759
mî ve aklî eserlerle, imanın tüm hakikatlarını ispat edecek ve gizli dinsiz komitelerinin sinsi ve sistemli yaygaralarını kökünden kazıyıp tar ü mar edecek eserler te'lif etti. Yazdığı eserler, Kur'an'ın ve imanın etrafında delinmez, kırılmaz çelikten manevi bir sur oldu. Böylece ehl-i imanın imanlarını bütün şüphe ve vesveselerden mahfuz kıldığı gibi, inkârcı dinsizlerin gayızlı, kinli tüm plân ve projelerini akim bıraktı. Ağızlarını tıkadı. Âlemde ilim ve akıl meydanında onları hayvandan yüz derece aşağı düşürdü ve hakeza!..
Gerçi Hazret-i Üstad yalnızdı. Maddeten eli kolu bağlıydı. Maddî hiçbir şeye de sahip değildi, garibti, fakirdi. Lâkin o, her şeyin sahibi olan Rabbine, Mevlâsına tam dayandığı için, onun Rabbi ona bu yokluklar içinde tükenmez varlıklar ihsan etti. Kur'an'ın manevi, nevvar ilim âleminin kapısını ona açtı. Artık o herşeyi bulmuştu. Kâinat tılsımını açmıştı. Herşeyin hakikatına aşinalık peyda etmişti. Onun Rabbi ona: "Yürü kulum!" demişti. O da, bu iman ile. Rabbinin emirleri yolunda yürüdü. Dünya dinsizlerinin tüm plânlarını Allah'ın izniyle alt-üst
etti. Davası olan iman esaslarını her türlü baskı zulüm ve işkenceye rağmen Türkiye'de biiznillah bayraklaştırdı.
İşte Hazret-i Üstad'ın 1923 Mayıs'ında Ankara'yı terk edip, Van'a gittikten.. Ve sonra Van'dan sebebsiz olarak alınıp menfadan menfaya gezdirildikten.. Ve en son götürülüp Barla'ya iskân ettirildikten, ta 1934 yıllarına kadar; Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, filvaki' dinsiz habis ifsad komitelerine fırsat verecek, fakat ehl-i imanın din hakkında, İslâmiyet hakkında söz hakkını ve müdafaa hukukunu bütün bütün kesecek ve kısacak olan veya belki öyle olmadığı halde, tatbikattaki hükümleri öyle görünen ve öyle tatbik edilen şu gelecek kanunları kabul etmiş, meclisten çıkarmıştı!
1- 3 Mart 1340 (16 Mart 1924) tarih ve 430 sayılı kanunla tevhid-i tedrisat kanunu... Bu kanunla din dersleri Türkiye'de tamamen kaldırılmış, Kur'an mektepleri, dinî terbiyegâhlar büsbütün kapatılmış, yalnız okullarda felsefi dersler okutulmuş oluyordu.
2- 25 Teşrin-i Sani 1341 (8 Aralık 1925) Tarih ve 671 sayılı kanunla, Şapka serpuşunun iktisası hakkındaki kanun...
3- 3 Teşrin-i Sani 1341 (14 Aralık 1925) Tarih ve 677 sayılı kanunla, Tekye ve zaviyelerin kapatılmasına.. Şeyh, Halife ve mürid gibi unvanların men' ve ilgasına dair kanun...
Bu kanunla tarikat denilen manevî, ruhî ve vicdanî ihtiyacın ve beşerin ister istemez bu manevî ihtiyaçlara muhtaç oluşunun mefhumları yasaklanmasını ve dinin bir yönüyle bazı hakikatlarının mahfazaları olan bu gibi bekçiliklerin ortadan kaldırılmasını ön görüyordu. O ise, dinsiz komitelerin işine çok iyi gelmekte idi. Ve fırsatlarınada bir ganimetti.
760
4- 17 Şubat 1926 tarih ve 743 sayılı kanunla evlenme akdinin yalnız evlendirme me'muru tarafından yapılabileceğine dair kanun..
Bu kanunla, dinî nikâhın hükmü resmiyette yasaklanmış olmakla, yine fırsat bekliyen dinsiz komitelerin ellerinde bir silâh teşkil ediyordu. O ise ki tüm dünyada ve Avrupada nikahlar din adamlarınca, kiliselerce akdedilmektedir.
5- 10 Nisan 1928'de İsmet İnönü ve 20 arkadaşı tarafından meclise verilen teklifle; Anayasa'dan dinî ıstılahlar ve tabirler tamamen silindi...(8)
6- 20 Mayıs 1928 tarih ve 1288 sayılı kanunla, beyn-el milel Erkamın kabulü hakkındaki kanun...
Bu kanunla tüm İslâm âleminde bin seneden beri kullanılmakta olan rakamlar şeklinin yasaklanması demekti. Bu da, yine din düşmanlarının elinde, ehl-i imana karşı iyi bir fırsat ve hücum zemini teşkil etmişti.
7- 14 Kasım 1928 tarih ve 1353 sayılı kanunla, yine umum İslâm milletlerinin bin seneden ziyade müşterek yazısı olan, Kur'an hattı yasaklarla kaldırılıyor ve lâtin harfleri onun yerine (Türk harfleri diye) ikame ediliyordu.
Bu da yine gizli dinsiz ve müfsid komitelerin ehl-i imana hücumlarına iyi bir zemin ve silâh teşkil ediyordu.
8- 1928 Anayasası hazırlanırken 1924 Anayasasının 2. Maddesindeki "Devletin dini İslâmdır" hükmü İnönü'nün bir teklifiyle Anayasa'dan çıkarılmıştır. Böylece resmen devletin dini artık yoktu, dinsiz demekti.
9- 26 Teşrin-i Sani 1934 tarih ve 2590 sayılı kanunla; Efendi, bey, paşa gibi lâkab ve unvanların kaldırılmasına dair kanun...
Bu kanun umuma ve herkese şamil olduğu, halka ve din ehline hususi bakmadıı için, bir gün dahi geçerliliğini koruyamamış, sükût etmişti.
10- 3 Kânun-u evvel (Yani Ocak) 1934 tarih ve 2596 sayılı kanunla, bazı kisvelerin giyilmesini yasaklıyan kanun...(9)
Bununla, yine gizli dinsiz komiteler çok yararlanmışlardı. Çünki hem eski milli kisve, hem de dinî kıyafetler artık yasak... Yaşlı müttaki bir zat, o eski elbiseyi giyse, külâhını taksa; kanunî yasak bir tarafa, din düşmanı herifler hemen "Gericilik hortladı" diye yaygara basarlardı.
11- 1934 yılında, yine İnönü'nün bir teklifi üzerine, beş yüz sene müddetince müslümanların ibadetgâhı olmuş, Koca Sultan Mehmed Fatih'in fetih ve cihadının bir yadigarı olan AYASOFYA CAMİİ yine eski putların mahzeni haline getirildi, ismine de Müze denildi.(10)
(8) 50 yılın tutanağı S: 52
(9) Notlu içtihadlı TC.Anayasası,1967 Baskı, Dr. Servet Armağan
(10) 50 yılın tutanağı, S: 36
761
12- Bu kanunlara benzer diğer bir hadise ise, 1932'lerde, Kur'an'ın tercümesi meselesi ve cami'lerde Türkçe ezan gibi namazın içinde bile Türkçe olarak okutturulması(11) dedikodusu ortalıkta dolaşmış oldu. Dinsiz farmasonlar, henüz niyette olan bu acib cinayeti gerçekleştirmek için durmadan körüklüyorlardı. Bununla camilerde Tükçe ezan ve kamet gibi, Kur'anı da Türkçeleştirerek namaz sûreleri yerine okutulmak niyeti apaçık gözükmekteydi. Bundan asıl hedef, dinsiz komitelerin sinsi olan şu niyeti idi: "Kur'an Türkçe'ye tercüme edilsin, ta ne mal olduğu bilinsin." Yani onun lüzumlu, hikmetli, i'cazlı, mu'cizli, faydalı tekrarları; Türkçe tercümesinde lüzumsuz olduğu görünsün, neticesinde de mü'minlerin imanları zedelensin, i'tikadları sarsılsın diye...
İşte Hazret-i Üstad Bediüzzaman, üstte sıraladığımız kanunların esnek ve müsaid deliklerinden girip, İslâmın kudsî harimine el atmak isteyen benzeri menhus niyet ve şeytanî plânların farkına varmış, Kur'anın i'cazî merkezinden aldığı ilham ışıklarıyla; o mahud planların kökünü ilmî kanunlarla kal' edecek eserler yazmış, mukabeleler de bulunmuştu. Tam o sıralarda te'lif edilen 29. Mektubun hemen hemen tamamını Kur'anın i'cazına hasretmiş.. Ve Kur'anın tercümeye gelmez bir kitap olduğunu ispatlamıştı. Üstadın yürüttüğü bu hizmeti ile ve ma'hud plânlara karşı arslanlar gibi ilmî ve aklî şekilde mukabele edip durması ile; ehl-i imanı Şard u hürrem ettiği gibi, ehl-i küfrün küfriyatlarını ve menhus niyetlerini de tar u mar etmişti.
Bu mezkûr hadise hakkında Hazret-i Bediüzzaman, Denizli hapsinden çıktıktan ve Emirdağı'na geldikten bir kaç ay sonra, yani 1945 Nisan'ında kaleme aldığı bir risalesinde böyle der:
"... Bundan oniki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'an'a karşı su-i kastını tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: "Kur'an tercüme edilsin, ta ne mal olduğu bilinsin.” Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun, diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat Risale-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri kat'î ispat etmiş ki: Kur'an'ın hakiki tercümesi kabil değil.. Ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'an'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez.. Ve her harfi on adetten bine kadar sevab veren kelimat-ı Kur'aniyenin mu'cizane ve cem'iyetli tabirlerinin yerini beşerin adî ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde camilerde okunmaz diye Risale-i Nur her tarafta intişarı ile o dehşetli planı akim bıraktı...(12) "
(11) Nitekim 22 Ocak 1932'de bedbaht bir hafız, lstanbul Yerebatan Camii'nde cemaate Türkçe olarak Kur'an diye bir şöyler okumak küstahlıgını yapmıştı. (Bkz. 50 yılın Tutanağı S: 51).
(12) Şualar -Enver Neşriyat S: 233.
762
İşte yukarda tarih ve sayı numaralarını verdiğimiz inkılâblı kanunların en şiddetli bir şekilde tatbikatları yanında, bir de din ve vicdan hürriyetinin ve cumhuriyet ilkeleri ve milliyet hâkimiyeti ve iradesinin mevcudiyetinden de söz edilmekteydi. Amma tatbikat ve hükümde hiç bir eserleri görünmüyordu. Din ehli ve İslâm alimlerinin, adı geçen kanunlarla kıskıvrak elleri kolları bağlanmış, Dine karşı âşikâr bir sûrette saldırıya geçen din düşmanlarının alenî şüphe ve vesveseler ika' etmelerine müsaade edilmişti. Mukabil cevab vermek için alimlerin müdafaa hukukları büsbütün bağlayıcı şekilde bir tatbikat eseri görünmekteydi. O ise ki o, ne din ve vicdan hürriyetinin, ne de cumhuriyet icabı ve insan hakları ilkelerinin ve ne de umum dünyada tatbik edilen bir lâiklik mefhumunun ilke ve icabları idi.
