3 nolu alt komisyon tutanaklari iÇİndekiler



Yüklə 4,73 Mb.
səhifə21/72
tarix28.07.2018
ölçüsü4,73 Mb.
#61445
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   72

  • KAFKAS DERNEKLERİ FEDERASYONU GENEL SEKRETERİ MURAT CANLI – Daha birkaç gün önce Gaziantep’te bir heykel açılışı yapıldı. Gaziantep’e gazi denmesinin sebeplerinden bir tanesi, Ali Şefik Özdemir Bey. Ali Şefik Özdemir Bey Çerkez ve Gaziantep Belediyesi, bizim derneğimize de bir ufak bina tahsisiyle birlikte Ali Şefik Özdemir Bey heykelini açtı ama Ali Şefik Özdemir Bey heykelinin altında, “Gaziantep’i kurtaran kahraman komutan Çerkez Ali Şefik Özdemir Bey” yazmıyor, sadece “Ali Şefik Özdemir Bey” yazıyor. Zannediyorum, bir ufak örnek oldu. Aynı şey Maraş için de geçerli.

  • Bir ufak noktaya da temas etmek istiyorum izninizle. Biz sonuçta Çerkez halkını temsilen buradayız, Türkiye’de yaşayan Çerkezleri temsilen buradayız ama bir iki ufak örnekleme dışında bizim taleplerimize baktığınız zaman aslında istediğimiz şeylerin hiçbirini Çerkezlere özel istemediğimizi de görebilirsiniz. Biz Türkiye’de yaşayan insanların tamamı için istiyoruz her ne istiyorsak. Türkiye’de yaşayan bütün dillerin yaşamaya devam etmesini istiyoruz yani Çerkez dili çok ciddi bir baskı altında, unutuluyor, dünyanın en zengin dili Türkiye topraklarında yok oldu gitti ama Lazcanın da benzer sorunları var, Gürcülerin de benzer problemleri var, diğer hakların da Türkiye’de yaşayan diğer etnik grupların da benzer problemleri var. Sadece etnik grupların değil düşünsel grupların da fikir gruplarının da cinsel eğilimi farklı olan insanların da benzer sorunları var. Biz taleplerimizi örnekler dışında kendimize özel yazmamaya azami çabayı sarf ettik. Bunu Türkiye’de yaşayan insanların tamamı için istiyoruz yani etnik olarak Çerkezler için de istiyoruz, Türkler için de istiyoruz, Kürtler için de Lazlar için de her kim yaşıyorsa bu ülkede onların tamamı için istiyoruz ve Türkiye'nin ancak bu insanların bir bütün hâlinde bir parçası hissederek yaşadığı zaman daha ileriye gidebileceğini düşünüyoruz.

  • Teşekkür ederim.

  • KAFKAS DERNEKLER FEDERASYONU GENEL BAŞKAN YARDIMCISI HASAN SEYMEN – Ayrıca çok kısa bir şey eklemek istiyorum ben normale dönerek. Özür dilerim, ben çocuklarım söz konusu olunca duygulanıyorum. Yakın zamanda da yaşadığım bir hadise olduğu için.

  • Şimdi, bu Çerkez Ethem hadisesinden dolayı Türkiye’de çok fazla… Biz Meclisteki gruplarla görüşmelerimizde de sayın vekillerimizle görüşünce bunu gördük, Türkiye’de yaşanan, Çerkezlerin yaşadığı ikinci bir sürgünden maalesef kimsenin haberi yok. Manyas’ın 18 tane köyü 1923 yılında bir gecede Bingöl’e ve Niğde’ye sürülmüştür Çerkez Ethem olayından dolayı ve hiçbir mallarını mülklerini satamadan, eşyalarına dahi alamadan olmuştur bu sürgün ve yaklaşık 10 köy de sürgüne veya göçe hazır hâlde bekletilmiş, sonradan vazgeçilmiştir. Benim ailem Niğde Ulukışla’ya kadar gitmiş, iki sene Niğde Ulukışla’da çadırda yaşamış bütün köyüyle beraber ve iki sene sonra kendi dedemin anlattığı “Yoldan geçen bir cipten bir paşa indi ‘Siz kimsiniz?’ diye bize sordu, biz Çerkez’iz deyince ‘Ne işiniz var burada sizin?’ dedi, anlattık, ondan sonra döndü, o döndükten sonra bize geri dönüş izni çıktı ve hiç paramız olmadığı için yürüyerek Manyas’a döndük.” diye anlatıyordu. Yani bu kim? Mehmet Fetgeri isminde bir milletvekili, kendisi Çerkez, tesadüfen yani Meclisin haberi yok diye anlatılıyor bu durumdan, insanların oraya sürüldüğünden, görüyor ve Mecliste bir sunum yapıyor, bunu eleştiriyor. Bu eleştirildiği zaman iş ortaya çıktıktan sonra insanlar geri dönüyorlar fakat geri döndüklerinde de topraklarının başkaları tarafından alındığını, yerleşildiğini, hiçbir şeylerinin kalmadığını görüyorlar ve orada bir savaş çıkıyor resmen. İnsanlar mallarını geri almak istiyorlar ve bunun davaları 1960’lara kadar da devam etti Manyas’ta ve işte benim annemin babasının mezarı Niğde Bor’da, nerede olduğunu bilmiyoruz bu sebepten dolayı yani gidip arama bulma fırsatımız da olmadı. Bir sürü orada kalanlar, sanırım Bitlis’te iki köy bu şekilde kalanlar var fakat yani bu hiç gündeme taşınmıyor, en son Dersim meselesi ortaya atıldıktan sonra şu noktaya geldi insanlarımız: Ya biz de bir şeyler yaşadık bu ülkede, hep güvenilir vatandaşlar olarak yaşadık, bundan sonra da öyle yaşamaya kararlıyız, ülkenin bütünlüğüyle ilgili, bayrağıyla ilgili hiçbir problemimiz yok çünkü bizim kanımız var bunun temelinde ama işte, yok olmaya yüz tuttuk. UNESCO tarafından yok olmaya yüz tutmuş diller arasına alındı bizim dilimiz. İşte, çocuklarımız kendi kültürleriyle yaşama imkânına sahip değil, kendi dilleriyle eğitim alma imkânına sahip değil. Türkiye’deki, Murat arkadaşımın söylediği gibi, bütün halklarla beraber kendi kimliğimizle yaşama talebimizden başka hiçbir talebimiz yok bizim ve bunu sağlamanın da devletin asli görevi olduğunu düşünüyoruz çünkü bütün dünyada bu böyle. Özetle benim de söylemek istediğim bu.

  • ATİLLA KART (Konya) – Evet, benim sormak istediğim bir konu yok, sizlerin de yok herhâlde.

  • OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Yok tabii, biz anayasa yapıyoruz. Bunlar, tarihin, tarihçilerin önderlik yapması gereken konular, gündeme taşıyabileceği konular. Biz burada sınırlı bir konu üzerinde, sadece anayasa yapıyoruz. Önemli olan, anayasada en geniş şekliyle insanlarımızın haklarını alabilir noktaya gelmeleridir. Bizim mükellefiyetimiz bu çerçevede.

  • ATİLLA KART (Konya) – Efendim, biz teşekkür ediyoruz yani çalışmalarınızı ciddi buluyoruz, ben şahsen onu ifade etmek istiyorum. Benim için aydınlatıcı olduğunu bilmenizi istiyorum.

  • Kapanma Saati : 12.16



  • ÜÇÜNCÜ OTURUM

  • Açılma Saati: 14.06

  • -----0-----

  • ATİLLA KART (Konya) – Kıymetli arkadaşlar, hoş geldiniz.

  • Anayasa Uzlaşma Komisyonu olarak Barış ve Demokrasi Partisinden Altan Tan, Milliyetçi Hareket Partisinden Oktay Öztürk ve ben Cumhuriyet Halk Partisinden Atilla Kart sizleri dinleyeceğiz. Sayın Adalet ve Kalkınma Partisinden Ahmet İyimaya rahatsızlığı sebebiyle katılamıyor. O şekilde dinleyeceğiz.

  • Burada biz yöntem olarak daha çok dinleyici konumundayız. Bir, sizin ileri sürdüğünüz tezlere karşı bir karşı tez geliştirmemiz söz konusu değil ama belli bazı sorularımız olabilir sizin anlatımlarınızın daha da açıklık kazanması amacıyla. Bu çerçevede sizleri dinleyeceğiz.

  • Buyurun efendim.

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ MUHYETTİN KAYA – İki ayrı platform olduğu için.

  • ATİLLA KART (Konya) – Evet yani onu tabii, yirmişer dakika hatta on beşer dakika olacak şekilde konuşmanızı ayarlarsanız, bir beş dakika da bizim soracağımız sorular olacaktır.

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ MUHYETTİN KAYA – Nubihar Eğitim ve Kültür Derneği Diyarbakır merkezli bir dernek fakat dernekleşmeden önce İstanbul çıkışlı bir yayınevi ve kültürel dergi faaliyetiyle tanınan ve bilinen bir…

  • ATİLLA KART (Konya) – Süre olarak ne kadar geçmişi?

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ MUHYETTİN KAYA – Yirmi yıla yakın evet. Yani tabii, sadece dergi çıkarmakla meşgul değil aynı zamanda 100’ün üzerinde Kürt klasiğini bugüne kadar basmış bir yayınevi rolünde, böyle bir görevi, misyonu var. Son yıllarda yani geçen yıl itibarıyla Diyarbakır merkezde dernekleşti bu Nubihar Eğitim ve Kültür Derneği adı altında. Biz de burada dernek temsilcileri olarak bulunuyoruz Osman Hocamla birlikte.

  • Bizim tabii, vurgu yapmak istediğimiz, işlemek istediğimiz dört tez üzerinde duracağız. Öncelikle 1982 Anayasası’nın ruhu bakımından militarist, ideolojik, üniter ve devletçi yapıya elvermesi ve o eksene oturtulması üzerinden bir eleştiri geliştireceğiz. Kısmi değişikliklerle veya Anayasa’nın ruhu değiştirilmeden yapılacak herhangi bir düzenleme hiçbir sorunu çözmeyecektir. Anayasalar toplumsal uzlaşmayı sağlamak ve kalıcı, adil bir düzeni oluşturmak için hazırlanır. Burada, anayasa hazırlanırken gerçekçi davranmak lazım, reel sorunlarla ilgilenmek gerekiyor yani uzun yıllardır sistemle problemli bir şekilde bulunan ve sistemle çatışan unsurları sistemle uzlaştırma adına bir perspektif geliştirilmelidir. Örneğin Kürtleri memnun etmeyen, Alevileri memnun etmeyen, dezavantajlı grupların taleplerini dikkate almayan bir anayasa yeni anayasa sayılmaz. O yüzden ruhu bakımından, esasları bakımından yeni bir perspektife ve yeni bir anayasa ruhuna ihtiyaç var. Öncelikle değiştirilmenin daha köklü ve derin bir noktada ele alınmasından yanayız, o fikirde, düşüncedeyiz.

  • Bizim tabii, eski anayasayla ilgili geliştirdiğimiz farklı eleştiriler var ama en temel konu kimlikler, ulusal azınlıklar, ulusal kimlikler noktasında yol açtığı problemler ve sorunlar çünkü aşırı milliyetçi ve ideolojik davranan 82 Anayasası çok uluslu ve çok kültürlü Türkiye toplumunu içermekten, kapsamaktan son derece uzaktır. Çok uluslu veya çok kültürlü bir toplumun siyasal yapılanmasının da halkın sosyolojik ve kültürel dinamiklerine uygun bir şekilde biçimlenmesi gerekiyor. Yani toplum konfederal bir halk yapılanmasını gösterirken üst yapının üniter ve tekçi bir yapılanma içine girmesi toplum ile sistem arasında ciddi bir çatışmaya yol açmaktadır ve bu, aslında tercih edilirken veya Türkiye’deki siyasi sistem yapılandırılırken belki dünyadan, özellikle Fransa’dan ilham alarak birtakım gelişmeleri kaydetmeye çalışmıştır ama bu seksen yıllık bir tecrübeden sonra net ve açık bir şekilde anlaşılıyor ki çözüm getirmekten uzak bir yaklaşımdır. Dolayısıyla Anayasa’nın ruhunu oluşturan bu tür noktalar dikkate alınmadan yani kimlik ve üst siyasal yapılanma veya devletteki politik siyasi duruş sorgulanmadan bu konularda yeni bir anayasa getirmek veya yeni bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Biz çok uluslu ve çok kültürlü bir toplumun ancak öz yönetim hakkı veya siyasi ve idari ademimerkeziyetçi yaklaşımlarla rahata kavuşturulabileceğini düşünüyoruz.

  • Bu yolla aslında sadece sağlanan farklı ulusal kimliklerin kendi siyasi kaderini tayin etme hakkı değil aynı zamanda bunlara ait toplumsallık kültürlerinin kamusal alana taşınarak kendini koruyabilme, kendini geliştirebilme imkânına kavuşmuş olmasıdır. Yani biz elbette ana dilde, her farklı unsura ait unsurların kendi ana dilleriyle eğitim ve öğretim yapmasını en meşru ve tabi bir hak olarak görüyoruz ama bunu yeterli görmüyoruz. Çünkü sadece eğitim ve öğretimle ifade edilen veya o unsur üzerinden taşınan, ifade edilen bir kültürün yine yaşama imkânı yoktur. Önemli olan onu o toplumsallık kültürüne ait bölgelerde, onların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde bunu bir kamu düzeni içerisinde işleyen bir dile dönüştürmenizdir. Yani oradaki bürokratik yapının, parlamenter politik birimlerin veya eğitim, öğretime ait birimlerin tümden o dille şekillenmesi ve biçimlenmesini sağlamaktır. Elbette bu, dünyadaki birçok örneği esas alarak düzenlenebilecek bilinen bir düzenlemedir yani yeni bir şey keşfetmiş sayılmıyoruz bu noktada. Gelişmiş ve kendi toplumlarındaki farklı kültürel yapılara özgürlüğü esas alan, onlara hak sağlayan bütün siyasi perspektifler veya gelişmiş demokrasiler bu hakları kendi bireylerine veya gruplarına, kendi toplumlarında yaşayan gruplara tanımaktadırlar.

  • Aslında 21 Anayasası’nın 11’inci maddesi göz önünde bulundurulduğu zaman Türkiye’deki siyasi tartışma geleneğinde bunların kırıntılarına rastlamak mümkündür ama bunun bir türlü gerçekleştirilememesinin tek gerekçesi Türkiye’deki katı ideolojik tutumdur veya ideolojik fetişizmdir. Yani bir taraftan Atatürk milliyetçiliği gibi son derece öznel, son derece subjektif, son derece klişe bir kalıp içerisine toplumu yerleştirmeye, sığdırmaya çalışırken diğer taraftan özgürlük dağıtmak veya halkına mutluluk sunmak imkânsızdır. Dolayısıyla “yeni anayasa” dediğimiz zaman aslında eski parametrelerin tümünden sıyrılmak ve o koşullar altında düşünmeyi terk etmekle ilgili bir olaydır. Elbette bu Türkiye’deki siyasi geleneğin çok fazla başarabildiği bir olay değildir çünkü bütün tartışmaları eskiye gönderme yaparak sürdüren bir yapı var Türkiye’de. Yani sadece aslında ulusal kimliklere özgürlük bağlamında, ulusal azınlıklara özgürlük bağlamında bu yaklaşımı ileri sürmüyoruz. Aynı zamanda farklı yargısal sistemleri bir seçenek olarak halkın önüne sunmanın da bir zorunluluk olduğuna inanıyoruz. Yani demokrasi sadece farklı siyasal eğilimlerin örgütlenebildiği ve kendini siyasal olarak ifade ettiği bir sistem olarak tanınmamalıdır, tanımlanmamalıdır. Aynı zamanda isteyenin farklı hukuk teorileriyle düzenlenmiş, özel hukuk tarzında düzenlenmiş farklı seçeneklere de ulaşabilmesi sağlanmalıdır. Bu, aslında yine gelişmiş demokrasilerde veya federatif siyasi yapılanmalarda göze çarpan bir uygulamadır. Aslında Türkiye’deki halk veya Türkiye’deki sistem, bu bahsettiğimiz çeşitliliğe ötekilerinden çok daha fazla muhtaçtır. Yani çünkü bu noktada Türkiye’deki renklilik ve çeşitliliği göz önünde bulundurmak esastır.

