Yolunu şaşırmış, nur-u hakikatı görmekten mahrum masiva-perestlere Risale-i Nur ile destgir ve şefı' olduğunuzu yıllardan beri bildiğim için, kapınıza boynumu uzatarak hidayet yolcularınız meyanında yer alabilmek emel-i halisanesiyle halka-i irşadınıza bütün ruhumla
şitap ediyorum. İrşadat-ı aliyenize muhtaç bulunduğumu arz ederken, cür'etimin nazar-ı affınıza mazhar buyurulmasını yalvarır, kemal-i ta'zimle mübarek ellerinizi takbil ve tev'kir ile kesb-i şeref-i can eylerim, büyük mürşidim efendim Hazretleri!
Bir gün zalimlere dedirir hazret-i Mevla Risale-i Nur şâkirtlerinden İhsan Sırrı(177)"
(176) Ziyadat-ı Kastamoniye S: 16
(177) Ziyadat-ı Kastamoniye S: 19
1139
YİNE BU GİBİ İNSANLARDAN BİRİSİ OLAN ARAÇLI DELİ MÜ'MİN VE HİKÂYESİ
Araçlı Deli Mü'min, (Meydanî) Kastamonu civarında eşkıyalığı ile, soygunculuğuyla, külhanbeyliğiyle, adam öldürmekle meşhur bir kişidir. Yapmadığı kötülük kalmamış. Hayatın tüm acı zehirlerini içmiş, derbeder kalmış bir insan.. Son günlerini içki içip sarhoş olmakla geçirmektedir. Bu insan da; Kastamonu'ya zalimlerin eliyle sürgün gönderilmiş bir hidayet mürşidini duymuştur. Bir gün bir seher vakti Kastamonu sokaklarında sarhoş sarhoş dolaşırken, Hazret-i Bediüzzaman'ın kapısının yanına gelmiş.. Ve artık tek kurtuluş ümidini bu kapının eşiğ'ine iltica etmekte bulmuş ve Bediüzzaman'ın kapısının âtebesine başını koymuş, yatmıştır.
Seher vakti Üstad'ının -Her gün gelip-sobasını yakmak ve hizmetini görmek bahtiyarlığını kendine vazife bilen Çaycı Emin Bey, gecenin karanlığında Bediüzzaman Hazretlerinin kapısının taşına kafasını koyup yatan birisini görür. İyice yaklaşınca bu insanın meşhur Araçlı Deli Mü'min olduğunu görür. Koluna girer, ayağa kaldırır ve sorar:
"Ne arıyorsun burada? Yine mi çok içmişsin?" Araçlı Deli Mü'min, kimin kapısında olduğunun şuurunda... Çaycı Emin Bey'e :
"Ben tevbe etmeye geldim. Ben Üstad'a hizmetkâr olmaya, talebesi olmaya geldim. Ne olur beni kurtarın!" diye yalvarmaya başlar.
Çaycı Emin bey, Deli Mü'min'in yalvarış ve yakarışlarını ciddi bularak durumu Üstad'ına bildirmeyi uygun görür.
Günahkârların melcei, düşmüşlerin destgiri, asilerin penahı olan büyük Üstad, Çaycı Emin'e: "Beli kardeşim! Git onu getir!" diyor, Deli Mü'min'i huzuruna kabul ediyor, nazar ediyor ve kurtarıyordu.
Artık o mutlu seherin feyizli mülâkatından sonra, Deli Mü'min kurtulmuş, Veli gibi bir mü'min olmuştu.
Hadiseyi Kastamonu halkı çok iyi bilmektedir. N. Şahiner de hadiseyi güzel tasvir ederek son şahitler -2 kitabında kaydetmiştir.
Ve daha bunlar gibi nice deli mü'minler... Ve Kastamonu kal'asının başında âfakı seyrederken Üstad, kal'anın altından geçip kötü bir yere giden bir insana bağırması ve "Kardeşim oraya gitme! dön, git abdest al, tövbe et!" dediği adamın hikayesi.
