47 Cİld yediNCİ BÖLÜM



Yüklə 2,61 Mb.
səhifə44/72
tarix30.05.2018
ölçüsü2,61 Mb.
#52083
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   72

Vali Nevzat Tandoğan'la Üstad arasında geçen muameleye dönüyoruz: Vali Tandoğan, dinî an'aneleri, belki tüm esasatını mutlak inkârın verdiği bir cüretle; maddeten eli kolu bağlı, garip, misafir ve yolcu olan Bediüzzaman Hazretlerinin başına frenk serpuşunu koydurtmak ister. Altıokçu Valinin şu münasebetsiz, kanunsuz davranışıyla, din ve dinî akide ile alay etmek ve tahkir etmek hedefi apaçıktır. Çünki dünyanın her tarafında kanun ve yasaların taalluk etmediği şâz ve nâdir insanlar mevcuttur. Kaldı ki, fiilen ve amelen mevcut bir kanunu kırmak ve bozmak ve reddetmek teşebbüsü vaki' olmadığı zamanda, hiç bir muahezeye tabi' tutulamaz. Az yukarlarda ileri sürdüğümüz husus ki; bu hadise ile, yani Denizli hadisesinin tertibiyle, başta Reis İsmet inönü ve Başbakan Şükrü Saraçoğlu ve bazı hükûmet erkânı alâkadardır diye olan iddiamız burada canlı olarak bariz şekilde ıspatlanmış oluyor. Zira eğer normal bir zabıta vak'ası olarak hadise cereyan etmiş olsaydı, mesele Isparta savcısıyla, Kastamonu savcısı arasında bir münasebet tarzında cereyan ederdi.. Ve Bediüzzaman da muhafızları ile birlikte normal seyri ile Ankara'ya uğrar, hiç kimsenin haberi olmaz, sabahleyin yolculuğuna devam eder, giderdi. Ama görülüyor ki, hadise o tarzda değil, Bediüzzaman Kastamonu'dan çıktığı andan itibaren, Ankara'dan takip edilmiş ve otele (belli ve muayyen ve ayarlanmış bir otele) iner inmez, Vali hemen polislerini göndermiş, Üstad'ı vilâyet konağına çağırtmıştır.

(16)Son Şahitler-1 Bayram Agabey Hatıratı

1212


Evet Altıokçu Vali başka bir sevdada... Şapkayı Bediüzzaman'a giydirmek için yaptığı münasebetsiz, kanunsuz ve keyfice davranışından, onunla Üstad Bediüzzaman arasında şiddetli münakaşalar cereyan etmiştir. İlim ile, kanun ile, mantık ile Bediüazzaman'a karşı mağlub ve perişan düşen bu herif, bu defa makamına, rejime ve kuvvete dayanarak fiilî tevessüle geçmek ister. Bir polise veya odacıya yirmibeş kuruş vererek dışardan bir kasket aldırır ve Bediüzzaman'ın başındaki külâha işaret ederek "Onu çıkar, bunu giy!” diye zoraki teklifte bulunur.

Hazret-i Bediüzzaman ise, boynunu göstererek:” Bu külâh ancak bu kelle ile beraber çıkabilir (17)"der, reddeder.

Gözü dönmüş Vali, bu defa serpuşu eline alarak, bizzat kendi eliyle Bediüzzaman'ın başına geçirmek için ayağa kalkar ve Bediüzzaman'ın yanına gelir. Hadisenin burasında, az ilerde nakledeceğmiz Selahaddin Çelebi'nin rivayetinde zikredilecek durumdan başka, iki rivayet şekli daha vardır.Ankara ve Isparta'da isimlerini şu anda hatırlıyamadığım bazı Nur talebelerinden duyduğum kadarıyla iki rivayet şeklinden birisi şöyledir:

"Vali Nevzat Tandoğan kasketi eline alarak Üstad'ın yanına geldiğinde, kendi eliyle başının üstüne kor ve sorar: sen şimdi kâfir oldun mu? Bediüzzaman ise "Hayır!." der. Onu ben elimle ve kendi rıza ve ihtiyarımla koymadığım için, ben değil, kâfir sen oldun.” diye mukabele eder.