Herkes susmuş, hayret ve şaşkınlık içerisinde o acı ve ürpertici manzarayı seyrediyordu. Bazı mücahid ve hamiyetperver insanlar da, hiç bir şey yapamıyor, oturup acı acı düşünüyordu. Mehmet Akif gibi hamiyetperver ve mücahid bazı zatlar ise, yurdunu terk ve başka diyara hicret etmek şeklinde soluk alıyorlardı. Elmalılı Muhammed Hamdi efendi gibi bazı zatlar da, çareyi evine kapanıp çıkmamak ve bir şeye karışmamak tarzında bulmuşlar idi.
İşte bu çok acib, acı manzaraya ve her türlü zulüm ve baskıya rağmen yalnız birisi susmamış idi. O da Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi idi. Bu söylediklerimiz aynı hakikattır. Dine ait tek bir eserin, bir risalenin hatta bir sahifenin bile neşri yasak edilmiş iken, hatta küçücük çocuklara Kur'an okutulmak bile şiddetli bir sûrette men' edilmekte iken Bediüzzaman, Barla'nın dağlarında, derelerinde ve bağlarında imanî risalelerini durmadan te'lif ediyordu. Zahire göre onun muhatapları, Barla halkından bir kaç ma'sum ve rençber insanlardı. Bu durumda kanunların, onun bu şahsî ve hususî meşguliyetine müdahale hakkı yoktıı. Çünkü yazdığı şeyler yalnız imana dair, Kur'ana ait şeylerdi. Hem de hususî ve hâs idi.
Evet durum böyle idi. Amma devrin her bir me'murunun kendisi kanundu. Hüküm kanunların değil, me'murlarınındı. Bediüzzaman'ın her çeşit siyasî ahvalden uzak, politikalardan ârî olan şu imanî ve Kur'anî hizmetini söndürmek ve kendisini susturmak için her türlü zulmü, her bir
alçaklığı irtikab ediyorlardı. Hususi tek bir küçük oda gibi menzilinde bile, tek bir adama dahi imana ait ders vermesini, müdahale edip men' edecek kadar ileri gidiyorlardı.
Lâkin heyhat!.. Bediüzzaman'ı hiç bir beşeri kuvvet durduramıyordu ve durduramazdı da... Sekiz buçuk senelik Barla ve sekiz buçuk aylık Isparta hayatında tam yüz altı adet (13) Risale te'lif etti ve fedakâr muhlis talebeleri vasıtasıyla muhtaç ehl-i imana ulaştırılması için var gücüyle gayret sarf etti.. Ve biiznillah muvaffak da oldu.
(13) Lahikalar, 27. Mektup olduğundan ve bunun 1. cildı ve ilk kısmı Barla'da teşekkül etmiş olduğundan, bununla birlikte yazılan Risalelerin mecmuu tam 106 adettir.
763
İşte, Bediüzzaman Said-i Nursî'nin Barla Hayatı tablosunun böylece küçücük ve muhtasar bir fihristeciğini kaydettikten sonra, cereyan eden hadiselerin ve hizmet safhalarının cüz'iyatına geçiyoruz. Bunları da bir kaç bölüm halinde arz etmeye çalışacağız..
Birinci bölümde, yazdığı Risale-i Nurlar vasıtasıyla, gerek mübarek zatına, gerekse Risale-i Nurdaki kudsî hakikatlara karşı alâka peyda eden ve talebeliğine giren bazı zatların hatıra ve telâkkilerini..
İkinci bölümde: ehl-i dünyanın ve idarecilerin ona karşı uyguladıkları
muamelelerin ve nüfuzunu kırma kampanyasının tarzını.. Ve Bediüzzaman'ın da, bunlara karşı çok mecbur olduğnı zaman yaptığı cevabî mukabelelerini ve talebelerini bu gibi şer ve mekirlere karşı ikaz, tedbir ve irşad suretlerini..
Üçüncü bölümde, Risale-i Nurların ilk intişar şekli ve te'sir sahasını..
Dördüncü bölümde, Nur risalelerinin te'lif şekli ve tarih sıralamasını kaydetmeye çalışacağız.İnşaAllah!..
764
BİRİNCİ KISIM: HATIRALAR VE TELÂKKİLER
Kaydedeceğimiz hatıra ve telâkkilerde, o zamanki saff-ı evvel Nur talebelerinin gerek Risale-i Nur'a karşı, gerekse Hazret-i Üstad'ın aziz şahsiyetine karşı duydukları takdir ve şükran hislerini ifade ettikleri gibi, bilâhare de aziz Üstad'ları olan Hazret-i Bediüzzaman'da gördükleri yüce evsaf ve bâlâ ahlâkları hakkında zaman zaman hatıralar ve menkıbeler nev'inden dile getirdikleri bazı rivayetler şeklidir.
Biz, evvela saff-ı evvel olan o zamanki Nur talebelerinin yazılı beyanlarından Risale-i Nur ve Hazret-i Üstad hakkında kaleme aldıkları mektuplarının mecmuundan, takdir ve senalarını ihtiva eden telâkkilerinden bazılarını.. Saniyen: şifahî olarak rivayetler şeklinde gelen menkıbeli hatıralarından da mühim bir kısmını kaydetmeye çalışacağız. Barla Lahikası kitabı, şu yazılı telâkkilerin envaıyle doludur. Hususan Kur'an hattıyla olan Barla Lahikası asıllarında...
Bu telâkkiler ve rivayetli menkıbelere geçmeden önce de; o sıralarda Türkiye'de siyasî sahada icra edilen bazı muamele ve icraat nevilerinden bazı nümuneleri de yukarıda yazılanların tamamlayıcısı olarak burada kaydetmeyi muvafık bulduk.
OLAYLAR VE İCRAATLAR
1- 29 Haziran 1925'de, Şeyh Said'in idamiyle beraber tüm Şark'ta ne kadar tekye ve zaviyeler varsa hepsi resmen kapatıldı.
2-15 Ağustos 1925'de Ankara İstiklâl Mahkemesi tarikat-ı salahiyeye mensub onbir kişiyi ölüm cezasına çarptırdı.
3- 11 Nisan 1926'da İtalyan Başbakanı Musolini'nin ve İngilizlerin doğu Akdeniz ile ilgili olarak verdiği demeç üzerine, kabine kısmî seferberlik kararı aldı. Millet arasında büyük heyecanlar cereyan ediyordu.
4- 13 Temmuz 1926'da İzmir'de M.Kemal Paşa'ya su-i kast teşebbüsüyle ilgili görülen 13 kadar meb'us ve İstiklal savaşı komutanlarından iki üç zat idam edildi.
Su-i kasd hadisesi 15-16 Haziran 1926'da, İzmir'de su-i kasda teşebbüs etmek isteyenler, sözde bir ihbar üzerine bir şey yapamadan yakalandılar.
18 Haziranda Ankara İstiklal Mahkemesi İzmir'e gönderildi ve orada görevlendirildi. 20 Haziranda geniş çaplı tutuklamalar oldu. Tutuklananların arasında bazı milletvekilleri, ordu kumandanları da vardı. İlk başta Kâzım Karabekir'de bunların içindeydi.
765
4- Temmuz 1926'da Kâzım Karabekir Paşa ile Ali Fuad Paşa İzmir İstiklal Mahkemesinde yargılanıp ifade verdiler. 13 Temmuz 1926 günü mahkeme davayı sonuçlandırdı ve 13 İ'dam kararı verdi. Aynı gecede o i'dam kararı infaz edildi.
5- 20 Ağustos 1926'da Ankara İstiklâl Mahkemesi Ankara'da cereyan eden aynı davanın ikinci bölümünü karara bağladı. Bu davaya İttihadçıların davası deniliyordu. Eski Maliye Bakanı Doktor Nazım ile Milletvekili Hilmî ölüme mahkûm edildiler. Bu davada meşhur Hüseyin Cahit de yargılandıysa da, beraat etti. Yine bu davada, gıyabında ölüm cezası verilen meşhur Kara Kemal, 27 Ağustos 1926 günü intihar etti.
6- 5 Aralık 1926'da İzmir su-i kasıd davasında suçları görülmediği halde, bazı paşalar mecburi emekliye sevk edildi.
7- 20 Mayıs 1927'de Türkiye Cumhuriyeti dahilindeki tüm resmi binaların kapılarında, duvarlarında, eski yazı ile yazılmış tuğra ve benzeri yazıların kaldırılmasına dair 1057 sayılı kanun kabul edildi. Bu kanun gereğince İstanbul Üniversitesi binası alnındaki altınlarla yazılı âyetler de beton sıva ile kapatıldı.(14)
8- 3 şubat 1928'de İstanbul'da ilk Türkçe hutbe okundu.
9- 23 Aralık 1930'da Menemen hadisesi vuku' buldu. Askeri istiklal mahkemesi o çevrede bir çok masum insanı da idam etti.
10- 18 Temmuz 1932'de Ezan resmen Tükrkçeleştirildi.
11- 1 Şubat 1933'de Bursa'da yeni ezana karşı ayaklanmalar oldu.
12- 26 Şubat 1934'de İstanbul'un bazı evlerinin kafesli pencereleri resmen kaldırıldı.
13- 1 Şubat 1935'de cami olarak kapatılan Ayasofya camii, Müze şeklinde açıldı.
14- 5 Ocak 1937'de İnönü ve yüz elli üç arkadaşının teklifi ile altı ok mefhumu Anayasaya kondu ve Anayasalaştırıldı (15)
15- 1 Eylûl 1939'da 2.Cihan Harbi başladı. Alman orduları Polonya'ya girdi.
16- 9 Nisan 1940'da Alman orduları Danimarka ve Norveç'e girdi.
17- 7 Nisan 1940'da Köy Enstitüleri kanunu kabul edildi. Milli Eğitim Bakanı, Hasan Ali Yücel idi. Bu okullarda Allahsızlık ve dinsizlik dersleri körpe dimağlara zerk ediliyordu.
(14) Bunun misallerinden olarak, biz çocukken babam bize anlatıyordu: "Bizim köy odasının kapısında eski yazı ile "Fi tarihinde tamir edilmiştir" yazısının kaldırılması için bizim nahiye müdürü geldi, resmen burayı sıvatmam için emir verdi" dedi. A.B.
(15) 1950 seçimlerinde propaganda konuşmasında, lnönü halka' anayasa'dan altı oku kaldıracagım" diyebiliyordu. A.B.
766
18- 19 Aralık 1941 İstanbul'da ekmekler karneye bağlandı.
19- 19 -Mart 1945'de Sovyetler Birliği Türkiye'ye sert ve ağır bir nota verdi.
20- 6 Ağustos 1945'de Japon saatine göre sabah 08, 15'de Hiroşima adasına Amerikalılar tarafından Atom bombası atıldı.
21- 9 Temmuz 1946'da Ankaranın ünlü altıokçu valisi Nevzat Tandoğan intihar etti.
22- 25 Mayıs 1948'de C.H.P gurubunda "İslâm İlâhiyyat fakültesi" kurulması kararlaştırıldı.
HATIRA VE TELÂKKİLERE GEÇİYORUZ:
Zaman ve zemin ve o sıra yapılan icraat ve muamelelerin gerçek veçhesinin iyice anlaşılabilmesi için birkaç sahife üstteki hadise ve icraat nümunelerine ek bir izah olması için son olaylar ve icraatlar bölümünü de ilave etmeyi uygun bulduk. Simdi Üstad'ın talebelerinin Hazret-i Üstad’a ve Risale-i Nura karşı duydukları his ve telâkkilerine geçiyorıız:
Evvelâ Barlalı Nur talebelerinin telâkkilerinden başlıyoruz:
Birincisi: Barla'lı âlim, fazıl Hafız Halid Tekin Efendi'dir. Bu zat, 1891 Barla doğumlu olup, 1946'da İstanbul'da vefat etti. Hazret-i Üstad Barla'da iken, onunla ahiret kardeşliği akdetme şerefine nail olmuş ve Bediüzzaman Hazretlerinin bir muhatabı olarak; bir çocuğunun 1930 yılında sekiz yaşında iken vefatı üzerine ONYEDİNCİ MEKTUB gibi mühim bir risalenin yazılmasına vesile olmuş bir zattır. Allah rahmet eylesin, amin...
Merhum Hafız Halid'in takriz mektubu ve telâkki hisleri şöyledir:
"Risale-i Nur'un müellifi Bediüzzaman nadire-i cihan, hadim-i Kur'an Said-i Nursi (R.A) hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:
Üstadım kendisi Nur ism-i celiline mazhardır. Bu ism-i şerif kendileri hakkında bir ism-i A'zamdır. Kendi karyesinin ismi Nurs.. Validesinin ismi Nuriye.. kadiri üstadının ismi
Nureddin.. Nakşi üstadının ismi, Seyyid Nur Muhammed.. Kur'an üstadlarından, Hafız Nurî:. Hizmet-i Kur'aniyede hususî üstadı Zinnureyn.. Fikrini ve kalbini tenvir eden, Ayet-i Nur olması ve müşkil mesailini izaha vasıta olar nur temsilatı, gayet kıymetdardır. Resailinin mecmuuna Risale-i Nur tesmiyesi, Nur ismi onun hakkında İsm-i A'zam olduğunu te'yid etmektedir.
Risale-i Nur adlı harika te'lifatının bir kısmı, Arabi olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar 119'a baliğ olmuştur. Her bir risale kendi mevzuunda harikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden Haşre dair olan risalesi pek harikadır, cami'dir.
767
Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gayet kuvvetli ve kat'i delâil-i akliye ile ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmıştır.
Ayetinin sırrıyla diyebilirim ki: Risale-i Nur bir kamer-i ma'rifettir ki; şems-i hakikat olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyanın nurunu istifaza eylemiş ki olan meşhur kaziye-i felekiyeye masadak olmuştur. Hem diyebilirim ki; Üstad'ım Kur'an hakkında bir kamer hükmünde olup, Sema-i Risaletin şemsi olan Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'dan nuru istifade edip, Risale-i Nur şeklinde tezahür etmiş.
Üstad'ım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zâhiri tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılırsa, ilm-i hali bilmiyor gibi görünür. Birden bakarsın bir derya kesiliyor. Me'zun olduğu miktarı ve Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm'dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'dan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok, kıymet yok der. Bu hasleti de tam tevazu dur.. hadisiyle tam âmil olmasıdır.
İşte bu haslet icabatındandır ki; bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini, içinde arar. Hak bulduğu vakit; tamam-ı tevazu' ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. Maşaallah der:
"Siz benden daha iyi bildiniz. Allah razı olsun" der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hatta ben bazı mes'elelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunane bir tavır alır.. Eğer yanlış yapsam, güzelce damarıma dokunmıyarak beni ikaz eder. Eğer güzel bir şey söylemiş isem, çok memnun olur.
Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yani hikmet-i Şeriat ve İslâmiyet noktasında pek harikadır.. Ve hikmet-i beşeriyede dahi çok ilerdedir. Hatta o ilimde Eflatun ve İbn-i Sina'yı geçmiş diyebilirim...
Sünûhat isminde bir risalesinde gördüm ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm âlem-i manada bir medresede, ona ders verdiğini görmüş. O ders-i maneviyeye binaen İŞARAT ÜL İ'CAZ namındaki harika tefsiri yazmış(16). Bana bir gün dedi ki:
"Harb-i umumi hadisat ve netaicleri mani' olmasa idi, İşarat-ül İ'cazı, Allah'ın tevfiki ve izni ile altmış cild yazacaktım. İnşaallah Risale-i Nur ahîren o mutasavver harika tefsirin yerini tutacak"
(16) İşarat-ül t'caz, Sünûhat risalesinden çok evvel yazıldıgı için, Sünûhattaki o rü'ya bu hadisede olmaması Iâzımdır. Lâkin küçüklüğünde görmüş olduğu rü'ya üzerine feyiz ve nurlarla coşan kalb ve ruhunun; ve bilâhare Van'da Ingiliz Müstemlekât nâzırının verdiği beyanatı üzerine galeyana gelen hamiyet ve gayreti neticesi olarak İşarat-üI İ'cazı yazdığı kesindir.A.B.
768
Üstad'ımızla yedi sekiz sene müsahabetim esnasında mühim meşhudatım çoktur. Fakat elkatretü tedüllü alelbahr mucibince, deryaya delâlet maksadı ile bu fıkra kâfi görüldü. Çünki Üstad'ımdan iftirak zamanı idi. Acele yazdım.
Hafız Halid(17)"
.İKİNCİSİ: Şamda vazifeli zabit olan babasının yanında henüz çocuk iken, babasıyla birlikte, Bediüzzaman Hazretlerinin 1911 yılı ilk baharında Emeviye camiinde irad etmiş olduğu hutbesini dinlemiş, sonraları da gelip Barla'ya yerleştiğinde Üstad Bediüzzaman'ın da Barla'ya gelmesi ile, ona kâtiplik, talebelik ve hizmetkârlık yapmaya başlamış, Barla'lı Şamlı Hafız Tevfik (Göksu) Efendidir. Vefatı 1965'de Barla'da...
Bir rivayette, ehl-i kalb ve âlim olan Şamlı Tevfik'in babası, henüz Şam'da iken, oğlu Hafız Tevfik'e, Bediüzzaman Hazretlerini göstererek: "Bak oğlum! İlerde bu zata hizmet edeceksin. Sakın ola ki, hizmetinde fütûr getirmiyesin" demiştir diye söylenmektedir.
İşte merhum Şamlı Hafız Tevfik, Üstad'ı Bediüzzaman Said-i Nursî ve Risale-i Nur eserlerinin manevî makamı ve muazzam hizmetleri karşısında telâkkisini şöyle dile getirmektedir: (Bazı bölümler alıyoruz)
"...Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor" Hadis-i Şerifine mazhar ve masadak ve mazhar-ı tam olan Mevlana eş-Şehir Kutb-ül Arifin, Gavs-ül- vâsilîn, varis-i Muhammedî, Kâmilüt-tarikat-il Aliyye vel müceddidiyye Halid-i zül cenahayn kuddise sirrühü ilh...
... Üstad'ım kendine ait medh u senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur, Kur'an'a ait olup, medh u sena Kur'anın esrarına aittir. Üstadımla Hazret-i Mevlana'nın bir kaç farkı var.
Birisi: Hazret-i Mevlânâ, Zülcenahayndır. Yani hem Kadirî, hem nakşî tarikat sahibi iken, nakşilik tarikatı onda daha galibtir.
Üstadım, bil'akis kadirî meşrebi ve Şazelî mesleği daha ziyade onda hûkmediyor...
İkinci fark: Üstad'ım kendi şahsiyetini merciiyyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur'u merci' gösteriyor. Hazret-i Mevlânâ Halid'in şahsiyeti ise, kutbul irşad, merci-ül hâs vel-âmm olmuştur.
Üçüncü fark: Hazret-i Mevlânâ Halid Zülcenahayndir. Fakat zamanın muktezasıyla ilm-i tarikatı ve sünnet-i seniyyeyi esas tutmak niyetiyle tarikatı daha ziyade tutmuşlar, o noktada sarf-ı himmet etmişler...
(18) Barla Lahikası, S: 118
769
Üstadım ise, şu dehşetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikatı ve hakaik-ı imaniye cihetini iltizam ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki hadis-i şerifin "Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor" müjdesinin ihbarına muvazi olarak Hazret-i Mevlânâ Halid, ekser ehl-i hakikatın tasdikiyle 1200 senesinin yani 12. Asrın müceddidir.
Dostları ilə paylaş: |