47 Cİld yediNCİ BÖLÜM



Yüklə 2,61 Mb.
səhifə48/72
tarix30.05.2018
ölçüsü2,61 Mb.
#52083
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   72

Denizli'de bir gece Hasan Feyzi Efendi'nin evinde misafir kaldım. O ne unutulmaz, ne mutlu bir geceydi... Hasan Feyzî biz hapisten mahkemeye gidip gelirken, yola çıkar, bir çınarın altında üstadı selâmlardı. Üstad da onun selâmını saygı ile alırdı(56)”

Yine İğnebolulu İbrahim Fakazlı Ağabey anlatmış: Denizli hapis hadisesinde, İğnebolunda Dursun ismindeki bir kardeşimizden “Hücmat-ı Sitte” kitabını sormuşlar. Kitabın muhtevasını “Altı Ok”'a hücum anlamışlar. Zavallıyı sabaha kadar “Hanı sitti” diye falakadan geçirmişler. Yirmi gün, belki bir ay o zavallı ayaklarına basamadı. Doktora gitti, koltuk değnekleriyle... Doktor bakıp rapor veremedi...”

(Son Şahitler-5,Sh.16)

ALTINCI HATIRA: Şemseddin Yeşil'den nakledilen bir rivayettir. Nakleden ise; Senatörlük, adli Tıp'da vazife, sağlık istatistik planlama genel müdürlüğü gibi mühim görevlerde bulunmuş Doktor Alaaddin Yılmaztürk'tür şöyle der:

"O zamanlar (Yani 1941-1945 yılları) Şemseddin Yeşil Hoca'nın yanına gider gelirdim. Şu hatırayı Şemseddin Yeşil Efendi'den dinlemiştim: "Said-i Nursi Hazretleriyle birlikte, Denizli mahkemesinde ifade vermeye çıktığımız zaman, Üstad hakime: "Sizin benden ifade almaya selâhiyetiniz yoktur. Benim temsil ettiğim davayı muhakeme etmek selâhiyetine sahip değilsiniz!.. " dedi.

(56)Son Şahitler-1 S:172

1256

Hakim: "Ne demek istiyorsunuz!" diye hiddet ettiği zaman, şu cevabı vermiş: "Çünkü sizin yıkanıp da gelmeniz lâzım.Temiz değil, cünübsünüz"



Hâkim şaşırıp kaldı. Sonra mahkemeye ara verildi.(57)"

Bu rivayet, bir muhterem insandan (Doktor Alaaddin Yılmaztürk'ten) gemesi hasebiyle elbetteki doğrudur. O hâkim herhalde sorgu hakimlerinden birisidir. Çünkü Ağır Cezaya bütün talebeleriyle birlikte gittikleri için, bu hadise orada vuku' bulmuş olsaydı, herkes tarafından birden duyulur ve rivayet edilirdi.

YEDİNCİ ŞAHİDİMİZ: Merhum Tahirî Mutlu Ağabeydir. Atabeyli Tahirî Mutlu ağabey, merhum Şehid Hafız Ali'nin arkadaşı ve mübarek cübbenin vârisi olan bu çok büyük ruhlu insan Denizli hapis hadisesi ile ilgili hatıralarını zaman zaman bize şöyle anlatırdı:

“Ayet-el Kübra'nın tab' masrafını, bizim orada çobanlık yapan bir arkadaş, uzun zaman biriktirmiş olduğu parasından vermişti. Denizli hadisesinden iki üç ay önce, İstanbul'a gidip, matbaa sahibi Aziz Bozkurt'a Ayet-el Kübra ile beraber ücretini teslim ettim. O, tab'ını bitirip adresime gönderecekti. Henüz İstanbul'dan, bize tab' edilen Ayet-el Kübralar ulaşmadan, bizi Denizli hapis hadisesinde toplayıp hapse tıktılar. Biz hapiste iken,

(57) Son Şahitler-2 S: 47

1257


Ayet-el Kübra sandıkları adresime gelmiş ve henüz trende iken istasyonda müsadere edilmişti. Denizli Mahkemesinde "Hem Ayet-el Kübra'nın, hem Hizb-ül Ekberin tab’ işini ben yaptım. dedim.