İkinci rivayet yolunda ise: Vali şapkayı Üstadın başına koymaz. Koymaya teşebbüs eder, lâkin ellerini kaldırdığında havada dona kalır, bir şey yapmaz, durur.

Hazret-i Üstad Bediüzzaman Vali Tandoğan'ın dine karşı istihzası ve şahsî kin ve iğbirarının bir tezâhürü olan bu bedbahtça davranışından çok rahatsız olur ve çok ta mütessir olur. O halette Valiye dönerek: "Hey bedbaht, ben sizin bin senelik ecdadınızı temsil ediyorum, Onların bir vârisiyim. Senin bu hareketin keyfi ve küfrîdir."dedikten sonra, şöyle beddua eder: "Başından bulasın!."

Bu hadise, 13 Ekim 1943'de cereyan ettiğine göre, bir iki sene sekiz ay yirmi altı gün sonra, yani 9 Temmuz 1946'da; İtikatsızlığın ve dinsizliğin kapkaranlık olan ümitsizliğinin halet-i ruhiyesi içerisinde bocalıyarak kendi eliyle kafasına tabancayı dayayıp intihar eden Vali Nevzat Tandoğan, (18) bir mucahid Veliyullahtan yediği ma'nevî darbe böylece yerini bulur ve hayatının feci' akibetinin intiharla noktalanmasıyla kendini gösterir.

(17)Emirdağ-2 S:19, Zübeyir Gündüzalp'tan.

(18)Elli Ünlü Vali S: 575

1213


Bilâhere Hazret-i Üstad Emirdağ kazasında bulunduğu sıralarda bu intihar hadisesini duyduğunda şöyle demiştir:

"... Hem Abdurrahman Selahaddin'in medar-ı merak mektubunu ve bana şapka için Ankara'da sıkıntı veren Vali Nevzat'ın intiharıyla, kendi tokadını ve cezası kendi eliyle verilmesini...(19)”

Yine aynı mevzuda; Üstadın hey'et-i vekileye ve Meclis başkanlığına yazdığı dilekçesinin haşiyesinde şöyle demiştir:

"Yanlız beş sene evvel Ankara Valisi Nevzat Bey, cebren kıyafetime ilişmek istedi. Hem muvaffak olamadı, hem kendi kendini intihar etmekle tokadını yedi...(20)"

Üstad'ın bu ifadesinde; Nevzat Tandoğan, kendisinin başına şapkayı cebren koymaya yeltendiği ve fakat başaramadığı, yani manevî bir mani’ ile karşılaştığı hükmü teyidedilmiş oluyor.

HADİSENİN İKİ ŞÂHİDİNİN İFADELERİ VE BİR HATIRA

BİRİNCİSİ: Selahaddin Çelebidir. 1942'de Kars gümrük memurluğunda iken,1943'de altı aylık bir kurs için Ankara'ya gelmiştir. Burada bulunduğu zamanlarda, cereyan eden Denizli hadisesinde onun da ismi listeye geçmiş ve kursta iken, bir gün üstü başı, evi ve eşyası aranmış ve bazı Nur risaleleri yanında bulunmuştur. Üstad hazretleri Kastamonu'dan Ankara'ya getirildiği günlerde nezaret ve isticvab altında bulunmakta olan Selahaddin Çelebi, şunları kaydeder:

"... Bir gün komiser Naci Bey; telâşla emniyete geldi. "Sürpriz!." diye bağırdı. "Bediüzzaman Hoca Efendi'yi Kastamonu'dan getirmişler. Geceyi Çankırıkapı'da bir otelde geçirmiş. Otelde müstahdem yerine polisler geçmiş, hizmetine de, garson kıyafetinde bir komiser vermişler. "dedi.

Biraz sonra beni birinci şu'be müdürünün odasına çağırdılar. İçeri girince, Üstad'ı oturuyor gördüm. Derhal elini öptüm. Çok hararetli olan elini bırakmadım. Şiddetli hasta ve yorgundu. Buna rağmen müdüre hitaben: "Bunlar bu vatanın fedakâr imanlı evlâdlarıdır. Bunlar emniyet ve asayişi ihlâl etmezler. Bilâkis muhafaza ederler.” dedi. Üstad beni ve benim gibi gençleri kastediyordu. Sonra bana dönerek: "Korkmayınız!..” dedi.

Üstad'ı tekrar otele götürdüler. Ertesi sabah beni iki polis refakatinde götürürlerken, ileride kalabalık bir gurupla Üstad'ı vilâyete götürüyorlardı. Elli metre geriden biz de onları takib ediyorduk.

(19)Emirdağ-1 S:174

(20)Denizli dosyası 4. Fasikül s:41

1214

Daha sonra, alt kata inilirken, orada evraklar tanzim edildi.Üstadın yanında dört beş jandarma ve bir kaç polis vardı. Hükûmet binasının çıkış kapısında duruyorlardı. Üstad'ın kiyafeti her zaman olduğu gibi, millî ve yerli kıyafetti. Sağ omuzunda mahfaza torbası içinde Kur'an-ı kerim, sol omuzunda rule yapılmış bir namaz seccadesi ve ona bağlı bir ibrik... Tarih kitaplarında görülen akıncı yiğitlerin muharip kıyafetini, İsmet İnönü devrinde Ankara'da canlandıran bir tablo gibi görünüyordu. Üst kattan bir kaç memur daha geldi. Polis ve jandarmalara, Denizli'ye (Yani evvela Isparta'ya) götürmeleri için bazı evraklar verdiler. Bu esnada Üstad yürüyüp giderken, ellerini kaldırarak: Selahaddin, korkma!.." diye bir kaç kez yüksek sesle bağırdı. Sonra hareket ettiler. Ben Üstad'ın yanına yaklaşmak istedimse de, bırakmadılar. Orada biriken halk da, aramızdaki on beş-yirmi metrelik mesafeyi doldurmuştu. Bu yüzden Üstad'ın da beni görmesi imkânsızdı.



Üstad'ı yetmiş yaşındaki hasta haliyle, o mübarek Ramazanın çok sıcak gününde istasyona kadar yaya olarak götürdüler...(21)"

Selahaddin Çelebi'nin "Bilinmiyen Taraflarıyla Said-i Nursi adlı kitaba geçen ifade şekli ise böyledir:

"Mübarek Ramazan ayının sonlarında, oruçlu ve sıcak bir gündü. Nevzat. Bey'in kapısı yanında idim. Me'murlar Bediüzzaman'ı getirdiler. Beraberce içeriye Valinin odasına girdiler. Sonra me'murlar çıktı, kapı kapandı. İçerden şiddetli sesler geliyordu . Bir ara zil çalındı kapıcı içeri girdi. Biraz sonra çıktı. Tam bu esnada Bediüzzaman hiddetle Vâli Tandoğana: “ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Münzevi yaşıyorum. Kıyafet kanunu münzevilere tatbik edilmez. Ben dışarı çıkmıyorum, Beni icbarla siz çıkarıyorsunuz. Başından bul!” diyordu.

Bu esnada odacı, elinde yirmibeş kuruşluk âdi bezden yapılmış eski bir kasketle dışardan geldi. Valinin odasına girdi...(22) "

İKİNCİ ŞAHİDİMİZ: Üstadın Kastamonu'dan muhafızı olarak refakat eden jandarma Astsubayı İsmail Tunçdoğandır. Hadisenin bu kısmı için şöyle diyor:

" Ankara ya geldiğimizde Saman pazarında bir otele indik. İki yataklı bir oda bulduk. Hoca "ben ibadet ederim, yalnız kalmak istiyorum.” dedi. Az sonra bir komiser geldi. Hocayla görüşmek istedi. Komiser: "Vali seni istiyor, kalk gidelim" diye biraz kabaca hareket etti. Hoca: “Gitmem. ben ona dargınım" deyince, komiser Hoca'ya karşı biraz daha saygısızca hareket etti.

(21) Son Şahitler-1 İlk Baskı S:135

(22) Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi 2. Bsskı S: 309

1215

Daha sonra başka bir komiser geldi. Karadenizli olan bu zat, Hoca'ya hürmet etti, elini öptü. Valiye gitmesini söyledi. Yine Hoca: "Ben ona dargınım, sen ona selâm söyle. Ben gelemiyeceğim " dedi.



Ben "Hocam gidelim, neden dargınsınız efendim" diye sordum. "Senin aklın ermez" diye cevab verdi. Ben "Hocam burada Reis-i cumhur, Başvekil... onlardan sonra da vali Nevzat Tandoğan gelir. Gidelim" dedim.

Hoca efendi bu teklifimi kabul etti. Bir fayton tutarak vilâyete gittik. Hoca Vali ile eskiden Milis teşkilâtı zamanında tanıştıklarını söyledi. Vilâyette Vali ile görüştükten sonra, elinde bir kasket ile dışarıya çıktı. Vali kendisini yolcu etti ve arabasıyla tekrar otele döndük.

Vali Hoca Efendi'ye "Merak etme, İstasyona emir verdim. Kompartımanda sana yer hazırlattım." dedi...(23)"

Birinci şahidimizin her iki ifadesiyle, ikinci şahidimizin ifadeleri arasında bir kaç muğayeret vardır. Fakat birinci şahit Selahaddin Çelebi hadisenin içinde ve bu işe daha yakın olduğu için, onun ifadesindeki kronolojik sıralama daha sahih olsa gerektir. Amma her ikisi de Üstad'ın valiliğe çağrılmasında ve Valinin yanından çıkarken elinde bir kasketin bulunmasında müttefiktirler. diğer muhalefetler ise, önemi olmıyan bazı şeylerdir.

(23) Son Şahitler-3 S:102

1216


HATIRA

Kastamonulu Fevzî Ertemden gelen bir rivayet:

“ Denizli hadisesinde babamıda Ciğnebolu da öğretmenlik yapmakta iken) içeri almışlardı. Bu duruma annem çok üzüldü ve hastalandı. Annem birgün dua ederken, kendi kendine şöyle demiş: “Eğer Bediüzzaman gerçekten veli ise, kocamı salıverirdirir.”

O günlerde bir isim benzerliğinden babamı hapishaneden salıverirler. Bir ay sonra babamı tekrar isterlersede, Denizli Mahkemesinden beraat kararı çıkmış olduğundan bir daha götürmediler.”

(Son Şahitler-5, Sh.147)

ANKARA'DAN ISPARTA'YA

Yukarıdaki iki şahidin ifadelerinde ve birinci şahidin her iki ifadesinde görülen mugayeret göz önüne alınırsa; Salahaddin'in rivayetine göre: Vilayet konağında Nevzat Tandoğan'ın kanunsuz, keyfî muamelesini müteakip, Üstad doğruca yaya olarak tren istasyonuna götürülmüş... Fakat ikinci şahidin ifadesi ise, Vali kendi arabasıyla Üstad'ı otele göndermiştir. Amma iki şahidden birisinin ifadesinde ayni günde, yani 14.10.1943 günü Üstad Ankara'dan ayrılıyor. Buna göre Ankara'dan Isparta'ya kadar o zamanki tren yolculuğu herhalde bir gece, bir gün sürmüş olacak. Ertesi günü, yani 15.10.1943 günü Üstad Isparta'ya varmış oluyordu. Üstad'ın muhafızları onu doğruca hapishaneye götürüp teslim etmişlerdi.

1217


Bu kısma ait jandarma Astsubayı İsmail Tunçdoğan'ın hatıratının son kısmını da dinliyoruz. “Vali Nevzat Tandoğan'la görüştükten sonra otele döndüğümüzde, Osman isimli bir talebesi kendisini bekliyordu. Üstad ondan biraz yoğurt istedi. Akşamleyin beraberce iftar ettik. Hoca akşam namazını kıldı. Daha sonra otelde imam oldu, beraberce teravih namazı kıldık. O gece otelde yattık. Sabahleyin bir faytonla istasyona geldik. Polisler bineceğimiz yeri gösterdiler.

Tren yolculuğu esnasında kendisini Isparta'dan tanıyan bir zat, Üstad'ın ziyaretine geldi.(24) Isparta'ya indiğimizde mahşeri bir kalabalık Hoca Efendi'yi karşılamaya gelmişti. Kendisini bir araba ile hapishaneye götürdük.

Yollarda araba paralarını yirmibeş kuruş, elli kuruş gibi-hep ben veriyordum. Ben Isparta adliyesinde iken bir gardiyan geldi, "Hoca seni istiyor"dedi. Ben de “buradan para almak için bekliyorum, alınca gelirim.” dedim.

Daha sonra bir başka gardiyan geldi, "Acele Hoca seni istiyor" dedi. Ben hemen hapishaneye gittim. Tabancamı baş gardiyana teslim ettim. İkinci katta Hoca Efendi'nin yanına çıktım. Büyükçe bir semaver kaynıyordu. Hoca Efendi oturuyordu.Bana doğru parmağını uzatarak: "Gafil! paracıklarım gitti diye neden üzülüyorsun. Bu paraları vermek sana nasip oldu. Benim cüzdanım bile yok ki, sana para vereyim"dedi.

Sonra beni bırakmadı, iftara alıkoydu. Yine davetlisi olarak beraberce iftar ettik, namaz kıldık. Karşısında bir zat diz üstü oturuyordu. Meğer hapishane müdürü imiş. Hoca Efendi o zata: "Müdür Bey, bir telefon et. tren ne zaman kalkacak?" dedi.

Müdür bey, saat on ikide kalkacağını söyledi. Ayrılırken elini öptüm. "Bana hizmetin çok oldu, hakkını helâl et:' dedi...(25)"

Böylece Hazret-i Üstad, çok sevdiği talebelerinin mecma'ı olan Isparta'ya ve Isparta hapsinde toplanmış güzide talebelerine kavuşmuş oldu.

Bu zat, Barlalı .Çaprazzade Abdullah'tır ki, Isparta’ya evine vardıktan iki gün sonra, Üstad'la görüştü diye sorguya çekilmiş ve ifadesi alınmıştı. A.B.

(25) Son Şahitler S:102

1218 MAHKEMEYE İLK İSTİDA

İki gün sonra(26) Isparta savcısına ve onun kanalıyla mahkemesine çok büyük hakikatları ihtiva eden bir dilekçe verdı. Dilekçe aynen şöyledir:

“ISPARTA MAHKEMESİNE, MÜDDE-İ UMUMİ ELİYLE

BİR İSTİD'ADIR.

(Bunu yeni harflerle makamata vermek için, üç dört nüsha bana lâzımdır)

"Kastamonu'da üç defa menzilimi taharrî etmek için iki müdde-i umumi ve iki taharri komiserlerine.. ve üçüncü de gelen polis müdürüne ve altı yedi komiser ve polislere .. ve Isparta müdde-i umumisinin suallerine karşı söylediğim ve ehemmiyetli bir kısmının sureti Kastamonu zabıta ve adliyesi elinde kalan küçük bir müdafaanın hülâsasıdır. Şöyle ki:

Onlara dedim: "Ben yirmi senedir münzevî yaşıyorum. Hem Kastamonu'da sekiz senedir Karakol karşısında daima tarassut ve nezaretiniz altındayım. Kaç defadır menzilimi taharri ettiğiniz halde, dünya ile ve siyaset ile hiç bir tereşşuh, hiç bir emare görülmedi. Eğer bir karışık halim olsaydı, bu Kastamonu Adliyesi ve zabıtası ve hükümeti bilmedi ve yahut bildi, aldırmadı. Elbette benden ziyade onlar mes'uldürler. Eğer yoksa, bütün dünyada kendi ahiretiyle meşgul olan münzevilere ilişilmediği halde, neden bana lüzumsuz ve vatanın, milletin zararına bu derece ilişiyorsunuz?

Biz Risale-i Nuru, değil dünya cereyanlarına belki kâinata da alet edemeyiz. Hem Kur'an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş...

Evet Risale-i Nurun vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-i dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı iman hakikatlarını gayet kat-î ve en mütemerrid zındık feylosofları dahi imana getiren Kur'anî kuvvetli burhanlar ile Kur'ana hizmettir. Onun için biz Risale-i Nuru hiç bir şeye alet edemeyiz.

Evvelâ: Kur'anın elmas gibi hakikatlerini ehl-i gaflet nazarında propaganda-i siyaset tevehhümüyle cam parçalarına indirmemek ve o kıymettar hakikatlere ihanet etmemektir. Risale-i Nurun esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men'etmiş. Çünki, tokada ve belâya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir iki dinsize mü

(26) “İki gün sonra” diye yazdım. Çünkü bu dilekçenin altında 17.10.1943 yazılı olduğu gibi, hadiselerin seyir karinesinden de bunu çıkarmak mümkündür.Zira mezkur tarihle, Denizli savcısı dosyayı birinci ehl-i vukufa tevdi ettiği 18.11.1943 günü arasında yirmi iki gün bir zaman cardır. Isparta'da üç parça müdafaa ve altı adet mektupların yazılışı. Ve Üstad'ın talebeleri ile birlikte Denizli'ye götürülüşleri hep bu günler içindedir. A.B.

1219

taallık, yedi-sekiz çocuk, ihtiyar. hasta masumlar bulunur. Musibet ve belâ gelse, bu biçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de hüsulü meşkûk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men'edilmişiz.



Saniyen: Bu vatanın, bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için "Beş esas"lâzım ve zarurîdir:

1- Hürmet...

2- Merhamet...

3- Haramdan çekinmek...

4- Emniyet...

5- Serseriliği bırakıp itaat etmektir...

Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise: bu yirmi sene zarfında yüz bin adamı vatan ve millete zararsız bir uzv-u nafi' hükmüne getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilâyetleri buna şâhittir.

Demek Risale-i Nurun (Ekseriyet-i mutlaka) eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmiyerek anarşilik hesabına vatana, millete ve Hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler. Risale-i Nurun yüzotuz risaleleri - iki üç hususîleri müstesna olarak - Bu vatana yüzyirmiyedi büyük faydasını ve hasenesini, vehham ehl-i gafletin sathî nazarlarına kusurlu tevehhüm edilen iki üç risalenin mevhum zararları çürütemez. Onlar ile bunları çürüten gayet derecede insafsız ve zalimdir.

Amma benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurları ise, bilmecburiye istemiyerek derim ki: On sekiz sene müddetinde gurbette, haps-i münferid hükmünde yalnız ve münzevi olarak hayat geçiren ve o müddet zarfında ihtiyarı ile bir defa çarşıya ve mecma-ı nâs büyük camilere gitmiyen.. Ve çok tazyik ve sıkıntı verildiği halde, bütün menfî emsaline muhalif olarak istirahatı için bir tek defa hükûmete müracaat etmiyen.. Ve yirmi sene zarfında hiç bir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve merak etmiyen.. Ve tâm iki senedir Kastamonu'da bütün dostlarının şehadetiyle Küre-i Arz yüzündeki boğuşmaları ve harpleri ve sulh olmuş olmamış ve daha kimler harp ettiklerini bilmiyen ve merak etmeyen ve sormayan.. Ve üç senede yakınında konuşan radyoyu üç defadan başka dinlemeyen.. Ve hayat-ı ebediyeyi imha eden ve hayat-ı dünyeviyeyi dahi elem içinde elem, azap içinde azaba çeviren küfr-ü mutlaka karşı gâlibane Risale-i Nur ile mukabele ettiğine onunla imanlarını kurtaran yüz bin şahidin şehadetiyle ispat eden.. Ve Kur'an'dan tereşşuh eden Risale-i Nur ile ölümü yüz bin adam hakkında

1220


idam-ı ebediden terhis tezkeresine çeviren bir adama bu derece ilişmek ve me'yus etmek ve ağlatmakla: O ma'sum yüzbinler kardeşlerini ağlatmak; hangi kanun var? Hangi maslâhat var? Adalet namına emsalsiz bir gadr olmaz mı?. Ve kanun hesabına emsalsiz bir kanunsuzluk değil mi?..

Eğer bu taharrilerde vazifedar memurların itiraz ettikleri gibi, derseniz ki: "Sen ve bir iki risalen rejime ve usulumüze muhalif gidiyorsun?"

Elcevab: Evvelâ bu usulünüzün münzevilerin çilehanelerine girmeye hiç bir hakkı yok!..

Saniyen: Bir şeyi reddetmek ayrıdır, kalben kabul etmemek ayrıdır. Ve amel etmemek bütün bütün ayrıdır. Ehl-i hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. İdare ve asayişe ilişmiyen şiddetli muhalifler her hükûmette bulunur. Hatta Hazret-i Ömer'in (R.A.) taht-ı hâkimiyetindeki Hıristiyanlara; kanun-u şeriatı ve Kur'anı inkâr ve peygambere adavet ettikleri halde, onlara ilişmiyordu. Hürriyet-i fikir ve serbestiyet-i vicdan düsturu ile Risale-i Nurun bir kısım şâkirtleri idareye dokunmamak şartıyla, rejim ve usulünüzü ilmen kabul etmezse ve muhalif âmel etse, hatta rejimin sahibine adavet de etse, onlara kanunen ilişilmez.

Risaleler ise; O gibi risalelere mahrem demişiz. Neşrini men'etmişiz. O da bir iki risaledir. Hatta bu defa bu hadiseye sebebiyet veren risale (Beşinci Şua') Kastamonu'da sekiz sene zarfında bir tek defa ve iki nüsha birisi bana getirdi. Aynı günde kaybettirdik.(27)

Malumdur ki, bir mektubta kusur olsa, yalnız o kusurlu kelimeler sansür edilir. Mütebakisinin neşrine izin verilir. Eskişehir mahkemesinde dört ay tetkikat neticesinde, yüz risaleden medarı tenkid yalnız onbeş kelime bulmaları, kat'î ispat eder ki; Risale-i Nura ilişilmez. Onun hedefi dünya değil. Herkes bu zamanda ona muhtaçtır.

Eğer dinsizliği bir nevi siyaset zannedip, bu hadisede bazıların dedikleri gibi denilse: "Sen bu risalelerle medeniyetimizi ve keyfimizi bozuyorsun?"

Ben de derim ki: "Dinsiz bir millet yaşamaz ve yoktur" Dünyaca bir umumî düsturdur.. ve bilhassa küfr-ü mutlak olsa, cehennemden daha elim bir azabı dünyada dahi verdiğini Risale-i Nurdan "Gençlik Rehberi" gâyet kat'î bir surette ispat etmiş. O Risale ise, bu defa taharride elinize

(27)Isparta mahkemesine Üstad tarafından 17.10.1943'de verilen bu dilekçe gibi tüm Denizli müdafaat parçalan; hapisten beraat kazanıp çıktıktan sonra, Üstad tarafından bazı ufak tefek düzeltmelerden geçirilmiş ve büyük bir kısmı "Siracun-Nur" mecmuasında neşrettirilmiştir. Hatta 1948'de açılan Afyon mahkamesine aynı parçaları bazı düzeltmelerden sonra müdafaa olarak yeniden takdim etmiştir. Fakat biz bu parçaları ilk yazıldığı ve mahkemeye verildiği şekliyle kaydediyoruz. Çünki bu bir tarihçe kitabıdır. O ise, tarih sırasını ve tarihi belgeleri takib ederek aynen kaydedilmesi icab etmektedir. A.B.

1221


geçen risaleler içinde ve "Miftah-ül İman" Risalesinin ahirinde vardır. Bir müslüman Eliyüzü-billah- Eğer irtidat etse, küfr-ü mutlaka düşer... Ve bir derece yaşatan küfr-ü meşkûkte kalmaz. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz.. Ve lezzet-i hayat noktasında mâzî ve müstakbeli olmayan hayvandan yüz derece aşağı düşer. Çünkü geçmiş ve gelecek mevcudatın ölümleri ve ebedî müfarakatları onun dalâleti cihetiyle onun kalbine mütemadiyen hadsiz karanlıkları ve elemleri yağdırıyorlar. Eğer İman gelse, kalbine girse; birden o hadsiz dostları diriliyorlar. "Biz ölmemişiz, mahvolmamışız" lisan-ı hal ile diyerek, o cehennemî hâleti cennet lezzetine çevirirler.

Madem hakikat budur, sizlere ihtar ediyorum: Kur'an'a dayanan Risale-i Nurla mübareze etmeyiniz. O mağlub olmaz. Fakat bu memlekete yazık olur.(28) O başka yere hicret eder, gider, yine tenvir eder.

Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başların bulunsa, her gün biri kesilse; Hakikat-ı Kur'aniyeye feda olan bu baş, zendekaya ve küfr-ü mutlaka baş eğip bu hizmet-i İmaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem diye o üç taife taharricilere söylediğim gibi, size de söylüyorum. Yirmi seneden beri bir münzevinin elbette ifadedeki kusuruna bakılmaz.

Ramazan-ı şeriften bir gün evvel gizli düşmanlarım beni zehirledikleri zaman, şiddetli hastalığımda doktorun ihbarıyla hararetim kırk dereceden geçtiği sırada, bu hadise başıma geldi. Bu da bir kazay-i İlahîdir diye teslimiyetle sabrettim. Aynı bu senenin tarihini gösteren âyeti beni bütün bu müşkilâta karşı aynı bu senenin tarihini makam-ı ebcedi ile gösterdiği teselli beni kurtardı. Bu kazay-ı İlahînin bir sebebi, yeni talebelerden bir kısım zatlar ve benden uzak, sırr-ı ihlasa muvafık olmayan dünya cihetini Risale-i Nur ile arzu ettiğinden, bazı menfaat perest rakibleri; Yirmibeş sene evvel aslı yazılan ve sekiz sene zarfında bir veya iki defa elime geçen ve aynı vakitte kaybettirilen"Beşinci Şua" bir yerde ele geçmesiyle, o

kıskançlar onunla adliyeyi evhamlandırdığını ve aynı vakitte muvafakatım olmadan Ayet-el Kübra'nın tab' olması ve nüshaları gelmesi, o Beşinci Şua' zannedilerek hükûmete aksetmiş, iki mesele birbiriyle karıştırılmıştır. Güya kanun-u medeniyeye karşı o mahrem risale ve bizde bulunmıyan,tab' edilmiş diye ehl-i garaz bir habbeyi yüz kubbe yaparak, gadren bizleri şu hapishaneye sokturmaya sebebiyet verdiler.

(28)Dört defa mübareze zamanında gelen dehşetli zelzeleler "Yazık olur" hükmünü ispat

ettiler .S.N.

1222


Ehl-i dünyanın evhamına karşı deriz: Matbu' Yedinci Şua' baştan ahire kadar imandır, ahirete bakar. Aldanmışsınız... Ve gayet mahrem tutulan ve bizden şiddetle taharrilerde elde edilmeyen ve aslı yirmibir sene evvel yazılan ve ehadis-i müteşâbiheyi inkârdan kurtarmak niyetiyle ve zaiflerin imanlarını takviye etmek fikriyle; Dar-ül Hikmet-il İslâmiye'de bulunduğum zamanlarda aslı yazılan "Beşinci Şua" bütün bütün ayrıdır. Biz bunun değil tab'ına, belki bu zamanda hiç kimseye göstermesine razı olmamakla beraber, o risalede hadisin işaretiyle verdiği haberler doğru çıkmış. Bazı ferdleri bu zamanda çıkmış gibi mana verilebilir ve yanlış tevehhüm edilebilir diye şiddetle saklandı. O risalede ehadisin ihbarat-ı gaybiyesi var, küllî bir surettedir. Şahısları tayin etmiyorlar. Biz de tayin etmemişiz. Yalnız bu hadisin külliyetine dahil olabilir bazı şahıslara tatbik etmemek için neşredilmedi. Hem o Risale mübareze etmiyor, ihbar ediyor; Ve mühim noktalarda imanı kurtarıyor.

Elhasıl: Asya'da hüküm süren bir hükûmet, küfr-ü mutlakı mağlub eden Risale-i Nur ile mübareze edemez. Onunla müsalâhaya mecburdur. Bu milletin ekmek gibi bunun hakikatlarına ihtiyacı bulunduğunu pek kuvvetli delillerle ispat etmeye hazırım...


Yüklə 2,61 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   40   41   42   43   44   45   46   47   ...   72




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin