AHMET İYİMAYA (Ankara) - Alt komisyon toplantımızı açıyoruz.
Türkiye Sağlık Çalışanları Eğitim ve Dayanışma Vakfı temsilcilerini dinleyeceğiz.
Bizler Anayasa Uzlaşma Komisyonu 3 No.lu alt komisyon üyeleri olarak sadece sizleri dinleyeceğiz, serbestçe önerilerinizi havuzumuza aktaracaksınız. Öneriler tutanağa geçiyor. İleride bizim millî envanterimiz olacak, belki de yayımlanabilecek. Bizler nötrüz, sadece dinliyoruz, belki eğer vakit kalır da on dakika filan bize ayırırsanız, açıklamalarınızdan dolayı arkadaşlar istihza isteyebilir, açıklamada bulunmanızı isteyebilirler.
Cumhuriyet Halk Partisinden Atilla Kart Arkadaşımız, ben Adalet ve Kalkınma Partisinden Ahmet İyimaya, Milliyetçi Hareket Partisinden Faruk Bal Arkadaşımız ve Barış ve Demokrasi Partisinden de Altan Tan Kardeşimiz; biz sizleri dinliyoruz.
Buyursunlar.
Süreniz kırk dakika.
TÜRKİYE SAĞLIK ÇALIŞANLARI EĞİTİM VE DAYANIŞMA VAKFI BAŞKANI İBRAHİM DOĞAN - Sayın Başkanım, Sayın Komisyon; bize bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ediyoruz önce. Görüşlerimizi sunmamız bizim için de önemlidir, ülkemiz için de önemli olduğu kanaatindeyiz. Onun için de komisyonunuza Türkiye Sağlık Çalışanları Eğitim ve Dayanışma Vakfı olarak yönetim ve üyelerimizin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz görüşmeler sonucunda Anayasa’mızda görmek istediğimiz ilkeleri belirlemeye çalıştık. Vakfımız her ne kadar mesleki dayanışma üzerine kurgulanmış bir örgüt olsa da yeni Anayasa diye bahsedilen tüm toplumu ve sosyal hayatın tüm aşamalarını etkileyeceği için görüşlerini genelden başlayıp sağlık konularına indirgeyerek ele alacaktır.
Komisyonumuza sunulan metinde bizim açımızdan vazgeçilmez olarak nitelediğimiz ilkeler için gerekçe yazma sorumluluğunu kendimizde buluyoruz.
Üzerinde tartışma kabul etmeyeceğimiz vazgeçilmez ilkelerimiz ve Anayasa’da görmek istediğimiz ilkeleri size sunuyor, gereğini de saygılarımızla arz ediyoruz.
17 kez değişikliğe uğramasına rağmen ve 114 maddesinin değişmesine rağmen, tartışmaları sona erdiremeyen Anayasa’mızda köklü bir değişiklik yapılmasına ihtiyaç olduğu bir gerçektir yani yapılması gereken yeniden bir anayasa yapılması değil köklü ve kalıcı bir Anayasa değişikliğidir bizce.
Bugüne kadar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin zaman zaman köklü değişiklikler yapılmış olsa da kuruluş felsefesi ve temel ilkeleri korunmuş olan bir Anayasa’sı vardır.
Vazgeçilmez ilkelerimizin genel gerekçesine geçiyorum:
Özellikle son yıllarda, millî ve üniter devletin antidemokratik bir karakter taşıdığı, artık yerini yenisine bırakması gerektiği tezleri söylenmeye başlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti üniter ve millî bir devlet olarak kurulmuştur.
Millî devlet ortak değerler etrafında toplanan ve milli politikalarla şekillenen siyasi bir çerçevede yaşayan toplulukların devlet biçimidir.
İnsanların yaratılışlarından gelen farklılıklar insanlar çoğaldıkça coğrafyanın da etkisiyle farklı kültürler oluştururlar. Bu kültürler milletleşme sürecinde şuurlu birliktelikler oluşturmuş ve ortak hedefler, dünyayı anlamaya ve anlamlandırma, kendini koruma, değerlerini ileri kuşaklara taşıma misyonunu örgütlü yapılar olarak şekillendirmiş ve böylece millî devlet oluşmuştur.
Millî devlet ortak değerler etrafında belirli bir inanç, fikir ve kültür anlayışı içinde oluşmuş şuurlu bir topluluktur.
Ulus devlet ve millî devlet kavramları eş gibi görünse de aynı değildir. Ulus devlet daha çok tek bir etnik kültürel halkın bir devletin sınırları içinde yaşaması ile oluşur, manevi olgu yönünü kapsamıyor. Millî devlet ise toplumu aynı hedefe yöneltme, aynı mitlere, tarihe, kültüre, dile, ortak yaşama bağlanmayı hedefler. Bu millet kurma süreci demektir.
Vatandaş olmak, aynı coğrafya üzerinde yaşayan bir millete mensup olmaktır. Aynı millete mensup olmak kaderde, tasada, kıvançta birlik olmaktır. Bu da ortak kültür, ortak tarih bilinci, ortak gelecek arzusuyla olur.
Eğitimin esas amaçlarından biri de vatandaşları kaderde, tasada, kıvançta ortak yapacak, ortak kültür, ortak tarih bilinci, ortak gelecek arzusu vermektir, bir millî kimlik kazandırmaktır. Ortak bir millî kimliğe sahip olmayan toplumların, ortak vatanları ve millî hedefleri de olamaz.
Üniter devlet, federal devletin tersi olarak tek merkezden yönetilen devlet demektir. Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya federal devletlerdir ama ikisi de millî devlettir. Tarihte millî ve üniter olmayan devlet olmuştur ama ayakta kalamamışlardır. Yugoslavya ve Çekostlavakya gibi. Üniter-millÎ devletler sosyal ve politik çalkantılara federal etnik devletlerden daha dirençlidir. Türk millî ve üniter devletine olan düşmanlığın nedeni ırkçılıktır.
Millî kimlik yani Türk kimliği ülkemizde mevcut alt kültür guruplarını kapsar. Türklük, ülkemizde yaşayan halkların hepsini kucaklayan, kuşatan siyasi, kültürel ve hukuki kavramdır. Bu nedenle, vatandaşlar arasında din, dil, ırk ve kültürel farklılıkların olduğu vurgusu yapılarak Anayasa’ya Türkiyeli kavramının yerleştirilmesini doğru bulmuyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar da eşit statüde Türk olarak kabul edilmiştir.
Anayasanın 66. maddesine göre “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” denilerek hukuki manada bir tanım yapılmıştır. Bu anlamdaki vatandaşlık anlayışı azınlık kavramını da reddetmektedir.
Anadolu’ya damgasına vurmuş olan Türk kültürünü bir kenara iterek, Anadolu’ya damga vurmamış diğer kültürleri de eş değer kabul ederek mozaik kültürden bahsetmek yanlıştır. Türkiye, Türklerin oluşturduğu memleket veya Türklerin yurdu demektir.
Coğrafyada hâkim kültür özelliği varsa, oraya damgasını vurarak coğrafyayı vatanlaştırır. Vatanlaşan coğrafyada kavim ve boy kültürleri aşılarak milletleşmeyle beraber millî kültürü oluşturur.
Bizlere masum bir istek gibi gösterilen “Türkiyelilik” veya “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” kavramı, ne bir kimliği ne de bir insan tipini ifade eder. Türkiyeli diye tarihte bir kültür olmamıştır. Azınlık ve etniklik temeline dayalı toplumlarda bir arada yaşama duygusunu devam ettirmek ve azınlıklar üzerine inşa edilmiş bir devleti yaşatmak mümkün değildir.
Lozan’da Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar azınlık olarak belirtilmiş olup bunun dışındakiler müşterek dinî, tarihî ve kültürel bir mirasa sahiptir ve kimlik değerlerimizin başlıca kaynağı bu mirastır. Bu miras standart kültür oluşturur. Bu tanımda birleşmeyen toplumlar derin kültürel ayrımlara uğrayabilirler.
Farklılıklar, önce yerel sonra toplumsal daha sonra da millî değerler sentezine dâhil oldukları ölçüde anlam kazanırlar. Her türlü ortaklığın, eşit paylaşımın olduğu bu topraklarda farklılıkları gündeme getirmek kışkırtıcılıktan başka bir şey değildir.
Ana dilde eğitim ve öğretim, devletin millî ve üniter yapısına ve gerçeklerine uygun değildir. Bu yönde taleplerin dillendirilmesi iyi niyetle bağdaşmaz. Maksat ayrı millet olmak, ayrı devlet kurmak için alt yapı hazırlanmasıdır.
Her ne kadar Lozan Antlaşması ile tanınanlar haricinde azınlık bulunmamakla birlikte Türkiye kültürel haklar konusunda çoğulcu bir politika izlemektedir. Ülkemizde vatandaşların mahalli dil ve lehçelerinin devletin resmî kurumları dışında özel öğretim kurumlarında öğretilmesinin önünde hiçbir yasal engel yoktur.
Şimdi, vazgeçilmez olarak niteliğimiz ilkelerimizi de Doktor Oğuzhan Bey sunacaklar.
TÜRKİYE SAĞLIK ÇALIŞANLARI EĞİTİM VE DAYANIŞMA VAKFI TEMSİLCİSİ OĞUZHAN ÖZKAN – Sayın Başkanım, komisyon üyeleri; saygılarımı sunuyorum. Bize bu şansı verdiğiniz için de teşekkür ediyorum.
Anayasanın ilk 3 maddesi ve bu maddeleri koruma altına alan 4’üncü maddenin asla anayasa tartışmalarının konusu yapılmaması kanaatindeyiz.
Millî ve üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleceği ve yaşayabilmesi için, egemenliğin Türk milletine ait olduğunu belirten 6’ncı maddeyi tekrar okumak istiyorum:
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılmaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”
Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü vurgulayan 5’inci maddeyi de tekrar okumak istiyorum, devletin temel amaç ve görevleri tanımlanmaktadır.
“Madde 5 – Devletin temel amaç ve görevleri,
Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
10 ve 14’üncü maddenin de eşitlikle ilgili olan kısımlarını tekrar okumak istiyorum:
“Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.
Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
Madde 14’te ise:
“Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.
Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete ve kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.
Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında müeyyideler, kanunla düzenlenir.”
Yine ailenin korunması ve çocuk haklarıyla ilgili 41’inci madde ve eğitim öğretim hakkı ve ödeviyle ilgili 42’nci maddeyle Türklük tanımını yapan 66’ncı madde mutlaka korunmalıdır kanaatindeyiz.
66’ncı maddeyi tekrar okumak istiyorum:
“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.
Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür.
Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir.
Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz.
Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.”
Mahalli idarelerin organizasyonunu belirleyen 127’nci maddede veya meydana getirilecek herhangi bir yeni maddede bölgesel özerkliğe yol açacak düzenlemeler katiyen düşünülmemeli ve sebebiyet verilmemelidir.
Yeni anayasanın hazırlanması sürecinde uluslararası nitelikteki tıbbi, hukuki metinler gözden geçirilerek yaşama hakkının kalitesini ortaya koyan Sağlık hakkının ayrı bir maddede ele alınması daha anlamlı olacak kanaatindeyim.
Saygılarımı sunuyor, Ağabeyim Doktor Taner Bey’e sözü bırakıyorum.
Teşekkür ederim efendim.
TÜRKİYE SAĞLIK ÇALIŞANLARI EĞİTİM VE ARAŞTIRMA VAKFI ADINA DR. TANER GÖKÇINAR – Sayın Başkanım, değerli üyeler; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sağlık hakkı ve sağlık hizmetleri başlığı altında sağlık hakkı doğuştan kazanılmış temel bir haktır. Herkes eşit bir şekilde kaliteli ve sağlıklı yaşama hakkına sahiptir. Bu hak devletin güvencesi ve sorumluluğu altındadır.
Sağlık açısından insan tüm çevresi ile birlikte ele alınır. İnsanın her türlü çevresini korumak ve geliştirmek devletin sorumluluğundadır.
Sağlık hizmetlerinde esas olan, sağlığı geliştirme ve korumadır. İnsan sağlığını korumak devletin ve vatandaşın ödevidir. İnsan sağlığına zarar veren her türlü uygulamalar düzenlenecek kanunlarla cezalandırılmalıdır.
Vatandaşa her türlü sağlık hizmetini vermek devletin görevidir. Temel sağlık hizmetleri ülkenin genelinde ücretsiz ve eşit bir şekilde devlet tarafından sunulur. İhtiyacı olana tedavi hizmeti ve rehabilitasyon hizmetini vermek de devletin görevidir.
Devlet tedavi ve rehabilitasyon hizmetlerinin ulaşılabilirliğini sağlamak için özel sektörden de yararlanabilir. Vakıf, kişi ve özel sektör devletin denetiminde ve planlaması altında ihtiyaç duyulan yerlerde tedavi ve laboratuvar hizmeti verebilir.
Sağlık hizmetlerinin finansmanı yeterli bir şekilde genel bütçeden sağlanır. Kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir. Vatandaşların genel sağlık sigortasına üye olması zorunludur.
Tüm vatandaşların genel sağlık sigortasının sunduğu hizmetlerden eşit bir şekilde yararlanması esastır.
Genel sağlık sigortasının oluşturduğu kaynağı eşit ve etkin kullanmak devletin sorumluluğundadır. İsteyen kişiler genel sağlık sigortası dışında devletin denetimi altında kurulan sigorta şirketlerine özel sağlık sigortası yaptırabilirler ve hizmet alabilirler.
Teşekkür ediyorum. Arz ederim.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Herhâlde tamamlandı.
TÜRKİYE SAĞLIK ÇALIŞANLARI EĞİTİM VE DAYANIŞMA VAKFI BAŞKANI İBRAHİM DOĞAN - Evet Başkanım.
FARUK BAL (Konya) – Ben, Türkiye Sağlık Çalışanları Eğitim ve Dayanışma Vakfının değerli temsilcilerine hazırladıkları bu güzel çalışmadan dolayı teşekkür ediyorum.
İnşallah, Anayasa yapım sürecine en ciddi katkıyı sağlayabilecek motifleri ortaya koymuşlardır, bunlardan yararlanmak hepimize nasip olur.
Teşekkür ediyorum.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Teşekkür ediyoruz arkadaşlar.
Arkadaşlar, şimdi sıradaki sivil toplum kuruluşunu alıyoruz.
Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneğini temsilen Hocamız Profesör Doktor İbrahim Özden Kaboğlu, Profesör Doktor Sibel İnceoğlu Hocamızı dinleyeceğiz.
Hocam, sizi kırk dakika dinliyoruz, son beş on dakikada bize fırsat tanırsanız, açıklamalarınız karşısında arkadaşlarımızdan ek soru sormak, ek bilgi almak ihtiyacı içinde olanlar olabilir. Bunlar tutanağa geçiyor, tutanaklar belli şekilde gizli, çalışma aşamalarında yani Anayasa’ya hazırlık çalışmasında yani metinleri oluşturma aşamasında yararlanacağız, belki de ileride bir millî envanter olarak yayımlanabilir bunlar çünkü çok iyi bir kodeks oluştu.
Cumhuriyet Halk Partisinden Arkadaşımız Atilla Kart, Milliyetçi Hareket Partisinden Arkadaşımız Faruk Bal, Barış ve Demokrasi Partisinden Altan Tan, ben Adalet ve Kalkınma Partisinden Ahmet İyimaya; sizleri nötr şekilde dinliyoruz Hocam.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU - Çok teşekkürler.
Sizi bu yeni anayasa sürecindeki özverili ve uzlaşmacı tavrınız, çalışmalarınızdan dolayı kutlamak istiyoruz öncelikle ve bu zorlu görevde bize düşen ne varsa katkı vermeye hazır olduğumuzu belirtmek istiyoruz.
Öncelikle, dernek olarak, Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği tam bir yıl önce kuruldu, 1 Nisan 2011 tarihinde ve şu anda yaklaşık olarak 40 üyesi var, 40’ı aşmış bulunuyor. Ben ve Başkan Yardımcısı Prof. Sibel İnceoğlu derneği temsilen buraya gelmiş bulunuyoruz. Bu rapor, meslektaşlarımızın, dernek üyelerinin birlikte hazırladığı, zaman zaman toplantılar yaparak hazırladığı bir rapordur. Bu raporu Sibel Hanım’la birlikte sizlere takdim etmeye çalışacağız. Bir iş bölümü de yaptık, bu raporumuzu derneğimizin tüzüğünün 2’nci ve 3’üncü maddeleri gereğince hazırladık.
Rapor üç bölümden oluşuyor. Birincisi, anayasal sorunlar bölümü, ikincisi yeni anayasanın yapılışında yöntem konusu, üçüncüsü de yeni anayasa nasıl olmalıdır, içeriği nasıl olmalıdır, bu konudaki derneğin, dernek üyelerinin somut önerilerinden oluşuyor. Bu bakımdan, ilk iki bölümü elden geldiğince kısa tutacağız. Asıl olan yeni anayasa neleri içermelidir sorusunu, bölümünü, sizinle daha ayrıntılı olarak paylaşabilmek için… Zira, daha sonra bunu, 73 sayfadan oluşan tüm metni İnternet ortamında ileteceğimiz için o yer alacak. Bu bakımdan, ilk kısımları çok kısa olarak geçeceğiz.
Birinci bölüm, anayasal sorunlardan oluşmaktadır. Anayasal sorunlar başlıklı bölüm kısaca yürürlükteki Anayasa ve uygulaması üzerine, Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu sorunlara ilişkindir ve bunlar başlıca iki alt başlıktan oluşmaktadır. Biri temel hak ve özgürlükler genel rejimi ve ifade özgürlüğü önündeki sınırlamalara ilişkindir, diğeri ise siyasal katılım haklarına ilişkin bölümdür. Bu bölümün özelliği esasen 1982 Anayasası’nın ilk hâlinden sonra geçirdiği aşamalar dikkate alınarak yapılması gereken, çıkarılması gereken yasalar çerçevesinde bir tür yasalar, anayasalar karşılaştırması yapılmış ve esasen bu karşılaştırmada düşünce ve ifade özgürlüğü eksen alınmıştır. Bu bakımdan, Anayasa’da yapılan iyileştirmeler ışığında, 1987’den bu yana ne tür yasal çalışmalar yapıldığını ama bu yasal çalışmaların düşünce ve ifade özgürlüğü güvencesine neden yanıt vermediğini, burada yasalarla Anayasa arasında gözlediğimiz, açık aykırılıkları, açık çelişkileri sergilemiş bulunuyoruz ve bu tabloda özellikle 1982 Anayasası’nda 2001 yılında yapılan değişiklik çerçevesinde kabul edilen 13’üncü madde güvenceleri, hak ve özgürlük güvenceleri ile özellikle 2004’te yapılan ve 90’ıncı maddeye eklenen uluslararası sözleşmelere açılan, insan hakları açısından açılan kapıya rağmen, neden Anayasa’nın yasalardan çok yukarılarda bir yerde kaldığını ve yasalar yoluyla neden uygulamaya geçirilemediğini irdeliyoruz ve burada, esasen ele aldığımız kanunlar, Türk Ceza Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumunun Kuruluşuna Dair Kanun, İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında Kanun, Polis Vazife ve Salahiyetleri, Dernekler Kanunu gibi temel kanunlar hangi açılardan düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde engel olarak durmaktadır; bunları Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddelerini, en azından başlıklarını da belirtmek suretiyle ortaya koymuş bulunuyoruz.
Hangi maddeler düşünce suçu olmaya elverişli maddelerdir? Bunları ortaya koyarken sadece 1982 Anayasası’nı değil aynı zamanda İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin hükümlerini ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin verdiği kararları, Türkiye’yi mahkûm ettiği kararları da yer yer koymak suretiyle biraz daha bilimsel bir yaklaşımı yansıttığını ortaya koyarak bunları somutlaştırmış bulunuyoruz.
Bunun yanında, tabii bu çerçevede Türk Ceza Kanunu’ndan sonra, özellikle Terörle Mücadele Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’nun 6’ncı ve 7’nci maddeleri çerçevesinde sürekli ihdas edilen düşünce ve düşüncelerin ifadesine ilişkin suçlara da dikkat çekmek amacıyla bunları ayrıntılı olarak irdelemiş bulunuyoruz. Ha keza, Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’un ilgili hükümleri de yine raporumuzda, AİHM’in ifade özgürlüğüne ilişkin kararları ışığında ayrıntılı olarak yer almaktadır yargı reformu paketi, üçüncü yargı reformu adı verilen paketin de bu değinilen sorunları, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki engelleri ortadan kaldırmaya elverişli olmadığına dikkat çekmek noktasına kadar.
Bunu birinci aşamada inceledikten sonra ikinci aşamada, özellikle Anayasa hükümlerinin birincisi yasa yoluyla uygulanmaması, şimdi ise yürütme ve yargı organlarınca uygulanmasındaki sorunları da ayrıca inceliyoruz çeşitli açılardan ve nerelerden kaynaklandığını yine Avrupa Mahkemesi kararlarında dikkate almak suretiyle ortaya koyuyoruz.
Birinci bölümün ikinci alt başlığı siyasal katılımın önündeki temel sorunlara özgülenmiş bulunuyor. Siyasal katılımın önündeki temel sorunlar yine derneğimizin çok hassasiyetle üzerinde durduğu alanlar, Milletvekili Seçimi Kanunu-33’üncü madde, yüzde 10 baraj uygulaması, Siyasal Partiler Kanunu’nda yer alan siyasal faaliyet yasakları gibi esasen bu iki kanundan kaynaklanan sınırlamalara, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını da dikkate alarak bunların hem siyasal partiler açısından hem adaylar bakımından ne tür engeller oluşturduğunu, dolayısıyla ne kadar siyasal partinin bulunduğunu, kaçının seçimlere katıldığını, burada Yüksek Seçim Kurulunun müdahalesini ve bu müdahalesinin demokratik bir seçimin amaçlarına ne kadar uygun olduğunu, bunları özellikle yasalar bazında, temelinde inceliyoruz ve Anayasa’yla aykırı durumu sergiliyoruz.
Ayrıca burada, bu raporda, birinci bölümde seçmen kütüğü kayıtlarına ilişkin aykırılıkları ortaya koyuyoruz. Bu sadece Türkiye içi seçmenler değil, aynı zamanda yurtdışı seçmenlerin oy kullanamaması ya da kullandırılmaması 1995 Anayasa değişikliğine kadar bunları da raporumuza derç etmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla, sonuç olarak, burada esasen bir sivil anayasa, bir demokratik anayasa, bir yeni anayasa hazırlığı önünde anayasa öncesi, anayasaya rağmen, anayasa altı yasalar düzleminde ve mahkeme kararları açısından uygulama bakımından yeni anayasa yoluna gölge düşürücü olarak addettiğimiz bütün bu kanunları Meclisin asli görevi olarak bunları çok daha kolay yapabileceğini ve bunları yapması durumunda yeni anayasanın daha anlamlı olacağının, yeni anayasanın önünün açılacağını vurgulamak suretiyle bu sizlere birkaç dakika içerisinde naklettiğim hususları aslında otuz sayfalık bir bölüm olarak ele alıyoruz fakat zaman kısıntısı nedeniyle ben bunu nasılsa yazılı olarak takdim edeceğimizi varsayarak bu şekilde sadece değinmeyle geçiştirmiş bulunuyorum.
ATİLLA KART (Konya) – Pardon, örnek var mı efendim o metinlerden?
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM KABOĞLU – Tabii, size bir örnek de vereceğiz.
İkinci bölüm, belirttiğim gibi, yeni Anayasa sürecinde usule ilişkin sorunlar ve öneriler. Bu kısım şu bakımdan çok önemli; 19 Eylül günü Sayın Başkan tarafından yapılan toplantıda da dile getirildiği üzere, ben, Sibel Hanım ve dernekten diğer arkadaşların da katılmasıyla biz dernek olarak ve kişisel olarak da daha çok yeni bir anayasaya giden yolun yeni bir Meclis tarafından açılmasını, yeni bir Meclis tarafından yeni anayasanın hazırlanması görüşünü dillendirdik. Burada, tabii ki bu Meclisin görevini kesinlikle küçümsemeksizin, yadsımaksızın bu Meclisin, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yeni anayasaya giden yolu açması gerektiğini, bunu da özellikle 175’inci maddeden hareketle yapması gerektiğini ve yeni bu Meclisin raporun birinci bölümünde dile getirdiğimiz hususları yani şu anda yeni anayasa önünde engel olarak duran yasama çalışmalarını yürütmesi diğer yasama çalışmalarının yanında ama yeni Meclisin ise Anayasa'ya odaklanması gerektiğini ve halk tarafından seçilip sonra yine o metnin halk tarafından onaylanması gerektiği görüşünü savunuyoruz, dernek olarak da bunu savunuyoruz. Burada da buna değindik ama tabii ki biz gerek uzmanlar olarak gerek dernek olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi böyle bir inisiyatif aldıktan sonra, kuşkusuz ona destek vermek bizim de görevimizdir ama bunu aynı zamanda hem olumluları dile getirmek suretiyle hem de eleştirel açıdan bakarak duruma göre olumsuz durumları ortadan kaldırmaya katkıda bulunmak amacıyla bu şekilde bir bölüm öngördük. Ve bu bölümde özellikle burada kurulan Uzlaşma Komisyonunun bu dört partiden üçer üye temelinde, üçer üyeyle eşitlik temelinde bir Uzlaşma Komisyonunun oluşturulmuş olmasının olumlu taraflarına dikkat çekiyoruz. Ama tabii, bu arada bu Komisyonun güçlüğünü de dikkate alarak, hukuki temelde Mecliste mevcut olan, İç Tüzük’te öngörülen diğer birimlerle, Anayasa Komisyonuyla çatışma olasılıklarını da dikkate alarak, olası olumsuzlukları raporda ortaya koyuyoruz. Bu çerçevede sizlerin belirlediği on beş maddelik yol haritasını teker teker ele alarak o maddeler temelinde bunları değerlendirmeye çalışıyoruz.
Burada esasen dikkat çekmek istediğimiz husus “Neden bir anayasa meclisi olmalıydı?” sorusuna gerekçe oluştururken yüzde 10 baraj sorununu burada tekrar değerlendiriyoruz, dile getiriyoruz ama eleştirdiğimiz noktalar, özellikle saydamlık açısından, Komisyonun “Saydamlığı sağlamak üzere gereken tedbirleri alır.” denmesine rağmen bu hükmün uygulanmasının özellikle gelen görüşlerin gizli tutulması yönünde yapılan uygulama dikkate alındığı zaman bir tür çelişki oluşturduğunu belirtiyoruz. Daha sonra, TBMM, bu görüşmeleri, buradaki görüşmelerin de gizliliğini aynı şekilde sorguluyoruz. Yayınlasa bile esasen “katılımın saydamlığı” ilkesi açısından bunu bir eleştiriye açık yön olarak görüyoruz. Sonra, sürecin önceden belirliliği ve makul yapım süresi açısından 11’inci maddede yer alan dört aşamalı yol haritasına ilişkin çekincelerimizi de burada belirtiyoruz.
Esasen burada belirttiğimiz, değindiğimiz bir başka konu şudur; güçlükler olarak iki açıdan baktık konuya uzlaşma Meclisinin merkezinde bulunan Anayasa çalışması açısından: 1) Topluma dönük yüzü. 2) Meclis içerisinde 30 Nisandan sonra veya 1 Mayıstan sonra izlenecek yol güçlükler açısından.
Topluma dönük yüzü, bütün bu görüşlerin toplanması, alınması, gidilmesi, katılımın özendirilmesi çok olumlu olmakla birlikte, esasen burada belirsiz olan husus, bunların, bu girdilerin ne ölçüde değerlendirilebileceği ve ne kadar bu katılım olarak bunları değerlendirebilmemiz için katılacağı bu sürece.
İkinci olarak ise, tabii bu arada uzman ve danışmanlardan yararlanma sürecinin de eğretiliği ve çekici olmadığı meslektaşlar tarafından, o konuda da bir tür çekince oluştu dernekte ama esasen burada yöntem konusunda Meclis içerisinde Uzlaşma Komisyonunun hazırlayacağı metnin Genel Kurulda kabul ediliş aşamasına kadar karşılaşılabilecek güçlükler konusunda birtakım soru işaretleri ve ondan sonra da halk oyuna gitme konusunun belirsizliği üzerine dikkat çekilen başlıca hususlardır mevcut olan yöntem olarak. Fakat tabii ki mevcut olan yöntemin de bir deneyim olarak kayda değer olduğunu ama Uzlaşma Komisyonunun kendisi tarafından hazırlandığına göre kendi İç Tüzük’ünün o zaman uygulamayı dikkate alarak ilerleyen aşamalarda bunu yapılan öneriler doğrultusunda gözden geçirebileceği ve ön açıcı düzenlemeler yapabileceğini de dikkate alıyoruz.
Şimdi, üçüncü bölüme geçince, esasen yeni anayasanın içeriği konusunda öneriler bölümüne gelince, üçüncü bölümü üç büyük başlık altında topladık: Temel ilkeler, ikinci başlık hak ve özgürlükler, üçüncü büyük başlık ise cumhuriyetin temel organlarından hareketle yasama, yürütme ve yargı ve sonuçta, bir de sentez biçiminde son bölüm öneri bölümünü hazırladık iki sayfalık. Bunu iş birliğiyle sizlere sunacağız: Temel ilkeleri, hak ve özgürlükleri ve yargı bölümünü Sibel Hanım sunacak; yasamayı ve sonuç kısmını, sentez önerileri de ben sunacağım.
Buyurun.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Buyursunlar Sibel Hanım.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKAN YARDIMCISI PROF. DR. SİBEL İNCEOĞLU – Teşekkür ederim.
Ben de uzun soluklu çalışma için sizi kutlar ve teşekkür ederim, ayrıca bizi dinleme nezaketinde bulunduğunuz için.
Derneğimizde, Sevgili Hocam Kaboğlu’nun da bahsettiği gibi, içerik konusunda çeşitli konularda bir ortak mutabakata vararak bir çalışma yaptık. İçerik bakımından baktığımızda, özellikle ilk başta isterseniz değişmez maddelerle belki başlamak lazım. Bunlarla ilgili olarak prensip olarak temel değerlerin korunması gerektiğini düşünüyoruz yani bizim yaklaşımımız, elbette 82 Anayasası parlak bir Anayasa değil ama değişikliklerle birlikte bazı kazanımları da sağlamıştır. Birinci olarak, bir kere bu kazanımların yani değişikliklerle birlikte elde edilmiş kazanımların gerisine düşmemek gerektiğini düşünüyoruz.
İkinci olarak, biraz önce sözünü ettiğim gibi, değişmez maddelerle ilgili temel değerler özellikle “cumhuriyetin nitelikleri” başlığı altında yer alan insan haklarına dayalı, laik, sosyal, demokratik hukuk devleti olduğuna dair temel beş değerin çerçevesinde zaten bütün Anayasa'nın ruhunun ona göre olması gerektiğini düşünüyoruz. Hatta, demokratiğin başına çoğulculuğu da koyarsak daha da iyi olabilir. Çoğulcu demokrasi çünkü oldukça önemli. Bizim metne de mümkün olduğu kadar bunu yansıtmaya çalıştık.
Temel kazanımlar bakımından özellikle örnek verebileceğimiz 13’üncü maddede yapılan değişiklikler, bunlar önemli değişiklikler. Yani oradaki öz sınırının getirilmiş olması, ölçülülük ilkesinin konulması gibi, bunların arkasına düşmemek gerektiğini vurgulamak istedik.
Yine, 82 Anayasası’nın bugün en önemli problemlerinden bir tanesi uyum problemi, maddeler arası uyumla ilgili problem. Özellikle hak ve özgürlüklerde bunu çok görebiliyoruz. Mesela, 13’üncü maddede sınırlama nedenleri kalkmıştır ama baktığımız zaman, diğer maddelerde sınırlama nedenleri bazılarında aşırı fazladır, o hakkın niteliğinin dışına çıkacak kadar fazla sınırlama nedeni vardır; bazılarında hiç yoktur vesaire. Yani bu uyumun hakkın ve özgürlüğün niteliğine göre uyumlandırılması ve ona göre sebeplerin tespit edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Tabii ki elbette, şimdi, tek tek her birine girmem mümkün olmayacak.
Yine, prensip olarak hak ve özgürlükler bakımından tabii ki insan haklarını korumaya yönelik uluslararası sözleşmelerin yine minimum standart, elbette bunların üzerinde şeyler de kabul edilmelidir ama minimum standart olarak belirlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Özellikle yaşam hakkı örneğin bunlardan bir tanesidir. Örneğin, bizdeki 17’nci madde İnsan Hakları Sözleşmesinin 2’nci maddesine benzerlikler göstermesine rağmen, temelde farklılıkları vardır. Mesela, bizde “silah kullanma” der, orada “güç kullanma” der ki ikisinin arasında fark vardır. Yani yaşama hakkını ihlalinde, daha doğrusu istisnaları arasında “Ne zaman yaşama hakkı ihlal edilmez?” diye tanımlandığı zaman işte silah kullanmayla güç kullanma tam aynı değildir, dolayısıyla bu farklar… İşte “ölçülülük” ilkesi vurgulanır maddede, bizde vurgulanmıyor esasında gibi veya istisnalar arasında mesela olağanüstü hâllerde de silah kullanımı sonucunda öldürmenin meşru olduğunu söylüyor Anayasa. Oysa uluslararası belgelerde böyle bir meşruiyet yoktur gibi temelde birtakım farklar var.
Keza, kişi özgürlüğüyle ilgili maddeye baktığınızda, örneğin işte gözaltı süresiyle ilgili bir üst sınırın olmaması ciddi bir problem, olağanüstü hallerle ilgili bir üst sınırın olmaması örneğin bir problem. Oysa, İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında yedi-sekiz günün üzerinde birtakım kararlar olduğunu biliyoruz yani bunların üstün çıkıldığı zaman ihlal kararları çıkıyor. Veya işte bu dönemdeki koruma mekanizmaları, şimdi tabii çok detaylı olarak raporumuzda bahsettik, hepsine giremeyeceğim. Veya işte tutuklamayla ilgili yine bazı koruma mekanizmaları, bunların anayasaya monte edilmesinde fayda görüyoruz.
Yine, bu çerçevede baktığımız zaman “eşitlik” ilkesi son derece önemli. Gerçi çok önemli değişiklikler yapıldı eşitlikle ilgili ama biz “fiilî eşitlik” kavramının anayasada yer alması gerektiğini düşünüyoruz. Ayrıca, eşitlikle ilgili ayrımcılık yasağı birlikte düzenlendiğinde bunun içine şu anda sayılmamış olan mesela “cinsiyet kimliği, cinsel yönelim” gibi ifadelerin de geçmesi gerektiğini düşünüyoruz. Kadın kotasına yönelik somut hüküm olması gerektiğini düşünüyoruz çünkü pozitif ayrımcılık konusu her ne kadar Anayasa'ya girmiş de olsa, fiilen yasama organının bu konuda hareketsiz kaldığı görüşündeyiz. Özellikle kadın üyeler bu konuda oldukça hassas, onu söylemeden geçemeyeceğim. Dolayısıyla, özellikle siyasi haklar, kamu yönetimine katılma ve iş yaşamında bu alanlarda kota öngörülebileceğine ilişkin, hatta öngörülmesine yönelik yasama organına bir yükümlülük getirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Siyasi partilerle ilgili düzenlemeler bakımından birkaç şey söylemek isteriz. Şu andaki mevcut düzenlemelere baktığımızda, anayasal düzenlemelere baktığımızda, siyasi partilere yönelik yaptırımların artırılması gerektiğini yani arttırılması derken şunu kastediyorum; yaptırım niteliği yani sadece kapatma ya da mali yardımı, hazine yardımını kesme biçiminde değil ama örneğin, işte bundan daha hafif olabilecek, bir sonraki seçime girmeme ya da para cezası gibi alternatiflerin artırılması ve kademeli bir sistem öngörülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu konuda da kapatma nedenlerinin sınırlanması gerektiğini ve uluslararası belgeler, özellikle İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının ışığında bir düzenleme gerektiğini düşünüyoruz. İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına baktığımızda temel ölçütlerin şu olduğunu görüyoruz: Birincisi; bir siyasi parti çoğulcu demokrasiyi ortadan kaldırma amacını güdüyorsa bu kapatma nedenidir. İkincisi; şiddete çağrı yapıyorsa kapatma nedenidir. Dolayısıyla, bunlar dışında başka bir kapatma nedeninin öngörülmesinin uluslararası kabul görmüş ilkelerin dışına çıkacağını düşünüyoruz.
Sosyal haklar bakımından da doğrudan sosyal hakların uygulanabilirliğine ilişkin düzenleme olması gerektiğini düşünüyoruz. Yine, sosyal haklarla ilgili sendika, grev düzenlemelerinde tüm çalışanları kapsayacak şekilde düzenleme yapılmasını ama devlet otoritesini doğrudan kullananlar bakımından elbette sınırlama getirilebileceğini öngörüyoruz.
Yine, çevre konusunda katılım, bilgi edinme ve başvuru yollarıyla birlikte desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Oldukça fazla gündemde olan ana dil konusunda da önerimiz var. Uluslararası belgelere yine baktığımızda, bu konuda Avrupa Konseyinin ve Birleşmiş Milletlerin çeşitli belgelerine baktığımızda şunu görüyoruz: Ana dilin öğrenilmesini bir minimum hak olarak görüldüğünü görüyoruz. Yani, farklı etnisiteden olan grupların kendi ana dilini öğrenme hakkının anayasada yer alabileceğini, alması gerektiğini düşünüyoruz minimum standart olarak. Fakat, ana dilde eğitim konusu bakımından anayasada bir açıklık prensibi olması gerektiğini- yani bugünkü 42’nci madde, biliyorsunuz, hem ana dilin öğrenilmesi hem ana dilde eğitim bakımından, her ikisi bakımından da bir yasak getiriyor- dolayısıyla, Anayasa'da bu tür bir yasağın olmaması gerektiğini düşünüyoruz. Yani, bu ne anlama gelecektir? Yasa koyucunun takdirinde olacaktır ana dilde eğitim meselesi. Yasa koyucunun önünde bir engel kalmayacaktır ama öğrenim konusunda minimum standart öngördük. Fakat, burada tabii önemli bir diğer sorun ana dilde eğitim konusunda haklı birtakım kaygılar dile getiriliyor, uluslararası belgelerde de aynı kaygıların olduğunu görüyoruz. Kaygı şudur: Çocuğun toplumsal yaşama katılımı yönünde bir engel teşkil eder mi? Yani, eğer eğitim süreci tamamen ana dilde olursa, bu diğer gruplarla iletişim kurma ve toplumsal yaşama katılma bakımından bir problem oluşturabilir. Genel olarak baktığımızda, özellikle Lahey tavsiyelerine baktığımızda AGİT’in, orada şu kastediliyor: Asla ana dilde yani bütün müfredatın ana dilde olması önerilmiyor, tam tersi kaçınılması gerektiği söyleniyor; çift dilli eğitim önerilen. Dolayısıyla, ana dilde eğitim yapılırken aynı zamanda resmî dilin de öğrenilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, resmî dil olan Türkçenin müfredatta muhakkak olması ve hatta derslerin bir kısmının Türkçe olarak öğretilmesi yaklaşımı olduğunu görüyoruz ve bu çerçevede de anayasal hüküm olarak şöyle bir hüküm öngörülebilir, uluslararası belgelerde de benzer hükümler var; eğitimle ilgili yasaların resmî dilin öğrenilmesine zarar vermeyecek bir biçimde olacağına, olması gerektiğine yönelik de -tabii ben mealen söylüyorum- bir hüküm olması gerektiğini düşünüyoruz. Böylece, resmî dilin öğrenilmesi de bir sorumluluk olarak yüklenilmiş olacaktır.
İnanç özgürlüğüyle ilgili de birkaç şey söylemek gerektiğini düşünüyorum, ondan sonra yargıyla ilgili birkaç cümle de söylemekte fayda göreceğim. İnanç özgürlüğüyle ilgili burada da insan hakları sözleşmeleriyle uyumlu bir yapı olmadığını görüyoruz şu andaki yapılanmanın. Buna uyum bakımından, hakların kötüye kullanılmasına atıf yerine, inanç özgürlüğünün dışa vurumuyla ilgili olarak yani elbette inanç özgürlüğü içsel bir durumdur ama dışa vurulduğu zaman buna yönelik bazı sınırlamalar olacaktır. Nitekim, İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9’uncu maddesinde buna yönelik sınırlamalar vardır. Bu sınırlamalara benzer sınırlamaların yer alması gerektiğini ama inanç özgürlüğünün kapsamı tanımlanırken inanmama özgürlüğünün de sayılması gerektiğini düşünüyoruz madde düzenlemesi yapılırken. Yine, zorunlu din derslerinin kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz. Çocuğun seçme hakkı ya da ailenin seçme hakkı elbette olabilir yani seçimlik ders olarak öngörülebilir.
Yargı bakımından söyleyeceklerim şunlar olabilir; özellikle yargı alanında 2010’da önemli değişiklikler yapılmakla birlikte sorunlarımız hallolmamıştır. 2010 değişikliğinden sonra baktığımızda esasında yargı alanında çoğulculuğun gerçekleşmediğini görüyoruz. Yargı bağımsızlığı açısından da sorunların aynen devam ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla, bu çerçevede bir kere biz şöyle bir yapılanma olması gerektiğini düşünüyoruz; yargıçlar yüksek kuruluyla savcılar yüksek kurulu şeklinde ikili bir ayrım olması gerekir. Yani, HSYK biçiminde değil, yargıçlarla ilgili ayrı bir kurul, savcılarla ilgili ayrı bir kurul. Oldukça önemsiyoruz bu konuyu çünkü İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde de konuya baktığımızda ya da Bangalore yargısal davranış ilkeleri bakımından konuya baktığımızda, savcılık makamıyla yargıçlık makamının bu kadar iç içe olması, aynı kurallara tabi olmaları doğru bir yaklaşım değil. Dolayısıyla, pek çok bunun gibi iç içe olma pozisyonları var ama ilk başta belki bu iki kurulu birbirinden ayırarak işe başlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz. Dolayısıyla, savcılar, hâkimler kuruluna katılmayacaktır; hâkimler, savcılar kuruluna katılmayacaktır.
Bunların oluşumu bakımından da çoğulcu bir sistem olması gerektiğini düşünüyoruz. Örneğin, Cumhurbaşkanının burada herhangi bir rolünün olmaması gerektiğini düşünüyoruz yani kurullara üye atama konusunda. Meclisin elbette rolü olabileceğini düşünüyoruz fakat Meclisin rolünün de nitelikli çoğunlukla karar almayla birlikte olması gerektiğini düşünüyoruz çünkü basit çoğunlukla Meclisin üye seçmesi durumunda esasında fiilen hükûmet ataması olacaktır hâkimler kuruluna ya da savcılar kuruluna. Bu nedenle, burada özel bir çoğunluk olması gerektiğini, muhalefetin muhakkak onayının alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Yine, bu kurulların bütün kararlarının yargı denetimine açık olması gerektiğini, tamamıyla açılması gerektiğini düşünüyoruz çünkü kurullarda şu anda sadece meslekten ihraç bu şekilde. Oysa kurullarda çok çok önemli kararlar alınabiliyor. Bunların ayrıca aleni olması ve gerekçeli olarak yayınlanması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü, toplumun bunu bilmeye hakkı var. Bu, yargıya güveni de arttıracaktır. Özellikle disiplinle ilgili kararlarda bazı kaygılar elbette duyuluyor yani “Yargıç acaba yıpratılır mı kararlar açıklandığı zaman?” diye ama şunu da unutmayalım, tam tersi esasında, bu tür kararların aleniliği toplumda güveni arttırmaktadır yargıya karşı çünkü iyi mesleğin kurallarına uymayan, doğru davranış içinde olmayanların ayıklandığını halkın bilmesi ve görmesi, tam tersi, güveni artırıcı olacaktır.
güveni artırıcı olacaktır. Belki daha düşük seviyedeki kararlar bakımından ismin açıklanmaması biçiminde bir yöntem elbette seçilebilir yani uyarma, kınama gibi kararlarda böyle isim açıklanmayabilir ama daha üst ağır şeylerde toplumun bunu bilmesi gerektiği düşüncesindeyiz.
Aday gösterme süreci bakımından da önemli problemler… Pardon, yanlış ifade ettim, şöyle demek belki daha anlamlı: Mesleğe atama süreçlerinde yani hâkim veya savcıların mesleğe atanmalarında ya da mesleğe kabullerinde diyelim, bir adaylık statüsü söz konusu. Önce adaylığa atama yapılıyor, ondan sonra mesleğe kabul işlemi gerçekleşiyor. Tabii, buradaki eleme usulünün de problemli olduğunu düşünüyoruz. Bu sürecin yani adaylık sürecinin de bu kurullar denetiminde olması gerektiğini düşünüyoruz. Şu anda fiilen Adalet Bakanlığı etkili bu süreçte. Burada çeşitli yöntemler de düşünülebilir. Örneğin, mülakatla ilgili özellikle önemli şikâyetler var, bunun kayda alınması, orada sorulan soruların önceden hazırlanması, kura yöntemiyle soruların çekilerek sorulması gibi yöntemler elbette detaylara indikçe düşünülebilir.
Yine, bu yargıyla ilgili olarak şu da en önemli problemlerden biri: Atama suretiyle yer değişikliği meselesi de çok ciddi bir problem. Bu konudaki uluslararası belgelere baktığımızda, burada bazı standartların getirildiğini görüyoruz yani bir yargıç kendi iradesi ve isteği olmaksızın başka bir göreve, yere atanamamalıdır. Bu ne zaman olabilir? Ancak bir disiplin kararı söz konusu olur veya geçici bir süre için yakın bir mahkemeyi takviye amaçlı olabilir yani yakındaki mahkemelerden bir tanesinde üye eksikliği ortaya çıkmıştır hastalık veya başka bir nedenle, onu takviye etmek için geçici süreyle olabilir. Oysa Türkiye’de bunun pek böyle yürümediğini görüyoruz. Bu önemli bir problem, buna yönelik bir güvencenin, coğrafi güvencenin en azından anayasada yer alması gerektiğini düşünüyoruz.
Yine, yargıyla ilgili -bilemiyorum, süremi çok mu aştım, saate de bakmayarak konuştum ama- birkaç cümleyle şunlara da temel konulara değineyim. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi, Askerî Yargıtay gibi kurumların anayasada yer almaması gerektiğini düşünüyoruz yani bu da yine Danıştayın bir dairesini örneğin, uzmanlık dairesi olarak kabul edilerek bu tür görevler verilebilir, benzer şekilde Yargıtaya da verilebilir. Özel yetkili ağır ceza mahkemeleri için de aynı şeyleri düşünüyoruz. Bunun da bu tür mahkemelerin kurulmasıyla ilgili engel olması gerektiğini düşünüyoruz.
Anayasa Mahkemesi bakımından çoğulculuk oldukça önemli. Burada da Anayasa Mahkemesinin üyelerinin en az yarısının yargıçlar tarafından, yarısından az olan bölümün Meclis tarafından, yine nitelikli çoğunlukla belirlenmesinin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Burada da Cumhurbaşkanının rolünün doğru olmadığını düşünüyoruz. Anayasa Mahkemesiyle ilgili bireysel başvuru yöntemi kabul edildi. Burada Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’yle sınırlı bireysel başvuru hakkı kabul edildi. Bu sınırlamanın kalkması gerektiğini ve Anayasa Mahkemesinin aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve bunun denetim organlarının kararlarına uygunluk bakımından da denetim yapma imkânı olması gerektiğini düşünüyoruz.
İsterseniz şimdilik ben burada sonlandırayım süremizi daha doğru kullanabilmek için. Sanıyorum, Sayın Kaboğlu’nun da söyleyeceği şeyler kalmış olabilir. Sizin de belki soracağınız şeyler olabilir.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Sabırsızlıkla bekliyor Hocam. Hocam zamanın aşağı yukarı dörtte 2’sini Sibel Hanım’a kaptırdı.
Buyurun Hocam.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Yok, böyle bir kaptırma şeyimiz yok. Kadın-erkek eşitliğini savunan derneğimiz açısından bir sorun oluşturmaz.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Ama şu anda tamamen eşitlik değil eşitsizlik var Hocam.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Peki, o zaman sizlerin özveride bulunması gerekiyor herhâlde zaman bakımından.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Buyurun.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Efendim, belirttiğimiz gibi, cumhuriyetin temel organlarının tabii ki yargı da bunun içerisinde yer alıyor, yasamaya ve yürütmeye ilişkin olarak derneğimizin görüşlerini kısaca dile getireceğim. Önce, yasama organı. Yasama organı, tabii ki cumhuriyetimiz için, demokrasimiz için vazgeçilmez bir organ. Burada önemli olan, daha saygın, daha etkili, daha demokratik nasıl olabilir sorusuna yanıt arayışında yasama organına ilişkin önerilerimizi dört alt başlıkta topladık.
1’incisi, yasama organı tek meclisli mi yoksa iki meclisli mi olmalı?
2’ncisi, temsil sorunu.
3’üncüsü, denetim konusu.
4’üncüsü ise dokunulmazlık ve sorumsuzluk konusu ve bir de yasama girişimini ekledik, böylece beş başlıktan oluşuyor.
Hemen belirteyim “Tek meclisli mi çift meclisli mi olmalıdır?” görüşünü tartıştık, artılarıyla iki meclisin sakıncaları nelerdir, olumsuzlukları nelerdir, bunları teker teker, tek meclisliliği savunanların görüşlerini ortaya koyduk. Sonra, iki meclisin sağlayabileceği yararları, temsil bakımından, fren ve denge mekanizmaları bakımından, demokrasi bakımından, yasaların niteliği bakımından, bunları tartıştık ve derneğimizin görüşü olarak Türkiye’de iki meclisli bir sistemin daha yararlı olduğu önerisinde bulunmaya karar verdik. Hatta burada, demokratik açıdan aynen demokratik koşullarda seçilmesi tamamen ve iki yılda bir üçte 1 oranda senato üyelerinin yenilenmesi suretiyle millet meclisinin dört yılda bir seçiliyor olması dikkate alınarak bir tür halkın tepkisinin, katılımının iki yılda bir sağlanması biçiminde bir yararının da olacağını not ettik, bunları ayrıntılı olarak raporumuza dercettik.
Temsil bakımından tabii ki yüzde 10 baraj konusu bir anayasal sorun değil, hatta 1’inci bölümde anayasaya aykırılığını vurguladık ama yeni anayasada en azından bu tür bir yasal düzenlemenin önünü kapatacak biçimde formüller kullanılmasının yararlı olduğunu belirttikten başka yine bu ünlü kadın-erkek eşitsizliği çerçevesinde kadın kotaları konusunda ona açık ya da onu sağlayacak, bir eşitliği sağlayacak yasamanın temsili açısından düzenlemenin yapılmasının yararlı olduğu görüşündeyiz.
Denetim konusunda belirteceğim belki tek kavram, 1973’te kabul edilen ve hâlen yürürlükte olan İç Tüzük açısından konuya baktığımız zaman, müzakereci demokrasinin ne kadar önemli olduğunu ve İç Tüzük’ün Anayasa’dan ayrılmaz bir nitelik taşıdığını ve bunu özellikle bu özelliğin öne çıkarılması gerektiğini vurguluyoruz ve hemen belirtmeme müsaade edin, bu süreçte 4+4+4 sürecinde tanık olduğumuz olumsuz görüntüyü dikkate alan bazı üyelerimiz “Hayır, biz bu şeyde vermeyelim rapor.” biçiminde dernek içi bir tepkinin doğduğunu ve bu tür şeylerin, görüntülerin ya da yasa yapım yönteminin yeni anayasa yoluna zarar vereceği konusunda ciddi kaygılar bulunduğunu bu vesileyle paylaşmak istiyorum sizlerle.
Dokunulmazlık ve sorumsuzluk konusunda, kenar başlık ve içerik farklılaşması var ve bunun esasen yasama dokunulmazlığı ve yasama sorumsuzluğu olmak üzere iki ayrı madde hâlinde düzenlenmesinin…
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Ana kenar ne olsun Hocam?
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Hayır, bir madde yasama dokunulmazlığı olur, öbür madde yasama sorumsuzluğu olur. Biz nasılsa bu anayasa…
FARUK BAL (Konya) – Sorumsuzluğa düzgün bir kelime bulamaz mıyız Hocam? Sorumsuz milletvekili gibi…
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Bulunur. Yasama sorumsuzluğu, burada bunun tabii biz yasama işlevine teşmil edilmesi gerektiğini vurguluyoruz ama buradaki esas şeyimiz şu her ikisi açısından da izninizle belirtirsem, yasama dokunulmazlığının çok geniş anlaşıldığı, hatta Avrupa Mahkemesi kararlarına da yollama yaparak ve bunun soruşturmayı durdurmaması gerektiğini, en azından soruşturma dosyasının oluşturulması gerektiğini ya da yargılamanın devam etmesi gerektiğini belirtiyoruz. Her ikisi açısından sorunu tabii anayasanın bütünlüğü ilkesine biraz sonra geleceğim, kişi, yurttaş güvenliğini ne kadar çok artırabilirsek vekil güvenliğine özgü ayrıca düzenleme kalmayacak, aşırı düzenlemeye gerek kalmayacak. Düşünce özgürlüğünü ne kadar sağlayabilirsek vekilin Meclisteki ifade özgürlüğü de o kadar genişleyeceği için bu ikili açının, şu anda çok açık ama bunun daraltılması gerektiği görüşünü savunuyoruz ve bir de yasama girişiminin üçüncü yol olarak halk tarafından da belli sayıda imza toplanması durumunda verilebilmesi ve halk inisiyatifi veya halk girişiminin yararlı olacağını, bunu da belirtiyoruz.
Yürütme ve idare bölümüne gelince, kamu yönetimine gelince, burada hemen başta belirteyim, dernek heyetinin, üyelerinin tercihinin parlamenter rejim yönünde olduğunu ve parlamenter rejim tercihinin esasen yeni anayasaya kurallarıyla ve kurumlarıyla ve fren ve denge mekanizmalarıyla yansıtılması gerektiği görüşünde mutabık kaldıklarını belirtmek isterim. Bu çerçevede, Cumhurbaşkanıyla başlıyoruz. Tabii, Cumhurbaşkanının 1982 Anayasası’nın öngördüğü özellikle parlamenter rejimin sınırlarını zorlayan, aşan yetkilerinden daha bir mutedil yetkiler tanınarak daha parlamenter rejimin esasen devleti temsil eden bir kurum ama denge mekanizması olduğunu da ihmal etmeksizin bunu vurguluyoruz. Seçime gelince tabii ki Parlamento tarafından seçilmesini, her ne kadar parlamenter rejimlerde cumhurbaşkanı halk tarafından da seçiliyor olsa dahi bizde Parlamento tarafından seçilmeye dönülmesini savunmamızın bize özgü, Türkiye’ye özgü nedenleri var çünkü biz başından beri cumhuriyette hep Parlamento tarafından seçilmiş, askerî darbeler dışında ve bir tür Cumhurbaşkanı partiler üstü, partiler ötesi, siyasal çekişmelere girmeyen, siyasal seçim kampanyasına girmeyen bir imaj yaratan devletin başkanı olarak görülmüş. Onun sağlanmasının o yolla daha elverişli olduğu düşüncesiyle görev ve sorumluluklarının azaltılmasıyla ve sorumluluğunun vatana ihanet suçuyla sınırlı tutulması gerektiğini vurguluyoruz. Bakanlar Kurulunun da bu çerçevede daha bir eşitler arası birinci konumda Başbakanın 1982 Anayasası’nın öngördüğü gibi bir tür Başbakan, bakanların hiyerarşik amiri biçiminde bir yoruma müsaade eden bir düzenleme değil, parlamenter rejimin ruhuna yatkın bir düzenleme olması gerektiğini savunuyoruz ve burada Millî Güvenlik Kurulunu ulusal savunma danışma kurulu olarak bir danışma birimi şeklinde düzenlenecekse düzenlenmesini, ulusal savunmayla sınırlı kalmasını ve buna Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, kuvvet temsilcileri ve kanunda açıkça belirlenecek olan ilgili bakanlardan oluşmalıdır görüşünün yanı sıra Genelkurmay Başkanının da parlamenter rejimin temel esprisi nedeniyle Bakanlar Kurulunun Parlamentoya karşı sorumlu olmasını dikkate alarak Genelkurmay Başkanlığının Başbakana değil Millî Savunma Bakanına bağlanması gerektiğini savunuyoruz.
Bunun yanında, kamu yönetimi konusunda, esasen kırılma halkalarıyla burada karşılaşıyoruz çünkü burada bir kırılma halkası, Diyanet İşleri Başkanlığıyla ilgilidir laiklik temelinde. Birini sevgili meslektaşım belki o hızlı geçerken atladı, vatandaşlık tanımı mesela, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı esasen kapsayıcı bir yurttaşlık tanımının doğru olacağı yönünde derneğimiz görüş beyan etti. Burada da merkezî idare içerisinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığının en azından anayasada yer alacaksa, anayasada yer almaması ama alacaksa, 82 Anayasası’nın düzenlemesinin Diyanet İşleri Başkanlığının amacına, kuruluş nedenine, varlık nedenine uygun düşmediği gibi, laik devlet tanımına da uygun düşmediği görüşüyle bunun esasen kamu hizmeti, kendi dinsel çerçevede kamu hizmeti anlayışına indirgenmesi gerektiğini savunuyoruz, yoksa bir fetva makamının olmadığı görüşü ile.
Burada esasen, merkezî yönetimin yanında yerinden de bölgesel yönetimler konusuna gelince hemen belirteyim, ikinci kırılma ya da üçüncü kırılma noktası burada, biz dernek üyeleri olarak üniter devletten yana görüşümüzü ortaya koyduktan sonra ancak üniter devletin de günümüzde sadece merkezî birimlerle sınırlı olmadığını, üniter devletin aşırı merkeziyetçi yaklaşımıyla, Fransa’da olduğu gibi ademimerkeziyetçi yaklaşımının olduğunu ve Avrupa’da birçok üniter devletin kamu hizmetleri temelinde, demokrasi temelinde, halka yakın demokrasi dikkate alındığında ve çevrenin, şehirciliğin geliştirilmesi, ilerletilmesi amacıyla birkaç vilayeti içine alan bölgesel yönetimleri de kapsamına aldığını ve seçimler yoluyla belirlenen yöneticilerin, konseylerin kendi yörelerini yönettiğini ve devletin anayasa yoluyla merkezle bunlar arasındaki denge mekanizmasını kurduğunu ve bu şekilde bir yapılanmanın Türkiye’de esasen diğerleri yanında aynı zamanda tabii ki Kürt sorununa indirgenemez bu sorun, geniş, bütün Türkiye'nin sorunu, hatta yine raporumuzda var, Türkiye'nin yarısı köylerde yaşıyorsa, köylerde belde yönetiminin bulunmamasının âdeta bir Orta Çağ anlamına geldiğini ve yerel yönetimlerin bütün Türkiye’ye teşmil edilmesi gerektiğini ama mevcut yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yanında bölgesel ölçekte de yerel yönetimler oluşturulmasını ve bölge yönetimlerinin Kürt sorununa indirgenemeyeceğini ama o vesileyle farklılıkların da kendini ifade edebileceği alanlar şeklinde düşünülebileceğini ayrıntılı olarak burada belirtiyoruz ama zaman darlığı nedeniyle bunlara girmiyorum ve burada mesela şöyle bir not var: Bölge yönetimi Avrupa Birliği ülkelerinin ortak modelidir. Bu çerçevede geleceğin Avrupa’sı birlik olarak 250 civarında bölge temelinde ama bölgeler bizde söylendiği zaman hemen İspanya akla geliyor, oysa pekâlâ Fransa gibi çok daha bizim geleneğimize yakın olan ülkelerde de idari ölçekte en azından bölge yönetiminin yerel yönetimler çerçevesinde, yerel demokrasi temelinde oluştuğunu biliyoruz ve bunları irdeleyerek bu şekilde bir açılımın yararlı olacağını düşünüyoruz.
Mali ve iktisadi hükümler kısmını geçeceğim, atlayacağım fakat burada izninizle belirtmem gereken birkaç nokta var bu raporda özelleştirmeye ilişkin kesin hesap kanununa kadar birçok husus var ama izninizle hepinizin malumu olduğu üzere 30 Ocakta kabul edilen Avrupa Birliği Antlaşması denk bütçe kuralını kabul etti ve artık Avrupa Birliği ülkelerinde hazırlanacak olan anayasalara da bu yansıyacak. Dolayısıyla, Avrupa Birliği pazar ekonomisinin bütün bu alanları bütçe konusunu iktisadi ve mali alanı serbest bırakmadığını belki bugün bizde Avrupa’nın bazı devletleri kadar ekonomik kriz olmasa da yarın, öbür gün bizim de karşılayacağımızı dikkate alarak özellikle anayasalar, çağdaş anayasalar artık mali ve iktisadi hükümleriyle de bir tür nasıl ki bir yandan sosyal devlet değişmez hüküm olarak savunuluyorsa onun gerekleri olarak da bu hususların anayasalara yansıtılması gerektiğini dikkate alarak bu konularda heyetimiz oldukça somut öneriler sıralıyor ve çerçevede son nokta özel uzman ve bağımsız kuruluşlara özgülenmiş bulunuyor kamu yönetiminde. Bu birimler sadece Sermaye Piyasası Kurulu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu gibi iktisadi sektöre ya da bilişim sektörüne özgü değil, bunlar kamu denetçisi yanı sıra insan hakları özellikle insan hakları alanında gerek Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararı gerekse Avrupa Konseyi kararları çerçevesinde kurulan insan hakları kurulları, ulusal insan hakları kurumları ve bunların kamu denetçisinin, 74’üncü maddeyle kurulan kamu denetçisinin güdük kurulduğunu, özellikle nitelikli çoğunluk ilkesinin Parlamento tarafından kamu denetçisinin seçilmesinde burada da geçerli olması gerektiğini, bunu Meclis Başkanlığına bağımlı bir kurul değil bir tür bağımsız idare otorite gibi kurulması gerektiğini belirttikten sonra, özellikle insan hakları alanında oluşturulacak bir kurulun mutlaka anayasa tarafından güvence altına alınmasını ve bu güvencenin de özerklik, uzmanlık temelinde ve görev güvencesi, görev bağımsızlığı temelinde yapılması gerektiğini ve burada da nitelik ölçütünün en azından politik aidiyet yerine liyakat ölçütünün çok önemli olduğunu ama bu olmaz ise eğer o zaman anayasada tanınmasının tanınmamasından, hiç kurulmamasından daha uygun olduğunu düşünüyoruz.
Nihayet, üniversitelerle ilgili bir planlama, eş güdüm yüksek bilim kurulunun ve üniversiteler arası kurulun nasıl yapılanması gerektiğini, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının öneminin ne olduğunu, bunları da koyuyoruz yönetimin bütünlüğü ilkesi çerçevesinde ve sonuç olarak izninizle, birkaç cümleyle nedir bu raporumuzun özü, onu sizinle paylaşıyorum.
Burada, sayın üyeler, değerli üyeler, yeni anayasa derken gördüğümüz gibi, hep yeni kural ne olmalıdır diye konuşuyoruz, yeni kurullar neler olmalıdır diye konuşuyoruz burada da değindiğimiz gibi ama Türkiye’de en az konuşulan, anayasal fren ve denge mekanizmalarıdır “checks and balances.” Türkiye’de, Amerika’ya göre ve Avrupa’ya göre üzerinde en az durulan bir alandır ve aynı zamanda bu anayasal kuralların ve kurumların ne kadar bir bütünlük oluşturduğunu ve aralarındaki ilişkinin bir tür diyalektik ilişki olduğunu görmemizi sağlar ve bu amaçla, anayasanın yapılması sürecinde, bu fren ve denge mekanizmalarının altı boyutlu olarak düşünülmesi gerektiğini savunuyoruz.
1’incisi, erkler içi fren ve denge mekanizması, çift başlı yürütme, belirttik, çift yasama, fren ve denge mekanizması bakımından ve yargının oluşumunda hâkimler ve savcıların ayrı ayrı kurullar bile ve bölge adliye mahkemelerine kadar, istinaf mahkemelerine kadar bu yapılanma tarzının yargı içi bir hiyerarşi değil ama yüksek yargı, ayrı yargı düzenleri arasındaki ve yargı organları içerisindeki fren ve denge mekanizmaları üzerinde özellikle düşünülmesi gerektiğini savunuyoruz.
Bunun yarında, 2’nci boyutu fren ve denge mekanizmasının, erkler arası, yasamayla yürütme arasında, yargıyla yasama ve yürütme arasında. Hatta, bu nedenle, önerilerimiz çerçevesinde şu da var, göreceksiniz, bakan olarak atanan bir milletvekili milletvekilliğinden çekilmelidir. Eğer parti lideri başbakan olmuşsa partisinden ayrılmalıdır. Bunun çeşitli nedenlerini savunuyoruz, gerekçelendiriyoruz ve diyoruz ki en azından, yasama yürütmenin güdümünden çıkmalı ve yasama daha bağımsız çalışabilmelidir. Başbakan da mesaisini ülke yönetimine yönlendirmelidir görüşünde.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Parlamenter sistemler arasında…
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Evet burada ve bunu biz erkler arası fren ve denge mekanizmaları çerçevesinde bunları aynı zamanda yerli yerine oturtuyoruz.
Şimdi, bu üç erkle, yasama, yürütme, yargıyla, devletin diğer organları arasında, özellikle bağımsız idari otoriteler arasında ve üniversiteler arasında şu anda üniversitelerin içinde bulunduğu durum hakkında herhâlde sizleri aydınlatmak haddim olamaz. Bu biliniyor, üniversiteler sayı olarak çok çok fazla ama burada da nicelik yanı sıra nitelik ve özerklik, bilim araştırma özgürlüğü konusunun ikinci planda kaldığını ve dekanımızı bile, rektörümüzü bile seçemeden emekli olmamızın muhtemel olduğunu sizin dikkatlerinize sunmak isterim.
Sonra, bunun 4’üncü boyutu, merkezle çevre arasında yani Ankara’daki yönetimle bölge yönetimleri arasında, yerinden yönetimler arasındaki ilişkilerde fren ve denge mekanizmalarını düşünmek durumundayız. Bunu da belirttik.
Bir 5’inci boyut, devletle uluslararası düzey arasında, uluslararası sözleşmeler kabul ettiğimiz, bizim daha fazla kabul edebileceğimiz, egemenlik ilişkisi açısından nasıl düşünülmesi gerektiğini, bir de uluslararası boyutunun olduğunu ortaya koyduk ve nihayet, bunun amacı, 6’ncısı, devletin varlık nedeni toplum olduğuna göre, ülke olduğuna göre, biz varlığımızı ülkeye borçlu olduğumuza göre, devlet de varlığını bize borçlu olduğuna göre, o zaman bütün bu yapılar, temel değerlerimizin hizmetine nasıl sunulabilir, işte, devlet ve toplum arasındaki fren ve dengede nihai amaç budur.
Son üç nokta şunlardır: Anayasanın uzunluk, kısalık konusundaki tartışmalar. Çokça söylenir, anayasa kısa ve özlü olsun diye. Biz de dernek olarak elden geldiğince özlü olmasını arzu ediyoruz fakat artık 21’inci yüzyıl anayasalarının 19’uncu yüzyıl anayasaları olmadığını kabul ederek böyle hani o şekilde bir kısa ve özlü anayasa hülyasına, özentisine kapılmamamız gerektiğini söylüyoruz.
Bir başka husus da anayasa değişikliği konusunda anayasa değişikliğiyle yenilemenin mutlaka ayrı ayrı, mesela şu anda İsviçre Anayasası’nda olduğu gibi, prosedür olarak tanınması gerektiğini ve bugün yaşadığımız güçlüklerin on yıl, yirmi yıl, elli yıl sonra yaşanmaması gerektiğini söylüyoruz ve bir de biraz Anayasa Komisyonuna yöneltilen bir eleştiri biçiminde olacak, son fırsat ve zaman sıkışıklığı, anayasa sürecine yarar sağlamıyor, zarar veriyor çünkü biz bu konuları yirmi yıldır tartışıyoruz, sizler çok özverili bir sürece girdiniz ama bunu lütfen “Biz altı ayda bitireceğiz, bir yılda mutlaka bitireceğiz, son fırsattır, bu kaçarsa bundan sonra olmaz.” demeyin, denirse o zaman bir tür hani anayasadan kaynaklanmayan sorunların da anayasaya yüklenmesi riski doğar ve sanki bir seçeneğin bulunmadığını sürekli ve bu topluma olumlu bir izlenim vermez. Bakın, hep birlikte burada eleştirdiğimiz, olumlu sonuçlarına rağmen darbe geleneğini başlatan 1960 darbesi ve sonra hazırlanan anayasa, o nedenle eleştiriyoruz, keşke darbe yapılmasaydı da bu Anayasa da eksik olsaydı diyoruz. Bakın, o bile seçeneğin ne olduğunu koymuş, halk reddederse yeni bir anayasanın yapılması seçeneği. Şimdi, askerî darbe sonrası hazırlanın bir anayasa bunu koyduysa en demokratik dediğimiz Meclisin başarısız kalması durumunda “hayır, anayasa yapılamaz,” buna bence hakkımız yok ve burada, evet, hep birlikte bunu götüreceğiz sonuna kadar ama bir yerde tıkanma olursa bu çalışmanın çok olumlu bir çalışma olduğunu, onurlu olduğunu ve bunun bir deneyim olduğunu ve o noktadan itibaren yeni bir süreç için, yeni bir yöntem için el ele verip yeni anayasaya mutlaka gitmemiz gerektiği izlenimini vermemiz gerekir.
Çok teşekkür ederim sabrınız için.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Hocam, çok teşekkür ediyorum. Gerçekten içerikli ve nitelikli bir sunum oldu, çok yararlanacağız. Şahsen ben sizi
nitelikli bir sunum oldu, çok yararlanacağız.
Şahsen ben, sizi böyle tahrik edecek ve bilemiyorum farklı açılımlara yönlendirecek yirminin üzerinde bir istifham noktası belirttim, ama zaman o kadar geçti ki üç hususu sizlerle…
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Bizim zamanımız size sunulmuştur, biz bugünü buna ayırdık.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Bundan sonra diğerleri var.
Biz, Hocam, yöntem konusunda çok hassasız, hiç merak etmeyin, o konuda çalışıyoruz. O alt düzen, alt hukuk düzeni -ki şimdi Atilla Bey var, ben varım, bir arkadaşımız daha var- komisyon üyelerimizin tümünün iştirakiyle düzenlendi, o çeşitli olasılıklar içerisinde tanzim edilmiştir ve tartışılabilir bir projenin üretiminden sonraki sürecin hangi hukuka tabi olacağı noktasında bilinçli bir meskûtiyet, suskunluk içerisinde, o konuda düşüncelerimiz var, onun için onu geçiyorum, ama ben o işaret edeceğim istifham noktalarını da es geçerek üç hususu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Müthiş bir çalışma, nitelikli bir çalışma, bir defa buradan entelektüel bir sorumluluğunuz doğdu, durumdan vazife doğdu, bu raporla yetinilemez, geçiştirilemez, mutlaka bize bir anayasa modeli, anayasa projesi. Bu müthiş bir çalışma, Sibel Hanım, siz, ayrıntılı çalışmışsınız, bir seçenektir, bunu normlaştırın Hocam. Yani istiyoruz, komisyon olarak istiyoruz. Ben şu dileği, Atilla’cığım kimseye söylemedik değil mi, yani bu gerçekten bir birikim, bu teorik metnin normatif metne, proje metnine dönüşmesi lazım.
İki, anayasa yazınında, anayasa biliminde bir büyük boşluğunuza işaret edeyim, hermeneutikte çok geriyiz, anayasa yorumunda çok geriyiz Hocam. Çeşitli konuları güzelce şey ediyoruz, ama yorum metodolojisi konusunda çok çok geriyiz ve Anayasa, bilhassa avukatların, Anayasa Mahkemesinin veriminin düşük olmasının sebeplerinden birisi de hermeneutik alandaki bir açılım fukaralığıdır. Bu teorik bir şey.
Hocam, sizden istirham ediyorum, bir defa gerçekten adil yargılanma ve hâkim davranışları konusunda yetkin eserleriniz var, kütüphanemde “Ölmek Hakkı” yok, yani o eseriniz yok, onu bize gönderirseniz sevinirim.
Arkadaşlarım konuşacak, kusura bakmayın, arkadaşlar, ben içeriğe girmedim, sadece hocalarımla paylaşayım dedim.
Rıza Bey, buyurun, soracağınız bir şey var mı?
RIZA TÜRMEN (İzmir) – Çok teşekkür ederim, tabii, son derece değerli bir çalışma.
Ben sadece bu bölgesel yönetimler konusunda bir soru sormak istiyorum.
Kriter ne olacak burada? Bölgesel yönetimlerin sınırını çizerken hangi kritere göre, hangi ölçüte göre sınırını çizeceğiz? Etnik bir ölçüt olacak mı burada? Yoksa tamamen coğrafi bir ölçüt mü? Yoksa sadece başka unsurlar mı ele alınacak? Gelişme düzeyi mi ele alınacak örneğin?
Onu merak etmiştim.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Atilla Bey.
ATİLLA KART (Konya) – Ben de tabii yürekten teşekkür ediyorum. Gerçekten son derece ciddi, son derece somut bir çalışma, bütünlüğü olan bir çalışma, şahsen bu çalışmalardan temel kaynak olarak yararlanacağımı bilmenizi istiyorum, en önemli kaynakların başında gelecek benim için.
Bu çerçevede iki konuya temas etmek istiyorum. Yapılması gereken yasal değişikliklerden söz ettiniz, bu bizim de özellikle Cumhuriyet Halk Partili üyeler olarak üzerinde önemli durduğumuz bir konu.
Anayasada birtakım kavramları ifade etmenin, birtakım ilkeleri getirmenin yeterli olmadığını günümüz uygulamalarıyla biliyoruz. Yazıyoruz temel hak ve özgürlükleri, işte, iletişimden, basından başlayarak, ama Türkiye bugün o temel hak ve özgürlükler üzerinden, bunların ihlalinden dolayı kutuplaşmış durumda. Anayasa yazmakla bitmiyor. İşte, bunun yasal boyutu var, bunun uygulama boyutu var.
O çerçevede, sizin de temas ettiğiniz o yapılması gereken yasal düzenlemeler, bakıyoruz, aslında 12 Eylül 1980-6 Aralık 1983 dönemindeki ihtilal kanunları. Yani bir anayasa yapacaksak, demokratikleşmeyi gerçekleştireceksek, işte, buyurun, ihtilal kanunlarını muhafaza ederek bunu yapamayız, mutlaka paralel olarak bunun gitmesi gerekiyor. Bu değerlendirmemi paylaşmak istiyorum ve bunun son derece önemli olduğunu düşünüyorum anayasa yapım sürecinde.
İkinci husus, gelen görüşlerin gizli tutulmasını eleştirdiniz. Haklı gerekçeleri var, ama sadece paylaşmak için söylüyorum. Katılımcılar şunu ifade ediyorlar değerli hocalarım, o görüş ve düşüncelerini zaten elektronik ortamda bize ulaştırıyorlar, onu paylaşmak isterlerse paylaşıyorlar, buna bir engel yok, ama maalesef Türkiye'de yaratılan o korku ve baskı iklimidir ki gelen kurumlar, kişiler görüş ve düşüncelerini kamuoyuyla paylaşmak cesaretini bulamaz hâle geliyorlar. Bu bir Türkiye gerçeğidir ve bu süreçte, anayasa yapımı sürecinde karşılaştığımız en önemli handikaplardan birisidir, bu bizim dışımızda gelişen bir süreçtir, fiilî bir durumdur, bir vakıadır Türkiye için.
Sayın Meclis Başkanı “Efendim, üniversiteler katılmıyor, konuşmuyor.” Üniversitelerin zaten tüzel kimlik olarak katılması doğru değil, bu anayasa süreciyle bağdaşmaz böyle bir yaklaşım, ama aydınımız neden konuşamaz hâle geliyor, sivil toplum neden konuşamaz hâle geliyor, bunu asıl sorgulamamız gerekiyor, bu takdir edersiniz ki çok daha farklı unsurları olan bir konu.
Ben bu değerlendirmelerle bir kez daha teşekkür ediyorum katkılarınız için.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Sayın Bal.
FARUK BAL (Konya) – Hocam, önce çok teşekkür ediyorum, çok istifade ettik, Sibel Hocamızdan da çok istifade ettik, teşekkür ediyorum.
Bir kelimeye vurgu olarak defalarca müracaat edildiği için ve Türkiye'de de bu çoğu defa yanlış algılandığı için, siyasi yorumlu değil sadece bilimsel değerlendirilmesini istirham etmek istiyorum.
Demokratik çoğulculuk… Demokratik çoğulculuk demek, etnik ve inanç temeline dayalı bir çoğulculuk mudur? Eğer böyle ise, bütün anayasalar niçin “herkes” ve “hiç kimse” diye temel hak ve hürriyetlerde genel bir ifade kullanır? Ve niçin anayasalarda eşitlik vardır?
Teşekkür ederim.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Altan Bey...
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ben de Sibel Hanımefendiye bir soru yöneltmek istiyorum.
İnanç özgürlüğünü içsel bir durum olarak nitelendirdiniz bir cümlenizde, dışa vurumda bazı kısıtlamalar olabilir dediniz. Bu kısıtlamalardan kastettiğiniz ne?
Teşekkür ederim.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Buyurun.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKAN YARDIMCISI PROF. DR. SİBEL İNCEOĞLU – Şimdi, içsel alan, dışsal alan, bu zaten uluslararası sözleşmelerin yaklaşımıdır yani, benim yarattığım bir şey değil açıkçası. İkiye bölünür, yani inanç özgürlüğünün içsel alanı vardır, bu sınırsızdır, yani herkes istediğine inanma özgürlüğüne sahiptir, inanmama özgürlüğüne de sahiptir, ayrıca onun dışında da pek çok alt agnostikler var, septikler var, vesaire, yani sayabiliriz. Dolayısıyla, bu alan sınırsız, mutlaktır.
Dışsal alan ise ibadet, ayin veya bu hatta bazen başka tür dışa vurumlar da olabilir. Yani çeşitli dışa vurumlar olabilir inanç özgürlüğünde. Bununla ilgili olarak da İnsan Hakları Sözleşmesi’ne baktığımızda, sınırlama olarak kamu güvenliği -şimdi akıldan söylüyorum ama- sağlık, başkalarının hak ve özgürlüklerine müdahale etmeme biçiminde sınırlama nedenleri öngörülmüştür. Dolayısıyla, bu nedenlerle sınırlanabilir, yani anayasada sözleşmeyle uyumlu bir biçimde sınırlama nedenlerinin konulmasını, elbette bu nedenlerle sınırsız sınırlanabileceği anlamına gelmez, onun da sınırı demokratik toplumdur. Yani hakkın özünü ortadan kaldırmayacak demokratik toplum düzeni.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ben daha iyi anlamak için sorayım, mesela başörtülü olarak kamusal alanda çalışabilme bu kısıtlamanın içinde mi dışında mı?
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKAN YARDIMCISI PROF. DR. SİBEL İNCEOĞLU – Şimdi, açıkçası uluslararası sözleşmelerin yaklaşımına, yani en azından İnsan Hakları Mahkemesinin yaklaşımına baktığımızda, burada iç hukuka gönderme yapıyor, yani takdir marjını devletlere bırakıyor.
Bana göre her alanda, yani benim kişisel görüşümdür, dernek adına konuşmak istemem, bu konuyu tartışmadık çünkü, ama kişisel görüşüm her alanda çalışabilirler, sadece bazı sınırlamalar olabilir diye düşünüyorum, o da tarafsızlığı çok güçlü olan devlet otoritesinin doğrudan kullanıldığı bazı makamlar olabilir. Benim için bu makamlar, işte, asker, polis, yargıç, savcıdır, o kadar, onun dışında milletvekili olmak da dâhil her türlü alanda simge kullanılabilir diye düşünüyorum, ama tabii farklı görüşte olanlar da muhakkak olacaktır.
Bir de Sayın Bal, çoğulcu demokrasi cümlesini ben kurdum, bizim raporumuzda var. Burada, biz bunu etnik kimlik ya da dinsel kimlik anlamında değil, her türlü farklılığı kastediyoruz, yani farklılığın bir zenginlik olduğunu düşünüyoruz, demokrasinin de ancak böyle var olabileceğini düşünüyoruz. Yani bunun içine, işte, çoğulculuk derken kadını da koyuyoruz, cinsel yönelimi de koyuyoruz, etnisite de dâhildir elbette, inanç da dâhildir, felsefi farklılıklar dâhildir. Yani kategorik olarak belli bir grubu kastederek değil, toplumdaki her türlü farklılığın saygı görmeye hakkı olduğunu düşünerek bu cümleyi kullanıyoruz, genel olarak da…
FARUK BAL (Konya) – Benim sorum, mutlaka hepsi saygı görecektir, anayasa yazım tekniği itibarıyla, yarın anayasa yapacağız, burada demokratik çoğulculuk tabiri inanç ve etnik değer bazındaysa, eşitlik hükmü artı bütün hak ve özgürlükleri herkese ya da hiç kimseye şeklinde nasıl formüle edebiliriz, onu sordum.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKAN YARDIMCISI PROF. DR. SİBEL İNCEOĞLU – Yok, hayır, yani etnik ya da dinsel anlamında başına bir ifade getirmiyoruz, bizim kastettiğimiz şey bütün farklılıkların korunmasıdır, bunun eşitlikle de çelişir bir yanı olduğunu düşünmüyorum ben açıkçası. Yani belki daha sonra bu konuyu tekrar tartışma fırsatı bulabiliriz, çünkü herkesin vaktini de almak istemiyorum.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Bir de tabii, bu konuda bizim kullandığımız kavram çoğulcu demokrasi. Malumunuz Türkiye'de…
FARUK BAL (Konya) – Kolaylık olsun diye söylüyorum, ben çoğulculuğa karşı değilim.
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Tabii, o belli.
Şimdi, çoğulcu demokrasi… Elden geldiğince biz de zaten, hani anayasa elden geldiğince, anayasal yurttaşlık ya da anayasal yurtseverlik genel temel değerlere dayanmalıdır, kimlik açısından da, etnik kimlik açısından da, din olarak da. Hani, Sünni ve Alevi diye koymaya gerek yok. Siz, eğer, örneğin din özgürlüğünü güvence altına almışsanız, laiklik, din özgürlüğü karşılıklı olarak, o zaman gerek yok. Siz yurttaşlığı sağlam temele oturtursanız, anayasaya Türk, Kürt, Çerkez filan hiç gerek yok bunlara, zaten bunların çağdaş anayasaya, demokratik anayasa ereğine pek uygun düşmediğini düşünüyoruz. Önemli olan evrensel kavramlar elden geldiğince. Bu bakımdan, mesela çoğulcu demokrasi… Bazıları çoğunlukçu demokrasiye öncelik verir. Oysa her ikisi de gerekli, sonunda çoğunlukta oyluyorsunuz, ama önemli olan oraya giden yolun çoğulcu olup olmadığı.
AHMET İYİMAYA (Ankara) – Onlarda problem yok, sadece redaksiyon…
ANAYASA HUKUKU ARAŞTIRMALARI DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. İBRAHİM Ö. KABOĞLU – Evet, siz onu kapatırsanız çoğunlukçu demokrasinin bir anlamı kalmaz.
Şimdi, bu çerçevede, tabii, herkesin insan hakları temeline vurgusu önemli.
Gizlilik konusu, tabii, bu bakımdan korku ve gizlilik konusu bizim düşünce ve ifade özgürlüğüne neden şey yaptığımız. Bunu biz 19 Eylül toplantısında da Sayın Başkanla özellikle, bu konuda, yani siz yapabilirsiniz diyen arkadaşlar da “Hayır, ama bir saha temizliğine ihtiyaç var, bu yol bizim önümüzü tıkar.” dediler. Yani benden Ergun Özbudun’a kadar çok farklı kesimlerden gelen meslektaşlar bunu teslim etti.
Bu bakımdan, metnimizde yine var, ihtilal kanunları olayı. İşte, hani, geçici 15/2’nin koruduğu, şeye kadar 80-83. Şimdi onlara dokunulmuş değil. Onlara Meclis kolayca dokunabilir, onlara dokunulmadığı sürece yeni anayasa önünde her an engel olarak karşımıza çıkabilir ve bir de şunu şey yapar, “Bu Meclis de anayasa yazabilir.” görüşünü gölgeler, çünkü diyecek ki Meclis “Biz kaldırdık onu, dolayısıyla biz temizliyoruz, yeni şeye gidiyoruz.” Bu bakımdan raporumuzda özellikle bu yasa-anayasa ayrımının önemi bu bakımdan var.
Bölgesel yönetimler ölçütü… Tabii ki bu konuda kamu hizmetleri, coğrafi durum, ekonomik gelişmişlik kriterleri önemli ve bu nedenle zaten Devlet Planlama Teşkilatının ve Avrupa Birliği Bölgeler Komitesinin belirlediği şeylere göre, çıkardığı şemaya göre Türkiye 25, 26 bölge, yani 2, 3 vilayet, bazen 4, 5, küçükleri, ama İstanbul pekâlâ bir metropol bölge yönetimi.
Bu çerçevede, hani Fransa’da yakından gördüğüm, çünkü bölge yönetimine doktora yaparken geçildi ve otuz yılda Fransa’daki bölgelerin gelişimini gözümle gördüm, demokrasinin, bölgesel ölçeğin gelişimini. Ha, o arada Brötonya bölgesinde Brötonlar da “Biz kendi kimliğimizi korumak istiyoruz...” Buna da cevaz veriyor ya da Korsika’daki şeyler, ama bölge yönetimi Avrupa ölçeğinde, daha çok kamu hizmetleri, bölgesel planlama. Van