  • Şimdi, Türkiye’de veya eski Anayasa’da göze çarpan en önemli eksikliklerden bir tanesi şudur: Bu konuda uluslararası sözleşmelere çekince koyması ve bunları bazen kendi ideolojik argümantasyonuna zıt biçimde yorumlamakta mahzur görmemesi. Mesela azınlık tanımlamalarına baktığımız zaman Türkiye'nin ileri sürdüğü şart Lozan 45’inci maddedir. Yani din üzerinden tanımlanan bir azınlığı kabul etmekte problem görmez Türkiye’deki seküler ve laik sistem. Aslında bunu böyle tercih etmesinin sebebi şudur: “Eğer ulusal azınlığı evrensel kriterlere göre belirlemiş olursak burada, Türklük üzerinden geliştirilen egemen kültür hâkimiyeti zarar görebilir.” tarzında veya “Siyasi Partiler Yasası’ndaki herhangi bir dil veya kültürün varlığından herhangi bir parti söz edemez.” tarzındaki yaklaşımlar da bu gelişmeyi önlemek üzere düzenlenmiştir. Yani dikkat edilirse burada kültürel ve dilsel anlamda farklı kültürel kimliklere hak tanımamak için, bırakın grupsal ve kolektif hakları, bireysel hak temelinde bile bir hak sunmamak için çok ilginç bir hile yapılmıştır. Lozan’da mesela Kürtler gibi, Çerkezler gibi devleti kuran unsurlar yok sayılarak asli unsur statüsüne konulmuştur. Yani burada şöyle tuhaf, ilginç bir durum ortaya çıkıyor: Siz bir şirketin hissedarısınız ama o şirketin işçisinin sahip olduğu haklara sahip olmak için mücadele ediyorsunuz yani Kürtlerin sahip olduğu veya diğer, Türkiye’deki azınlıkların içinde bulunduğu durum buna benzer bir durumdur. Burada, aslında bizim toplumsal sınıfları hukuki olarak hangi kategoride yer almaları gerektiğine dair net ve berrak bir yaklaşımımızın olmamasından kaynaklanıyor bu. Yani mesela “Aleviler nedir?” sorusunun cevabı sistem tarafından üretilmemiştir. Şimdi, “Nedir?” sorusu veya “Kürtler bu ülkenin, bu sistemin neyi olurlar?” sorusunun cevabı boş bırakılmıştır. Bunlar tanımlanmadığı zaman bunların haklarından söz etmek gibi bir durum da söz konusu değil.

  • Dolayısıyla aslında yeni anayasa farklı olanı iyi niyetle ihmal etmek değil -liberal yaklaşımda olduğu gibi- farklı olanı onaylamak zorundadır yani ona bir statü kazandırmak zorundadır. Aksi takdirde iyi niyetli ihmalle bu sorunun çözümü mümkün değildir. Yani mesela insan hakları çizgisi kullanılarak veya insan hakları referanslarından yola çıkılarak şöyle denmekte: “Aslında bütün diller ve kültürler kendini serbest biçimde ifade etmelidir.” Şimdi, bu ifade aslında soyut, genel ve karşılığı olmayan bir ifadedir. Yani en diktatöryal sistemlerde bile hiç kimsenin dili ve kültürünü hiç kimse engelleyemez. Yani mesela bütün baskılara rağmen işte, bugüne kadar devam edegelen bütün resmî ideoloji dışındaki kültürler sisteme rağmen kendini yaşatmışlardır. Burada, “serbesttir” demek veya “kendilerini geliştirebilirler” demek aslında onlara bir statü veya onlara bir yaşam hakkı tanımamayı bir nevi iyi niyetle ihmal etmek veya örtmektir. Asıl önemli olan şey bunları kategorize etmek, bunları onaylamak… Tanımlama tabirini özellikle kullanmıyorum çünkü herhangi bir siyasal yapının, devletin farklı sınıfları veya unsurları tanımlama gibi bir hakkı yoktur, onlar kendini nasıl tanımlıyorlarsa sistemin o tanıma onay vermesi gerekiyor ve bunun yaşayabilmesi için de “Buyurun, siz kendinizi geliştirin” mesela işte Kürtlere “Buyurun, siz kendi ana dilinizi öğretecek paralı kurslar açın.” demek aslında “Ben devlete egemen olan kültürel kimliğin yok edici ve başkasını yok sayan anlayışını sürdürmeye devam ediyorum.” demektir. O zaman sizin politik birimlerde, bürokratik birimlerde ve eğitimle ilgili kurumlarda daha doğrusu sosyal ve siyasal hayatı idame ettirdiğimiz bütün noktalarda o toplumsallık kültürünün öğelerini yansıtmanız ve yaşatmanız gerekmektedir.

  • ATİLLA KART (Konya) – Aşağı yukarı yirmi dakikaya yaklaştınız.

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ MUHYETTİN KAYA – Tamam, ben açıklamalarımı bununla sınırlı tutuyorum.

  • Teşekkür ediyorum.

  • ATİLLA KART (Konya) – Tamam yani bir soru-cevap olabilir, onun için kusura bakmayın müdahale ettim.

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ MUHYETTİN KAYA – Tamam, estağfurullah.

  • ATİLLA KART (Konya) – Ayrıca zaten yazılı notlarınızı da aldık.

  • Sorularımız var mı arkadaşlar?

  • ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ben bir soru sormak istiyorum.

  • Burada, sunduğunuz metinde “Diyanet İşleri Başkanlığı farklı inanç sistemlerine açık bir tarzda yapılanmakla birlikte özerk bir hâle getirilmelidir.” diyorsunuz, biraz açar mısınız bunu.

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ OSMAN TUNÇ – Şimdi, ben isterseniz yani konuya giriş yapayım, en sonda sonunuza cevap vermek istiyorum yani cevap vereceğim yalnız tarihî süre içerisinde bir değerlendirme…

  • ATİLLA KART (Konya) – Yalnız süreyi ama lütfen göz önüne alın.

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ OSMAN TUNÇ – Süre on dakika mıydı?

  • ATİLLA KART (Konya) – Hayır, son beş dakikaya girdik, diğer grubu alacağız efendim, diğer arkadaşımızı alacağız, ondan sonra da bir diğer grup var.

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ OSMAN TUNÇ – O zaman, tarihî değerlendirmeyi bir tarafa bırakayım, cumhuriyet döneminden başlayayım.

  • Cumhuriyet döneminde 1924 Anayasası’nda Şeriye ve Evkaf Vekâleti ilga edilerek din işleri tamamen, devlet birimi içerisinde, siyasi yapının içerisinde bir bakanlığa bağlandı, bu birim olarak devletin bir memuru statüsünde idi ilk baştan. Daha sonra değişik ilaveler, değişmeler oldu ama bu yapı değişmedi yani. Bunu niçin yaptı cumhuriyet idaresi? Bunu yapmasının sebebi, aslında 1927’de laiklik kabul edildikten sonra normalde din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerekiyordu laiklik ilkesi mucibince ama ne var ki bu yapılmadı. Bunun yapılmamasının altındaki asıl sebep dini kontrol altında tutma, dinî grupların ileride muhtemel bazı çıkışlarını önleme ya da devletin üzerinde müessir olmasını engelleme amacıyla bu siyasi yapının içerisinde tutuldu Diyanet İşleri Başkanlığı. Böylece iki alan ortaya çıktı, sivil alan ve resmî alan ama bu sivil alanda da devlet müdahil durumuna düştü. Sivil alanı kendi hâline bırakması gerekirken, özerk olarak bırakması gerekirken ona da müdahalede bulundu. Laiklik ilkesi gereğince din ve dinî düşünceleri kişiselleştirdi, bireyselleştirdi, vicdana hapsetti yahut Müslümanların dinî ibadetlerini camiye hapsetti, “Bunlarda serbestsiniz ama bunun dışında siyasal hayatta, idari hayatta dini söylemler olmamalı ya da dinî müdahaleler olmamalı.” Böyle bir bekçilik durumunu, bekçilik vazifesini Diyanet İşleri Başkanlığına vermiş oldu.

  • Bu, günümüze kadar sürdü, devam etti, hâlen de devam ediyor, bunun tartışmaları epey yapılıyor. Yani din-devlet ilişkilerinde madem böyle paradoksal bir durum var, bunun bertaraf edilmesi gerekir, madem laiklik ilkesi gereğince bunun ayrı olması gerekiyor, bunun ayrı olması lazım. Yani dine dayalı değil de devlete dayalı bir din statüsü o zaman söz konusudur. Bu bakımdan eleştiriler bu açıdan Diyanet İşleri Başkanlığına yapılıyor. Ama bunun ıslahı için ne yapılmalı? Dönem dönem bunlar tartışıldı fakat bir çözüm hâlen -82 Anayasası dâhil- bulunamadı. Bazı eleştirmenler “Bu, eğer yapılırsa işte, mezhepler, cemaatler kendi başlarına değişik şeyler yapabilirler, uygunsuz şeyler yapabilirler -kendilerine göre, devletin şeyine göre o uygunsuzluğu tabii, kendisi söylüyor- ama bunu önlemek için de yine bu murakabe ve denetimi sürdürmemiz gerekiyor.” şeklinde bir savunmayla bu yapının sürdürülmesi sağlanıyor. Ama toplumdan gelen istekler yani dipten gelen istekler bunu kabullenmiyor. Burada Alevilerin etkisi var, cemaatlerin talepleri var. Yani kişi dinsel hayatını daha özgür şekilde hem idari hem kamu alanında hem sivil alanda yaşamak istiyor. Bunun için de bu yapının değişmesi gerekir. O hâlde buna en uygun şey nedir? Ya Diyanet İşleri Başkanlığının lağvedilerek din alanının sivil alana terk edilmesidir yahut Diyanetin özerk bir statüye dönüştürülmesidir. Şu anda, mantıklı olan Diyanetin özerk bir yapıya kavuşturulması zaten bizim önerimiz de o sunduğumuz anayasa teklifinde, Diyanete özerklik verilmelidir, özerk bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bu sayede ancak laikliğin o katı, murakabeci etkisinden kısmen de olsa kurtulmuş olur.

  • ATİLLA KART (Konya) – Teşekkür ederiz efendim.

  • Turan Bey buyurun efendim.

  • NUBİHAR EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ TEMSİLCİSİ TURAN SARITEMUR – Şimdi, biz dördüncü yıla giriyoruz bir grup İstanbul’daki Kürt aydını zaman zaman bir araya geliyoruz. Kürt sorununun barışçıl ve demokratik yollarla çözülmesi için bir araya geldik. Amacımız Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözümler, öneriler geliştirmek ve öğrenmek. Tabii, kurum olarak bir Kürt aydını kurumu “…”(X) diyorduk. Tabii, bizim toplantılarımıza konuşmacılarımız da, Türk aydınları da geliyordu. 13 tane basına kapalı toplantılar yaptık, Kürt sorununu farklı boyutlarda konuştuk.



  • farklı boyutlarda konuştuk.

  • Bu toplantılarımızdaki amacımız etkilemek ve etkilenmekti, bunu yaşayarak da gördük. Toplantılarda bir araya gelen Türk ve Kürt aydınları birbirlerini etkilediler. Bu toplantılarda “iletişim”, “diyalog”, “empati”, “dokunmak” gibi kelimelerin başka anlamlarını gördük.

  • Bu toplantılarımıza katılıp sunum yapanlar gazeteci yazar İsmet Berkan, Profesör Doktor Mithat Sancar, hukukçu yazar, sosyolog, Profesör Mesut Yeğen, eski Dışişleri Bakanımız İlter Türkmen, gazeteci yazar Cengiz Çandar, eski büyükelçi Sönmez Köksal, eski diplomat Akın Özçer, eski TKP Genel Sekreteri Nabi Yağcı, şu anda karşımızda bulunan -yazar sıfatıyla o dönem geldi- Sayın Altan Tan, BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, gazeteci yazar Hasan Cemal, yazar Bejan Matur ve sosyolog İsmail Beşikçi, böyle toplumun ve Türkiye'nin Türk ve Kürt aydınları, kendi dalında uzman insanlar bizlere sunum yaptılar şöyle yarım saat, kırk beş dakika, daha sonra bir buçuk saat de soru-cevap şeklinde yaptık.

  • Bu toplantılarımız 56 ile 142 kişi arasında değişiklik gösterdi. Tabii, bu toplantılarımıza sürekli gelen katılımcılarımızdan, işte, Tarhan Erdem, Tarık Ziya Ekinci, Osman Kavala, Gencay Gürsoy, Feridun Yazar, Hakan Tahmaz, Mebuse Tekay, Fehim Işık, Müfit Yüksel, Nevzat Çiçek gibi, yine Kürtlerden ve Türklerden, İslamcısıyla, liberaliyle, sosyal demokratıyla, sosyalistiyle, her kesimden kişilerle zenginleşti. Bu toplantılarda da, dediğim gibi, hem etkilendik hem etkiledik, yani buradaki amaç hem öğrenmek hem bir şeyler öğretmekti, bu da çok faydalı oldu.

  • Şimdi, yapılması düşünülen yeni anayasa için, tüm sorunları çözecek bir metin gibi algılanmaya başlandı, yani masallardaki sihirli değnek gibi, bu anayasa neye dokunursa şipşak hallolacak gibi bir algı oluştu toplumda. Bir de yarış, maraton oldu, şunu da yazalım, bunu da yazalım, şu madde de olsun. Teklif edilenler ve söylenenler, maddeleri toplasak herhâlde birkaç anayasa belki binlerce madde olur. Ama sanki dünyada genelde kabul edilen şey de öyle, dünyanın en iyi anayasası en kısa olanıdır. Yani bizim de önerimiz anayasanın kısa olmasının temel zorunluluğu var, tabii, demokratik ve özgürlükçü bir ruha sahip olmak kaydıyla.

  • Anayasanın ruhu çok önemli, yani “ruhu” derken ilk başlangıç ruhu, hatta o başlangıç ruhu metni maddelerden daha fazla uzun olmalı. Öyle bir giriş yapılmalı ki, öyle bir ruh verilmeli ki maddeler daha az olabilir, çünkü niye? Tüm maddeler, o anayasanın başlangıç ruhuna göre yorumlanır, teknokratlar da ona göre uygular. Anayasanın ruhu bizce çok önem arz ediyor.

    Yüklə 4,73 Mb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   72




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin