine izin verdi ve onlar o belgeleri alarak “Biz Türk’üz.” diyerek bu ülkeye geldiler ve yerleştiler. Yani dediğimiz gibi, biz Türklüğü…
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Buraya mı geldiler?
RUMELİ BALKAN STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ YÖNETİM KURULU BAŞKANI ÖZCAN PEHLİVANOĞLU – Buraya geldiler tabii, burayı vatanları olarak görüyorlar ve Balkanlarda bugün bize karşı bir sevgi, saygı, muhabbet varsa veya dünyanın herhangi bir yerinde sevgi, saygı, muhabbet varsa bu Türk olduğumuzdan, Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşı olduğumuzdan kaynaklanıyor.
TUNCA TOSKAY (Antalya) – Sayın Başkan, tekrar çok teşekkür ediyoruz.