1140
YUNUS ÇAVUŞ VE İBRAHİM FAKAZLI'NIN MÜŞTEREKEN
ANLATTIKLARI ACİB HADİSE
Tahminen Şubat başı 1988'de İbrahim Fakazlı, kardeşinin İstanbul'daki evinde aynen bize şunları anlattı:
"Bize, Kastamonu'da Üstadla çok uğraşan Holivotlu Hafız Polisin bir tokadını anlatan, o sıra Orman işlerinde soför olarak çalışan İsmail adındaki şahıs şöyle demişti: "Ben hep sarhoş ayyaş bir halde yaşıyordum. Bir gün yine gece yarısına kadar içe içe eve geldim. Yattım, sabahleyin annem başıma su dökmek suretiyle beni zor uyandırdı. Nasihat etti.. Fakat dinliyecek bir durumda değildim. Kalktım giyindim, kal'anın arkasındaki pis bir yere gitmek üzere yola çıktım. Kalenin arkasındaki yoldan geçerken, kal'anın üstünden birisi bağırıyor: "Oğlum oraya gitme! Dön, hamama git, guslet, tevbe et!" diyordu. Ben bu sözleri duyunca âdeta vücudum lerzeye geldi. Orada bulunan bir ağacın köküne dayanarak düşündüm. O halde iken, Holivotlu polis Hafız Nuri yanıma geldi. Orada o da Üstad'ı takib ediyormuş. Bana, Ağzını bozarak:" o Kürd sana ne söyledi"dedi Ve hakaretli sözler sarfetti. Ben döndüm hamama gittim, yıkandım ve tevbe ettim. Allah'a şükür kurtuldum.
Bilâhere bu polis hafızın başına gelmedik kalmadı. Hatta ben bir gün bir köyde iken bir evde geceleyin misafir kaldım. O köy polisin köyü imiş. Gece yarısı benim kaldığım evin kapısı çalındı. Hafız polisin şiddetli sancılandığını, onu araba ile şehre götürmemi söylediler. Ben polisi alıp hastahaneye götürdüm."
Yunus Çavuş'un anlattıkları
Yunus Çavuş, uzun yıllar Kastamonu kal'asında yangın gözetleyicisi ve Ramazan topçusu olarak bulunduğu için, Bediüzzaman Hazretlerini kale başında defalarca görmüş, konuşmuş ve sohbet etmiştir. Adı geçen hikâyeyi bir çok kimselere şöyle anlatmıştır:
"Bir gün sabahın erken saatlerinde Bediüzzaman kalenin şehre bakan ve altı çok derin burcunun üzerinde oturmuş, ayaklarını aşağıya sarkıtmış vaziyette kitaplarının tashihiyle meşguldür. Bu esnada içip içip sarhoş olmuş, ayyaş bir adam, kalenin altındaki yoldan geçerek kötü bir yere gitmektedir. Adam, hoca Efendinin hizasına geldiğinde, birden bire ayakları yere saplanıp kalırcasına dikilip durmuş. Bediüzzaman hazretleri, kötü yola düşmüş giden bu biçare sarhoş adama, şefkatle bağırıp selâm vermiş ve: "Dön, kardeşim dön, evine dön! Git hamamda yıkan, temizlen, tevbe et, Oraya gitme!" demiş.
1141
Şaşıran ve neye uğradığını bilmiyen gafil şaşkın adam, ağlıyarak döner, hamama gider, tevbe eder ve namaza başlar.
Aynı gün ve aynı vakitte, Bediüzzaman Hazretlerini tâkible vazifeli ve kalenin altından doğru Bediüzzaman'ı gözliyen Holivotlu Hafız diye anılan polis me'muru ise; geri dönüp evine giden sarhoş adamı yakalıyor ve adama soruyor: "Ne söyledi sana o Kürt!" diye adamı sıkıştırıyor.
İbrahim Fakazlı'nın rivayetine göre o bedbaht polis, Üstad'ın aziz şahsiyetine karşı ağzını bozarak şetmettiğini ve neticede bu polis me'mururıun hayatı feci' bir akibetle noktalandığını kaydeder.
BEDİÜZZAMANA ULAŞAN MEVLÂNÂ HALİD-İ BAĞDADÎ'NİN CÜBBESİ VE HİKÂYESİ
Bu mübarek cübbenin hikayesi, Hazret-i Üstad'a ulaşması ve devir teslimi şöyledir:
Tahminen 1940'lı yıllarda, Âsiye nâmındaki bir mübarek hanım, kocası hapishane müdürü olan zatın Kastamonu'ya hapishane müdürü olarak tayini çıkıp gelince, Âsiye Hanım da burada Hazret-i Üstad'la tanışıp talebesi olmuş.. ve yanlarında uzun zaman muhafaza ettiği mübarek cübbeyi Üstad'a teslim etmiştir.
Mevlânâ Halid Hazretlerinin halifelerinden olan ve "Küçük Aşık" lâkabıyla ma'ruf Şeyh Muhammed bin Abdullah el-Hâlidî'nin torunlarından olan mübarek Asiye Hanım; dedesinin mübarek yadigarı olan o cübbeyi, kendisi ve ailesi çok itina ve titizlik içerisinde uzun zaman muhafaza etmiş ve bir çok yerlerde beraberlerinde gezdirmişlerdir. Nihayet bu mübarek emanetin sahibi Bediüzzaman Hazretleri olduğuna kanâat getirmiş ve Üstad'a sağ-salim teslim etmiştir.
Mevlânâ Halid Hazretleri; önceleri Bağdat'da ilim tahsili için gitmiş olan Afyonkarahisar'lı Küçük Mehmedi, (Küçük Aşık) ilmini bitirdikten sonra, daire-i irşadına almış ve Halife ta'yin ederek Anadolu'ya gönderdiği zaman, mübarek bir cübbesini de ona hediye etmiştir. Bu zat ise, Anadolu'ya geldikten bir müddet sonra Mısır'a gitmiş, orada Nakş-i Bendî tekyesinde irşada başlamış... Ve nihayet Rumi 1300, Miladi 1884 Mısır'da vefat etmiştir.(178)
Amma bu mübarek cübbe, acaba ailesi tarafından tekrar Mısır`dan Anadolu'yamı getirilmiş, yoksa o zat, Mısır'a giderken onu burada mı bırakmış bilinmemektedir. Lâkin bu cübbe o zatın vefatından sonra; Asiye
(178) Hediyet-ül Arifin Fi esma-il Müellifin, C: 5, S: 383
(*) Herhalde bu İşârât-ül Îcâz Mürşidi mevlâna Halit H.z lerinin emriyle olmuştur. Nitekim Mevlâna Halit bir halifesini o sıra İatanbul’a göndermiştir. A.B.
1142
Hanımın babası olan ve küçük aşığın oğlu Muhammed Bahaeddin Efendiye intikal etmiş olduğu ve uzun bir zaman yanlarında mahfuz kaldığı Asiye Hanımın ifadeleriyle sabittir.
Asiye Hanım, Afyonkarahisar'da 1885'de, yani dedesinin vefatından bir sene sonra dünyaya gelmiş... İstiklal savaşında Yunanlıların Afyon'u işgallerinde Asiye Hanım, ailesi ile birlikte bu cübbeyi her şeyden önce muhafazasını düşünmüş, memleketlerini terke mecbur kaldıkları ve muhacir oldukları günlerde bile, cübbeyi en mukaddes bir emanet şeklinde bilmiş ve yanlarından hiç ayırmamışlardır. Nihayet Tahir Bey isminde bir zatla evlenen mübarek Asiye Hanım, yukarda kaydedildiği üzere Kastamonu hapishane müdürlüğüne tayinleri çıkınca, ailece gelip Kastamonu'ya yerleşmişler. Böylece mübarek cübbede asıl sahibine ulaşmıştır.
MÜBAREK CÜBBE'NİN ÜSTAD'A TESLİM ŞEKLİ
Nur talebeleri bir çok zatlardan duyduğumuz kadarıyla ve Kastamonu'daki Üstad Bediüzzaman'ın büyük talebelerinden Mehmed Feyzi Efendinin rivayetiyle; Cübbenin Üstad'a teslimi şöyle gerçekleşmiştir:
Asiye Hanım, mübarek yadigâr cübbeyi ve büyük emaneti sahibine teslim etmek istiyor... Amma Üstad Hazretlerinin hiç kimseden hiç bir hediye almadığını da biliyor. Cübbeyi
götürüp, "Efendim bu sizindir veya sizin olsun" desem, belki Üstad kabul etmeyecek diye, kendi kendine şöyle bir plân düşünmüştür. Mehmet Feyzi'yi araya koyacak ve "Bu mübarek cübbe, sizde emanet kalsın" diyecektir. Planladığı şekilde cübbe götürülüp Üstad'a arz ediliyor. Üstad ise, sanki bu cübbe kendi öz malıymış gibi sahib çıkıyor ve Feyzî Efendi'ye, temiz bir kab içinde, suyunu da yere döktürmemek şartıyla yıkattırıyor, astar çektiriyor. Üstadın bu haline hem Asiye Hanım, hem Mehmed Feyzi Efendi, hem diğer talebeleri hayret ediyorlar.
Eh1-i Hakikat bir âlim olan Üstad'ın talebesi ve hizmetkârı Mehmed Feyzî Efendi cübbenin Üstad'a teslimi hususunda şunları anlatıyordu:
"... Asiye Hanım (Mülazimoğlu) dedesi Küçük Aşık'ın, Mevlânâ Halid Hazretlerinden aldığı cübbeyi getirmişti. Cübbeyi yıkadım, suyunu kabristana döktüm... Ve Üstad'a ben giydirdim. Hayatta iftihar ettiğim bir husus da budur.. (179)"
Hazret-i Üstad bu mübarek cübbeyi üç sene Kastamonu'da, sonra Denizli hapsinde ve ilk Emirdağ hayatında ve Afyon hapsi ve sonrasında onbir sene kadar yanında bırakmış ve çoğu zaman da onu giymiştir. Nihayet
(179)Son Şahitler-1 S:162
1143
1951 sonlarında cübbeyi, diğer bazı eşya ve kitapları ile birlikte Urfa'ya göndermiştir. Gönderirken de kendisinin de yakında Urfa'ya geleceğini söylemiş ve buna dair bir yazı kaleme almıştır. Ancak bu "yakında" dediği geliş, on sene sonra gerçekleşebilmiştir. Hem Urfa'ya geldigindede yalnız bir buçuk gün ve iki gece hayatta kalabilmiş, buradan Rahmet-i Rahman'a kavuşmuş, Dar-ı Ahirete rıhlet etmiştir.
Mübarek cübbenin Kastamonu'da Bediüzzaman Hazretlerine ilk gelişiyle ilgili olarak, Üstad şöyle bir mektupla Isparta'daki talebelerine bildirmiştir:
"... İkincisi: Eski zamanda ondört yaşında iken icazat almanın alâmeti olan Üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe giydirmek vaziyetine maniler bulundu. Yaşımın küçüklüğü, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı...
Saniyen: O zamanda büyük âlimler bana karşı Üstad'lık vaziyeti değil, ya rakib ve yahut teslimiyet derecesine girdikleri için, bana cübbe giydirecek ve Üstad'lık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı... Ve Evliya-i azimeden dört beş zatın vefat etmeleri, elli altı senedir (180) icazetin zâhiri alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir Üstad'ın elini öpmek, Üstad'lığını kabul hakkımı bu günlerde yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ zülcenaheyn Halid-i Ziyaeddin (K.S.), o cübbeye sarılan bir sarık; kendi cübbesini pek garib bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaât geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi(181)" giyiyorum,Cenab-ı Hakka a yüzbinler şükür ediyorum...(182)" •
Mübarek cübbenin tarihçesi bahse medar olması hasebiyle ve Üstad'ın hayatında manevî büyük bir hadise olarak kaydedildiği için, Risale-i Nur'da ondan bahseden umum mektupları burada cem' etmek münasib
(180) Garib bir tevafuktur ki, mübarek cübbenin Mevlana Halid'den kendisine intikal eden küçük Âşık lâkabıyla meşhur Şeyh Muhammed Hazretlerinin Mısır'da vefat ettiği tarih, Rumi 1300, Miladi 1884'dür. Hazret-i Üstad'ın "Elli altı sene evvel" icazet almaya hak kazandığını
ve bir sarık ve cübbeyi giymeye istihkak kesbettigini söylediği yılda, -Küsûnatnazara alınmazsa- aynı tarihe rastlamaktadır.. Şöyle ki: Cübbenin kendisine (Üstad'a) ulaştığı sene olan 1940 hesabı kesin olsa, Rumi karşılığı 1356 dır. Elli altı seneyi de tam ve kesin ve eksiksiz kabuletsek ve cübbenin teslim tarihinden elli altı sene geri gitsek, tam 1300 kalır: Buna göre ve bu tevafuk karinesiyle Hazreti Üstad'ın icazet alma alâmeti olan bir cübbe (Yani mezkûr cübbe ta o tarihte, o zatın vefatıyla ve o kanal ile Hazret-i Üstad'a mânen intikal etmiş demektir. Lâkin ancak elli altı sene sonra bizzat ulaşabilmiştir. Bu tevafukun başka bir şekli ise şöyledir: Eğer küçük Aşık hz. lerinin vefatı Hic.1300 olsa cübbenin Üstada ulaştığı senenin hicri karşılığıda 1359 dur ki üç sene fazlalık olur. Demek, az olan küsûratı nazara almadan 56 yıl geri gitsek, tamtamına hz. Üstadın ilmini bitirip icazet aldığı sene olan Hic. 1309 a tevafuk eder. A.B.
(181)Bu mübarek emaneti Risale-i Nur talebelerinden ve Ahiret hemşirelerimizden Asiye namında bir muhterem Hanımın eliyle aldım. Said-i Nursi
(182)Osmanlıca Kastamonu-2 S: 170
1144
olur diye düşündük. Tâ ki, mübarek cübbe bahsi ikmal edilmiş olsun. Tesbit ettiğimiz kadarıyla cübbeden bahseden beş mektup vardır. Bunların ikisi Kastamonu Lahikası'nda, ikisi Denizli hapsi mektuplaınnda, biri de Emirdağ-1 lahika mektuplarındadır.
Kastamonu Lahikasında cübbeden bahseden ikinci mektup şöyledir:
".. Dua'da namı zikredilen ve Hazret-i Mevlâna'nın cübbesini tam muhafaza edip bize yetiştiren Asiye Hanımın lisanına gelen bir fıkra size gönderilecek...(183)”
DENİZLİ HAPSİ MEKTUPLARINDA CÜBBE BAHSİ
Birinci Mektup: "
Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Yüzyirmi yaşında(184)" bulunanMevlânâ Halidin (K.S.) cübbesini size bir gün göndereceğim. O zat, onu bana giydirdiği gibi; Ben de onun namına sizin herbirinize teberrüken giydirmek için hangi vakit istereeniz göndereceğim...(185)"
İkinci Mektup:
"Aziz Sıddık Kardeşlerim! Risale-i Nur şakirtleriyle çok alâkadar Hazret-i Mevlânâ Halid'in cübbesini; kardeşlerimizden sebat ve sadakatını muhafaza etmek şartıyla, hem Mevlânâ Halid'in hem Risale-i Nurun dâimî
(183)Aynı eser S: 216
(184) Üstad Hazretleri bu mektubu 1944'de yazdıgına göre; Hicrî hesapla -ki o sıra 1362'dir.Yüzyirmi sene geri gitsek, tam tamına Mevlânâ Halid Hazretleri Şam'da vefat tarihi olan Hicri 1242'ye tevafuk eder. (h) Bu tevafuklu işarete binaen; Acaba bu cübbe Mevlânâ Halid'in giydigi en son cülbbesi midir? diye akla geliyor. Eger öyle olsa, Mevlana Halit hazretleri bu cübbeyi Şam'da vefat edeceği ğünlerde halifesi Küçtık Aşık'a hediye etmiş olabilir diye düşünüyoruz A.B.
(185)Osmanlıca Şu'alar S:268
(h) Elhadaikul verdiyye fi Ecillain Nakşibendiyye sh: 248
1145
talebesi olur niyetiyle giymeli. Hem başka koğuşlardaki kardeşlerimize de verebilirsiniz. Fakat ben o cübbe ile namaz kıldığım için, mezhebimizce, şiddetli temizlik şart olduğundan, yaş yere konulmasın veya yaş eller yapışmasın.
Said-i Nursi(186)"
Cübbeden bahseden Emirdağ-1 Mektuplarından birisinin içindeki parça:
"... İnayet-i Rabbaniye, sizleri bu kırılmış, bozulmuş, ihtiyar Said yerinde; kırılmaz, bozulmaz, genç, dinç, metin, sebatâr pek çok Saidleri o hizmette istihdam ediyor. Ben de kemal-i sürur ile dayanıyorum.
Evet, biliniz! Denizli hapsinde Mevlânâ Halid'in (K.S.) cübbesini giyen zatlar, sadakat ve sebat etmek şartıyla derecelerine göre kendi yerimde kabul edip vazifemi de onlara havale ediyorum... İzin veriyorum (187)"
HATIRALAR VE MENKIBELER BÖLÜMÜ
Hazret-i Üstad Kastamonu'da iken, onunla görüşen ve beraber yaşıyan talebesi ve hizmetkârları olan zatların hatıraları çoktur. Bunların bir çoğu sadece Hazret-i Üstad'la nasıl görüştüklerinin ve nasıl Risale-i Nurlara başladıklarının hikâyelerinden ibarettir. Bu hatıraların bir çoğu N.Şahiner'in "Son Şahitler” kitapları dizisinde mevcuttur. Bunların içinden, gerek şahsen dinlediklerimizden, gerekse N.Şahiner'in kaydetmiş olduğu kısımların en mühimlerinden bir kaç taneyi seçtik.
BİRİNCİSİ: Üstad'ın Kastamonu hayatının ilk günlerinden itibaren son ayrıldığı gününe kadar; Barla'lı Sıddık Süleymanlar gibi hizmetini gören ve Üstad'ın hizmetinde her bir fedakârlığı göze alan ve bir cihette Kastamonu vilâyetinin Risale-i Nura karşı intibahınaümmiliğine rağmen- (Ispartadaki Bekir Bey gibi) sebeb olan ve Hazret-i Üstad tarafından ona "Rahmetüllah"(188) ünvanı verilen ve ismi memleketinde; Yemen Bey iken, Üstad tarafından "EMİN" olarak değiştirilen; ve kendi memleketi olan İran'da iken, "Şikâkâ" aşiretinin namdar yiğit reisi İsmail Ağa (Simiko) ile birlikte Ermenî çetelerine kan kusturan.. Ve Şâha karşı baş kaldırmalarına Osmanlılar yardım olarak verdiği cephane ve silah malzemelerini almak için o zamanlar Emin Bey'in müfrezesiyle İran'a götürülen namdar yiğit, bey, ağa olan Merhum Emin Bey'in hatıralarından bir kısmı şöyledir:
(186)Aynı eser S: 411
(187)Emirdağ-1 Osmanlıca S: 25
(188)Hazret-i Üstad, Çaycı Emin Ağabey nâmiyla mâruf Emin Bey'e "Rahmetullah" ünvanını verdiği hakkında şöyle diyor: "... Size ince ve derin iki meseleyi yazmak niyet edip bu mektubu yazmaya başladım. Fakat "Rahmetu- llahi Aleyhi, Rahmeten vasieten" kelimesine geldiğim dakikada, beş seneden beri Rahmet-i İlahiyyenin benim istirahatıma ve hizmetim hakkında bir cilvesinin bir zahiri ayinesi olması hasebiyle ona "Rahmetullah" namını verdigim Emin geldi. Daha vakit müsaade etmedi:' (Sarı bez cild Kastamonu Lahikası Osmanlıca S: 19)
1146
HAZRETİ ÜSTAD'LA İLK GÖRÜŞMESİ
Kastamonu'nun Nasrullah camii şadırvanında küçücük bir çay ocağı kurarak geçimini sağlamakta olan merhum Emin Bey, bir gün (1936 yılının bahar aylannda) Nasrullah camiinin avlusuna, Asr-ı Saadet'i, kiyafetiyle yaşatan bir zatın girdiğini görür. o kâbuslu, karanlıklı günlerde öylesi kıyafetli bir insanın dolaşması, Emin Bey'in nazar-ı dikkatini şiddetle çekti, gözünü ayırmadı, baktı ki;
Bu zat, elindeki su destisini Nasrullah Camiinin meşhur suyu ile doldurmaya başladı.
Çaycı Emin Bey duramadı. Kalktı, arkadan bu zata yaklaştı. Selâm verdi ve sordu: "Kurban nerelisin?.:'
Suyunu testisine doldurmakla meşgul yaşlı zat, Emin Bey'i önceden tanıyormuş gibi, Emin Bey'in selâmını aldıktan sonra: "Beni takib ediyorlar, bana yaklaşma! sana zarar dokunur." diye cevab verir.
Bu çok kısa ve sür'atli tanışmadan sonra; Emin Bey'in kalbi tutuşmuş, bir daha onu nasıl görebilirim diyerek merak ve hasret içinde çırpınıp duruyormuş.
Emin Bey der ki; gördüğüm o zatı eşkaliyle ta'rif ederek, sordum soruşturdum. Nihayet o zatın çarşı polis karakolunda kaldığını ve arasıra bir bekçi, ya da bir polisle birlikte Kastamonu' kal'esine çıktığını öğrendim.
ÜSTAD'DA EMİN BEYİ ARIYORMUŞ MEĞER
"Bir gün bir polis gelip beni çağırdı. Polisle birlikte kal'aya çıktık. Üstad orada idi. Üstad polise dedi:
"Kardeşim bu benim hemşehrimdir. Sen bir iki dakika bizden ayrıl, ben onunla biraz konuşacağım" Polis yanımızdan ayrılınca, Üstad kendi durumunu acı acı anlatmaya başladı. Sıhhatinin iyi olmadığını, bir kaç defa zehirlediklerini söyledi. Şeker, çay gibi ufak tefek ihtiyaçlarını bir vasıta ile kendisine ulaştırmamı söyledi. "Benim yanıma kimseyi bırakmıyorlar. Ben komisere söyleyeceğim ki; yatağımı satacağım... Arada bir vasıta olsun ki, ara sıra sen gelesin. Bir şeyler lâzım oldukça hem onu alırsın, hem de bu yatak meselesini hallederiz" dedi.
Bana üç tane sarı altın verdi. "Bunlar Harb-i umumi'den kaldı. Uzun yıllar saklıyorıım. Bunlar senin yanında kalsın. Bozdurur, bana lâzım olan şeyleri o parayla alırsın" dedi.
Ben durumumun iyi olduğunu o gibi ihtiyaçlarını kendimin alabileceğimi söyledim.
Üstad "Kat'iyyen karşılıksız bir şey kabul etmem" dedi. Altunları alarak yanından aynldım. Ertesi günü çarşıda birisini bozdurdum. Daha ertesi
1147
günü, komiser beni çağırdı: "Bu hoca efendi yorganını satmak istiyor. Sen bunun yatağını alır mısın?" dedi.
Ben de alabileceğimi söyleyince, Komiser: "Sen bununla nereden tanışıyorsun?" dedi.
Ben de "O benim hemşehrimdir, tanışırız" dedim.
Yatağı satın almak üzere beni karakolun üst katına, Üstad'ın yanına çıkarttılar. Yatağa baktım, yirmibeş lira kıymet biçerek yatak benim oldu. Bu defa aynı yatağı kira ile kendisine bırakmak üzere anlaşma yaptık. Bu vesileyle, her gün yatağın günlük kirasını almak bahanesiyle karakola gidip geliyordum. İhtiyaçlarını böylece te'min ediyordum.
.... Ben artık rahatlıkla Üstad'ın yanına gidip geliyordum. Başka kimseyi yanaştırmıyorlardı. Havalar iyi olduğu günlerde beraber dağlara giderdik. Akşamları da kitapları tashih ederdi.
Kastamonu'nun kışı şiddetli geçerdi. Bazı günler odasındaki yer tahtalarının arası kırağı yağmış gibi olurdu. Küçük bir sobası vardı. Odayı pek ısıtmazdı.
Üstad ikindiden sonra kapısını kilitlerdi. Daha kimseyi yanına kabul etmezdi. Tâ ertesi gün kuşluğa kadar...
KAYBOLAN ÇORAPLAR
... Bir gün ben Üstad'ın yanına gitmiştim. Kaybolan çorabını arıyordu. Ben de kendisine yardım ettim. Bana dedi ki: "Kardeşim, ben çoraplarımı her yerde aradım. Hatta gülerek dedi, kibrit kutusunun içini bile aradım. Bazı meczub evliyalar var, bana yardım edecekleri yerde benimle eğleşiyorlar. Bu ızdıraplarım, bu şiddetli tazyik ve takiblerim altında bana yardımları olması lâzımken, bilâkıs böyle maniler çıkararak benimle uğraşıyorlar. Halk Partisi'nin bu eşedd-i zulmüne karşı neden bana yardım etmiyorlar."
Sonra gülümsiyerek "Beşyüz banknot tazminat vermezlerse kabul etmiyeceğim" dedi.
Daha sonra, mütebessim bir vaziyette kalktı. Abdest aldı, namaza durdu, duasını yaptı. Duadan sonra sobanın deliğine müteveccih olup bakıyordu. Çorabın ucu sobanın borusunun yanından çıkmış, sarkmıştı. Meğer fâreler çorabı alarak, sobanın içinden alıp götürmüşler, sobanın boru deliğine bırakmışlardı. Üstad "bunda bir hikmet var" dedi.
Meğer daha önceleri Risale-i Nurun bazı parçalarını soba deliğine saklamış. Fakat zamanla oraya sakladığını unutmuş, hatırından çıkmıştı. Bu hadise üzerine Nurun o parçalarını oradan alarak, daha başka emin bir yere sakladık. Az sonra kapı açıldı. Polis, jandarma ve bekçiler içeri doldular.
1148
Her tarafı didik didik aradılar. Fakat hiç bir şey bulamadan zabıt tutup çıktılar.
Bilâhare Üstad bu fare hadisesini ve arama meselesini bizzat kaleme aldı. Biz de Feyzi Efendiyle birlikte o mektubu imzaladık.
ÜSTAD DAĞDA NE YAPARDI?
Üstad her ne zaman dağa teneffüs için çıksa, peşine polisler veya bekçiler düşerdi. Halbuki Hazret-i Üstad dağ'da oturur ibadet eder, tefekkür eder veya eserlerini yazar ve tashih ederdi.
ÜSTAD'IN ACİB İBADETİ
Üstad'ın çok garib ve hayret verici ibadet şeklinin sadece bir misalini vermek istiyorum. Ben hemen her sabah erkenden Üstadımızın evine gider sobasını yakar, ihtiyaçlarını görürdüm. Üstad bana sıkı tenbih etmişti ki, Hiç bir zaman fecirden evvel gelme!" diye...
Bir gün her nasılsa, ayın aydınlığına aldanarak sabah olmuş zannıyla erken gitmişim. Çok soğuk bir gündü. İçeri girdim, Üstad seccadesinin başına oturmuş ibadet ediyordu. Gözleri yumuk, rengi sapsarı kesilmiş, mum ışığında seherin soğugunda hazin hazin münacaat edip, yalvarıp yakarıyordu. Ben bu haline hiç rastlamadığım için, haşyet ve dehşet içinde adeta ayakta dikili kalarak seyretmeye koyulmuşum. Tâm bir buçuk saat kadar beklemiş durmuşum.
Ben o halde beklemekte iken bir ara Hazret-i Üstad: "Kanbur!(189) nasıl sözüme geldin mi?" diye bir söz konuştu. Ben daha çok hayret ettim, bekledim, ta ezan sesleri- Tabii zamanın Tânrı uludur maskaralı ezan sesleri- gelmeye başladı. Üstad, o haşyet verici
tazarru’kâr durumundan çıktı ve bana dönerek: "Kardeşim ben sana tenbih etmemiş miydim ki, şafaktan evvel gelme. Niçin geldin?" dedi.
Ben, efendim ay ışığı beni yanılttı. Kasden gelmemişim deyip özür diledim. Bir daha böyle bir şey yapmayacağımı söyledim.
Sonra sabah namazını beraber kıldık. Namazdan sonra dedi: "Karde
(189)Bu kanbur meselesini, ben bizzat 1962'de Van'da Çaycı Emin Ağabey'den duymuştum ki; seher vaktinde vuku' bulduğunu söylemişti. Fâkat N. Şahiner, o hadisenin bir ikindi namazından sonra vuku’ buldugunu Çaycı Emin Ağabeyin hatıratından nakletmektedir. Gerçi seher vakti veya ikindi vakti mühim değildir. Asıl olan o hadisenin o şekilde vukuudur. A.B.
Dostları ilə paylaş: |