Üstad buna çok memnun olmuştu.

Sonra Denizli hapsinde Hafız Ali Efendi vefat etti. Üstad Hazretleri ona vermeyi niyetlendiği cübbeyi bana bir sened mukabilinde verdi.(58)” Hapiste, İsparta'lı grup Nur talebeleri tutuklular bölümünde idik. Mehmed Gönenli Hoca her ikindiden sonra., pencereye çıkar, yüksek sesle Kur'an okurdu. Üstad Hazretleri de kendi hücresinin penceresine çıkar, Gönenliyi dinlerdi... "

Tahiri Ağabeyin hatıraları kısa ve özdür. Zaten hadiseleri fazla hatırlayamaz gibi görünür ve az konuşurdu. Zaman zaman kendisinden dinlediğimizin bir hülâsasını kaydettik.

SEKİZİNCİ ŞAHİDİMİZ: Araçlı Abdullah Yeğin'dir. Denizli hadisesi sırasında lise talebesi iken, kendisine de hadiseden temas eden kısmını şöyle anlatır:

“... Bir gün mektepte çoğrafya dersinde idik. Coğrafya hocası: "O mürteci', Bediüzzaman denilen hocanın yanına kimler gitti" diye sınıfta sordu. Altı kişi parmak kaldırdık. Neden, ne için gittiğimizi sordu. Üstad için inkılab düşmanı olduğunu, Atatürk'ü sevmediğini söyledi. Bizi inzibat meclisi denilen disiplin kuruluna sevk etti.

Disiplin kurulunda çeşitli sualler soruldu. Yazılı cevablı ifadelerimiz alındı. Neticede Suat isimli arkadaşımıza ve bana altı gün mektepten tard cezası, diğer arkadaşlara da ihtar, tekdir gibi, cezalar verdiler.

Verdiğimiz ifadelerde dinimizi öğrenmek için gittiğimizi, kimse aleyhinde bir konuşma cereyan etmediğini, dindar olduğumuzu, ibadet etmeyi sevdiğimizi söyledik. Bu hadiseden bir kaç gün sonra, kaldığım evi polisler bastı. İnceden inceye arama yaptılar, birşey bulamadılar.

Üstad'ın evinde bana ait bir defter ve içinde ismim bulunduğu için, Denizli savcısı telgrafla evimizin aranmasını istemiş. Emniyette ifadem alındı. Başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Savcı. Müftü var, bir çok hocalar var..(59) Ne için onlara gitmiyorsun?" dedi. Ben de müftüyü tanımadığımı söyledim...

(58)Adı geçen cübbenin ve Tahiri Ağabeye Üstad tarafından kendi el yazısıyla yazılıp verilen sened şöyledir.

"Aziz Saddık, Kahraman ikinci Hüsrev, İkinci Hafız Ali ve onun ve Lütfi'nin varisi ve birinci Tahiri kardeşim! O meşlahı sana hediye ediyorum. Kardeşiniz Said-i Nursi"

Bu meşlah, Üstad hazretleri 1925'te Van'dan alınıp, Garbi Anadolu'ya nefy edildiğinde, giyip beraber getirdiği kıymetli kumaştan mamul, Irak işi bir abadır. A.B.

(59)Son Şahitler-1 S: 364

1258


DENİZLİ HAPSİNİN İÇ DURUMU

Yukarda hatıraları geçen şahidlerin ifadelerinden de anlaşıldığı üzere, Üstad Bediüzzaman ile talebelerinin birbiriyle görüşmelerini ve temaslarını kesmek için gayet zalimane ve çok şiddeti bir surette üstad Hazretlerini çocuk koğuşu yanındaki tek, küçük, dar ve ufunetli ve karanlık bir odada tecrid içinde hapsettiler. Fakat Üstad'ın kaldığ'ı hücresinin bir penceresi, hapishanenin ağır cezalılar bölümünün avlusuna bakmakta idi. Üstad aşağıdaki talebelerine, her fırsatta tedbir, ihtiyat, teselli ve tesanüd gibi hususlara dair küçük kâğıt parçalarına yazıp aşağı attığı mektuplar ve pusulalar veya bazen boş kibrit kutuları içine koyarak pencereden attığı Meyve ve müdafaat risaleleri ile muhabere -idare adamlarının bulunmadığı zamanlardagerçekleşiyor ve devam edebiliyordu. İlk başlarda bazen de hapishanenin meydancı veya aracı adamları ile de yazıp gönderiyordu. Denizli hapsi müddetince Üstad tarafından yazılıp talebelerine gönderilen mektupların tamamı ve Meyve risalesi eseri böyle gizli tedbirler ile yürütülüyordu. Hatta bir ara Üstadın, avluya bakan penceresini, mahpuslarla selâmlaşıyor bahanesiyle kapatıp mıhlamışlardı.

1259

Taşköprülü Sadık Beyin Merdane Hizmetleriyle



İş Koloylaşıyor

Daha sonraları 6.10.1943'te Kastamonu'da tevkif edildikten bir müddet sonra Denizliye getirilen Mehmed Feyzi Efendi, Emin Bey (Çaycı Emin) Sadık Bey ve Hilmi Beylerin

gelmeleriyle, bu muhabere işi artık güzel yürüyor ve kolaylaşıyordu. Çünkü Kahramanlar ilinden (Kastamonu'dan) gelenlerin içinde gün görmüş, cesur, yiğit ve asil bir bahadır vardır. Taşköprülü Sadık Bey!..

Evet, birçok kimselerin kat’î rivayetleriyle Sadık Bey (Demirelli) Denizli hapsine gelir gelmez, bu işin uhdesinden gelebildi. Yiğit, cesur, cömert ve ağır başlı, asil tavrıyla, eski mahpuslarla hemen dostluk kurabildi. Hali vakti yerinde ve asil ve hanedan bir aileden yetiştiği için, eli açık olan Sadık Bey, mahpusların efeleriyle, kabadayılarıyla az bir zaman içinde dostluk kurup elde etti. Onların dertleriyle ilgilendi. İkramlar, sigaralar, çaylar ve saire... Nihayet hapishanede iş beceren cesur kimselerden bir ekip oluşturdu. Hapishanenin içine herşey sokabilen bu becerikli, cesur ve yiğit kadro, artık işi oldukça kolaylaştırdılar. Kahraman ruhlu Sadık Bey, bu kadro vasıtasıyla Risale-i Nurun hapishanede herkese yayılmasına dışarı gönderilip getirilmesine ve okunmasına bir nevi vesile olmuş oldu. Sadık bey ve mahpus arkadaşları bir taraftan da Hazret-i Üstad'ın yazdığı müdafaat parçalarını, geceleri sabahlara kadar yazılmasını da temin edip makamata gönderilmesini sağladı.

Hazret-i Üstad, Sadık Beyin bu asil, âlî-himmetliliğine ve merdâne hizmetlerine ve kahramanca muvaffakiyetlerine son derece memnun oluyor ve Sadık Beyi tebrik ediyordu. Hz.Üstad, bu sıddikiyet mertebesine ulaşan Sâdık Bey'i sadakatkârlık, vefadarlık ve asaletinin tavırları karşısında; mukabelesiz hiç kimsenin bir şeyini yememiş iken, Sadık Bey'in kendi eliyle pişirdiği çorbasını hiç bir şey demeden yiyordu.

Hem bu meyanda, Hazret-i Üstad'ın hapisteki talebelerinin umumuna hitaben yazıp gönderdiği yüz bir adet mektupların dışında, ayrı ve hususî olarak da, kahraman bahadır Sadık Bey'e kendi el yazısıyla Onun şahsına gönderdiği on beş yirmi kadar mektupları ve küçük pusulaları, Hazret-i Üstad'ın Sadık Bey'in âlî himmet ve bahadırlık ve sadakatına karşı duyduğu hâs teveccühlerini göstermeye kafidir” (60)

İşte Sadık Bey'in, müdafaat parçalarının yeni yazıyla daktilo edildiğini

(60) Sadık Bey'in kolleksiyonundan elde edilmiş, Hazret-i Ustad'ın eliyle yazılı mektupları ve diğer umumî maktupların tamamı, mecmu ile birlikte, bu sayı yüzotuza çıkabilir sanıyorum. A.B.

1260

Üstad' ına bildiren kendi el yazısıyla gönderdiği bir mektubu şöyledir:



Faziletli Üstadım efendim Hazretleri!

Hizb-ün Nuri okunmaktadır. Yazı makinası Süleyman Bey'in (Süleyman Honkâr) vasıtasıyla gelmiştir. Ücret verilmiyecek. Yeni yazıyla Müdafaat ve Meyve yazılmaktadır. Hürmetle hâkı payinizden öperiz.

Aciz Talebeniz

M. Sadık"

Hazret-i Üstad da Sadık Bey'in bu pusulasına karşı böyle bir mukabelede bulunmuştur:

"Aziz Sıddık hakikatli kardeşim Sadık Bey!

Senin kemal-i sadakatını ve bahadırlığını gösteren pusulayı aldım. Zaten seni ilk gördüğümde, sende bir yüksek fedakârlık hissetmiştim. Benim şahsım Risale-i Nura nisbeten hiç hükmünde olduğu için, seni Risale-i Nurun hizmetine vermesini Rahmet-i İlahiyeden beklerim ki, tahliye olsun. Evet senin gibi ve Hilmi, Emin gibi fedakârları yanımda hizmetimde arzu ederdim. Fakat hem hanelerinizde talebeler var, hem de Kastamonu'da benim yerimi boş bırakmak olmaz. Yalnız Fevzî kalsa yeter. Hafız Tevfik ise o Kur'an dersi için vazifesi vardır.

Said-i Nursi(61)

Sadık Bey'in Üstad'ına gönderdiği çorbasını, Üstad'ın Onu minnetsiz bulup, mukabelesiz yediğini gösteren şu mektubudur:

"Bismihi Sübhanehu

Aziz Kardeşim Sıddık Sadık Bey!

Hakikaten ben sizde ve Hilmi ve Feyzi ve Emin'de; Kardaşta ve evlâtta ve valideynde bulunan halis ve minnetsiz bir şefkat gördüğümden, hem ruh rahat ediyor, hem sizin bu ehemmiyetli hizmetinizi mukabelesiz kabul ediyorum.

En evvel, Hilmi Bey seni bize getirdiği için ona minnettarım. Zaten ben sizin beşinizi bir ruhta telâkki ediyorum. Feyzi, Emin, Hilmî çoktan beri benim akrabam içinde de kazançlarıma hissedar edilir.

Şimdi Gavs-ı A'zamın bize işaretinde hâs kardeşlerim bir kısmını bu fıkrada gösteriyor ki, Sadıklar daha sarih görünüyorlar. Eğer darılmazsanız, yemek masrafında ben de iştirak edeceğim. Zaten tam vaktinde bana muvafık hediyeleriniz, manevî kıymeti ondan dokuzu ihsanınız olsun. Biriside daimi ve eski kaidem için ben

(61)Hususi el yazmalar dosyası

1261


versem ne olur? Ben Isparta'da bazı eşyamı satmıştım. Çok şükür iktisad bereketiyle o az para bana kâfi geliyor.

Said-i Nursi"

1262 MEYVE RİSALESİ

Böylece Hazret-i Üstad'ın hapishene tecridi içindeki çilehanesinde geçirdiği çok sıkı ve sıkıcı hayatı, öylesi çok ağır şartlar altında olmasına rağmen; hem ubudiyet vazifesini en ekmel derecede yürütmesi.. Hem müdafaât işlerini düşünüp, yazıp yazdırması ve lâzım gelen makamlara göndertmesi.. Hem de altmış dokuz talebesinin çeşitli hususi hal ve meşreplerinin tezahür ettiği ve hapishane havasının sıkıcı durumu bunu her zaman tahrik ettiği ve bu hususî meşreb ve hallerden bir çok münakaşalı gürültülerin akabinde ihtilâfların baş göstermesi ve bu ihtilafları körükliyen gizli ve hususi parmakların durmadan karıştırması içinde; onları irşad, ikaz, teselli ve teskin eden mıknatıs gibi müessir nasihatları hâvî yüzden fazla mektupların yazılıp onlara gönderilmesi yanında; bir de çok muazzam olan Tevhid ve İmanın bürhanlarını mutazammın ve "MEYVE RİSELESİ" adıyla müsemma Onbirinci Şua Risalesini de te'lif etmiştir.

Denizli Hapishanesinde te'lif edilen şu Meyve Risalesi, tek başına iman hizmetinde irşad için bir şâh eserdir, benzeri yoktur. Nasıl ki Kastamonu'da Ayet-el Kübra gibi risalelerin te'lifiyle; Risale-i Nurun umumunun, imanî ve tevhidî Risalelerinin hülâsa ve zübdelerini tek bir risalede cem' ederek, çok muazzam ve harika bir tarz-ı beyan ve bedi' üslub-u âlide dile getirmiş ve kudsî iman terakkisinde feyiz ve nurlar vermişse; aynen onun gibi Meyve Risalesi de; Risale-i Nurun bütününün hem imanî hem tevhidî hem ahlâkî umdelerini hülâsa ederek çok orjinal, bedi' ve zarif bir ambalaj içinde bir cennet meyvesi şeklinde te'lif edilip ehl-i imanın istifade sofrasına konulmuş olmasıdır.

Meyve Risalesi,tek bir risale ismi altında toplanmış ise de, amma hakikatta "Küçük Sözler" tarzında, onbir risaleden mürekkeptir. Her bir risale ayrı bir mevzudur. Meyvenin dokuza kadar risaleleri Denizli Hapishanesinde, Onuncu ve onbirinci meyveleri de hapistan sonra Emirdağı'nda 1944 senesinde te'lif edilmişlerdir. Meyve Risalesinin gün ve ay olarak te'lif tarihini bilmiyoruz. Fakat Risalenin başında "İki Cuma gününün mahsülüdür" ibaresi yazılı olduğu gibi, Sekizinci meselenin sonunda da "Bu makam yazıldığı zaman Kurban bayramı geldi" şeklinde yazılıdır. Bu Kurban Bayramı 1943 senesi içindedir. Çünki 1944 yılının henüz üç ayları içindeyken, Üstad ve talebeleri tahliye edilmiştir.1943'teki Kurban Bayramı ise, birinci günü 27.12.1943'tür. Bu hesaba göre Meyve Risalesinin sekiz meselesi 1943 yılının Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında te'lif edilmiş, dokuzuncu meselesi ise, 1944'ün başlarında te'lifi yapılmıştır.

1263 MEYVE RİSALESİNİN TE'SİRİ

Meyve Risalesinin te'lifinden sonra, hapishanenin rengi birden değişti. Hapishane gerçek bir Yusufiye medresesi oldu. Eski mahpusların kabadayıları, efeleri ve bir kaç adam öldüren eşkiyaları birden salâh-ı hal kesbettiler. Hatta bir tahta bitini öldüremiyecek derecede uysallaştılar. Hapishanenin bu durumu Hazreti Üstad'ı ziyadesiyle memnun ve mesrur ediyordu. Meyve Risalesini elle yazan ve çoğaltan talebelerini tebrik ediyor, teşvik ediyordu. Meyve Risalesi hapsin içinde olduğu gibi, dışarda da intişar ediyordu. Eli kalem tutan Nur talebeleri durmadan meyveyi yazıyorlardı. Artık hapishane bir medrese olmuştu. İdareciler ve başgardiyan bu hale hayret ediyorlardı. Hatta Savcı Muavini Cemil Söylemez bu durumu resmen Bakanlığa bildirmişti.

Böylelikle, Denizli hapis musibetinin zâhirdeki kesafetli, zulümlü tazyiki ile yeşerip sümbüllenen Meyve Risalesi, Müdafaat parçaları ve yüzotuz kadar küçük küçük mektuplar topluluğu, Risale-i Nur camiasına ve Türkiye'ye ve Âlem-i İslâma kıyamete kadar rehber olacak pek muazzam bir eser netice verdi. Denizli hapsine kadar yazılmış olan yüzotuz parça Nur risaleleri ve Nur lahikaları bilfarz yok addedilse dahi, Denizli hapsinin verdiği şu meyve ve sümbülü olan sair mektup ve mudafaat eserleri, tek başıyla Müslümanların, belki hatta İslâm Âleminin müşkilâtını halletmeye kâfi, ebedî bir istikamet ve hizmet rehberidirler. Elhamdülillah!...

DENİZLİ HAPSİNDE ÜSTAD'IN ZEHİRLENDİRİLMESİ

Zendeka komitesi plânıyla, Denizli hapsine kadar-Tesbit edildiği kadarıyla- Hazret-i Üstad beş defa zehirlendirilmişti. Her defasında da amaçlarının tahakkuk etmediğini ve kendi gözleriyle zehirlerin Üstad'a yutturulduğunu veya zerk edildiğini görüp kat'i bildikleri halde, yeni yeni tecrübelerinden hiç vazgeçmiyorlardı. Kastamonu'da doktorların tasdikiyle son günlerinde bir müthiş zehir verildiğini ve te'sir etmediğini kör gözleriyle görmüşler iken; bu defa yine aynı zındık komite, yeni bir Su-i kast tercrübesi için Denizli Hapishanesini uygun

bir zemin ve fırsat zamanı bilmişler. Üstad Isparta hapsinden Denizli Hapishanesine nakledildiği günlerde, ilk zehiri aşı ilacı içinde bedbaht bir doktorun eliyle vücuduna zerk ettirmişlerdi.

Denizli Hapsinin bu ilk zehiri için Hazret-i Üstad talebelerine gönderdiği bir pusulada şöyle der:

"Yeni geldiğimiz zaman, çiçek aşısı doktoru beni aşıladı. O kolum çıban oldu ve şişti. O şiş aşağıya iniyor, beni yatırmıyor. Abdestte sıkıntı

1264

veriyor. Acaba benim vücudum aşıya gelmez veyahut başka bir mana var!? Yirmi sene evvel Ankara'da beni aşıladılar. Şimdiye kadar o aşı yeri ara sıra işliyor, bir rahatsızlık veriyor. Bu da öyle olmasın diye hatırıma geldi. Sizde nasıl!... (62)"



İkinci zehir hadisesi ise: "Hafız Ali'nin hapiste şehid olarak vefat edeceği sırada vuku' buldu. Bunun nasıl ve ne şekilde Ustad'a verildiğini bilmiyoruz. Fakat Hazret-i Üstad bunu talebelerine şöyle bildiriyordu:

"Aziz Sıddık mübarek kardeşlerim!

Bir kaç gündür sizinle konuşmadığımın sebebi: Şimdiye kadar emsalini görmediğim şiddetli ve zehirli bir hastalıktır. Ben Risale-i Nur hesabına ahir ömrüme kadar Nur ve gül dairesinde sebatkâr ve metin ve sarsılmaz kardeşlerimizle, Kastamonulu fedakârlarıyla ebeden müteşekkirane iftihar ediyorum ve onlarla bütün zalimlerin sıkıntılarına karşı bir kuvvetli nokta-i istinad ve tam bir teselli buluyorum. şimdi ölsem, onlar var diye ferah-ı kalble ecelimi karşılayacağım... (63)"

Bu mektup, hapiste yazılan mektupların sıra durumuna göre, Hafız Ali'nin vefat hadisesinden sonra yazıldığı için, üçüncü bir zehir hadisesinden mi bahsediyor? Yoksa Hafız Ali'nin vefatıyla neticelenen aynı zehirlenme midir? bilemiyoruz. Ama hadisede bizzat bulunmuş bazı Nur talebelerinden duyduğumuz, Hazret-i üstad'ın Denizli hapsinde üç defa su-i kasdla zehirlendirilmiş olmasıdır.

(62) Osmanlıca Denizli Mektupları ve Kastamonu Lahikaları S: 16

(63) Aynı eser S: 57

1265

HAFIZ ALİ'NİN ŞEHİD'EN VEFATI



Denizli hadisesinde ve daha öncesinde Üstad Bediüzzaman'ın merhum Hafız Ali'ye karşı hususî teveccüh ve alâkalarını bilen gizli din düşmanları, Denizli hapsinde bir defasında Üstad'la birlikte Hafız Ali'yi de zehirlendirmeyi başardılar. Zaten çok zayıf ve nahif olan Hafız Ali, o zehire vücudu tahammül edemiyerek şehid oldu. Zehirli hastalığa tutulmasından önce, merhum Tahiri Mutlu Ağabeyin rivayetiyle, uzun zaman gıda olarak sadece yağsız bir un çorbası yiyor, başka bir şey yemiyordu. Adeta vefatını hisedercesine ruhî ve melekutî âleme dalmış gibiydi. Onun bu halini Hazret-i Üstad'a şikâyet edenlere: "Ona karışmayın!" diye Üstad cevap vermişti.

Hazret-i Üstad, Hafız Ali'in vefatından bir kaç gün önce onun vefatını îma ile bildirmişti. Gönderdiği bir mektubunda şöyle yazıyordu:

Aziz kardeşim, Hafız Ali! Hastalığına merak etme! Cenab-ı Hak şifa versin amin! Hapiste her saat, on saat kadar kıymeti olmasından ve hastalık dahi her bir saat ibadeti, on saat ibadet ayarında bulunmasından çok kârlısın... İlaç istersen, bir kısım dermanlar bende var, sana

göndereyim. Zaten ortalıkta bir hastalık var. Ben mahkemeye gittiğim gün herhalde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi, harika fedakârlık gösteren zatlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.(64)"

Hafız Ali'nin zehirlendirilerek vefat ettiğini sarih olarak belgeleyen bir delil gerçi elimizde yoktur. Lâkin hapis arkadaşlarının tümünün kanaatı onun zehirlenerek öldüğüdür. Ayrıca da yirmialtıncı Lem'anın onaltıncı Rica'sında Hazretii Üstad bu vakıaya dair şöyle der:

"Gizli düşmanlar beni zehirlediler .. Ve Nurun şehid kahramanı Merhum Hafız Ali benim bedelime hastahaneye gitti ve benim yerimde berzah âlemine seyahet eyledi..."

Evet, merhum Hafız Ali Efendinin hastalığı gün geçtikçe ağırlaştı. Nihayet 14 Mart 1944'de hastaneye kaldırıldı ve 17 Martta vefat eyledi, Allah ebeden rahmet eylesin, âmin.

Üstad Hazretleri bu çok acı kayıba pek çok mütessir oldu. Günlerce ağladı. Aynı zamanda hapisteki talebelerine üst üste bir kaç adet ta'ziye ve teselli mektupları yazdı. Mezkûr mektuplardan bir kaç bölüm alalım:

(64) Şualar-Envar Neşriyat S: 305

1266


Aziz Sıddık kardeşlerim,

Ben kendimi, hem sizi, hem Risale-i Nuru taziye ve merhum Hafız Aliyi ve Denizli mezaristanını tebrik ediyorum. Meyve Risalesinin hakikatını ilm-el yakin ile bilen bu kahraman kardeşimiz, ayn-el yakin ve hakka-l yakin makamına çıkmak için, kabirde cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda, alem-i Ervahta seyahata gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahata çekildi. Cenab-ı Erhamürrahimin, Risale-i Nurun bütün yazılan ve okunan harfleri adedince, Risale-i Nuru ona şirin ve enis arkadaş eylesin âmin!.. Ve Nur Fabrikasına onun yerine on kahramanı ihsan edip çalıştırsın Amin. Amin. Amin... Siz dahi benim gibi dualarınızda onu yâdediniz. Bin lisanı onun lisanı yerine istimmal edip, onun kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde, manevî bin hayat kazandı diye Rahmet-i İlâhiyeden ümit-varız.

Said-i Nursi (65)"

"Aziz Sıddık Kardeşlerim! Ben Merhum Hafız Ali'yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. Eski zamanlarda bazen böyle fedakâr zatlar kendi dostu yerine ölüyorlardı. Zannederim, o merhum benim yerimde gitti. Onun fevkalâde hizmetini eğer sizler gibi o sistemde zatlar yapmasaydı; Kur'an'a, İslâmiyete büyük bir zayiat olurdu. Ben onun vârisleri olan sizleri tahattur ettikçe acılar gidiyor, bir inşirah geliyor.

Medar-ı hayrettir ki, ben şimdi onun mâ'nevî, belki maddî hayatıyla - -Alem-i berzaha gitmesi cihetiyle- o âleme gitmek için bende bir iştiyak zuhur etti ve ruhuma başka bir perde açıldı. Nasıl ki buradan Isparta'daki kardeşlerimize selâm gönderip muarefe, muhabereyle sohbet ediyoruz.. Aynen öyle de, Hafız Ali'nin tavattun ettiği Alem-i Berzah nazarımda Isparta, Kastamonu gibi olmuş. Hatta bu gece mesmuatıma nazaran buradan birisi oraya gönderilmiş... On defadan ziyade teessüf ettim: "Ne için Hafız Ali'ye onunla selâm göndermedim:” sonra ihtar edildi ki: Selâm göndermek için vasıtalara ihtiyaç yok, kuvvetli rabıtası telefon gibidir. Hem o gelir alır.

O büyük şehid, Denizli'yi bana sevdiriyor, daha buradan gitmek istemiyorum. O ve Mehmed Zühdî ve Hafız Mehmed hayatlarında gördükleri vazife-i imaniye ve nuriye devam ediyor. Onlar pek yakından temaşa ediyorlar, belkide, yardım ediyorlar

Evliya-i Azimenin dairesinde kıymetli hizmetleri noktasında mevki' almalarından, ben de o ikisinin, Hafız Mehmed'le isimlerini silsilemde aktapların isimleri yanında yâdedip hediyelerimi bağışlıyorum.

SAİD-İ NURSİ(66)"

(65)Şualar-Envar Neşriyat S: 305

(66)Aynı eser S: 306

1267

Büyük Şehid Hafız Ali Efendi'nin vefatı, Üstad Hazretlerini böyle çok müteessir ettiği gibi, umum Nur camiasını da mahzun eylemişti. Garip, mahpus ve hasta bir halde Denizli'nin çileli hapishanesinde, iman ve Kur'an yolunda şehid olan İslam Köylü Merhum Hafız Ali'nin vefatı üzerine, Nur talebeleride mersiyeler yazdılar. Bunların içinde bilhassa iki Feyzilerin mersiyesi çok edibane ve parlaktır. Bu Feyziler, biri Ahmed Feyzi, biri de Hasan Feyzi Efendi dir. Ahmed Feyzi'nin mersiyesi nesir ve uzun olduğundan, sadece Hasan Feyzi ‘nin kısa ve manzum mersiyesini alacağız. Ahmed Feyzi Efendi'nin mensur mersiyesi "Âlem-i melekûta bir ariza" başlığn altında yirmi otuz sahife kadardır.



1268

HASAN FEYZÎ EFENDİ'İNİN MANZUM MERSİYESİ

"Ey Nur yolunun yolcusu, ey ruh-u münevver

Bu medfen-i pâk'in ola ruhun gibi enver.

Ey ölmiyen, ey fidye-i Üstad-ı mübarek

Razı ola Allah'ü teâlâ ve tebarek.

Gönderdi selâm, bak sana ol Hazret-i Üstad,

Hem Ruh-u azizi dedi her dem ola dilşâd.

Kur'an-ı Kerim uğruna fânideki hizmet,

Bahşeyledi şimdi sana sonsuz ebediyet.

Yerlerde beşer, gökte bütün nurlu melekler,

Her gün sunuyor ruhun için ârşa dilekler.

Bu makbereler fahredecek haşre kadar hep,

Emvata okut nüsha-i enver, aç yine mektep.

Ey menba-i envar ve ey hafız-ı esrar,

Ey canını canana veren zat-ı fedakâr.

"Hafız" diye ben namını duydum o huzurda,

Medhin okunur hem de bugün meclis-i nurda.

Sun kevser-i bâki, bize sensin yine sâkî,

Bahşeylemiş Allah sana bir Âlem-i bakî.

Sormam sana bir şey, ne bugünden ne de dünden,

Bir nokta okut sen bize esrar-ı ledünden.

Hasan Feyzi"

1269


Yüklə 2,61 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   44   45   46   47   48   49   50   51   ...   72




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin