Üstad Hazretleri bu mevzu'u Mektubat eserinin birkaç yerinde, Barla Lahikası'nda, Kastamonu Lahikası'nda ve nihayet şu Emirdağ hayatında kaleme aldığı mektuplar içinde defalarca ele almış ve izahına çalışmıştır. Kendi aziz ve şerif şahsiyetini ve kendisine verilmiş olan manevî pek büyük vazifesini daima şahs-ı maneviye vermek içinde setretmeye çalışmıştır. Bunun yanında Nur talebelerinin o samimi kanaâtları; esassız, kuru bir hüsn-ü zan galeyanı neticesinde hülyalardan ibaret olmayıp, pek çok delilli ve bürhanlı işaretlerin külliyetine dayandığını da kaydetmiştir. Aynı zamanda, Hazret-i Üstad'ın O ilmî ve mantıkî ve hakikatlı izahları, sadece meseleyi gizlemek ve perdelemek için değil, aynı zamanda bir hakikatı ve o kanaatlarını taşıdığı büyük ve geniş meselenin, madde âlemindeki tezahürünü de dile getirmeye çalışmıştır. Her dediği hak, her yazdığı hakikat olan Hazret-i Bediüzzaman'ın kerratla ve her defasında biraz daha vuzûha kavuşturduğu bu meselenin asliyetinde, Nur talebelerinin kanaatları yönünde gerçeğin büyük payı var olduğuna işaret etmekle beraber; asırlardır tam tafsilli olarak açıklığa kavuşamamış olan bu küllî hakikatın gerçek tarafının da ortaya konmasına büyük ehemmiyet vermiştir.
(111)Elyazma Emirdaği-1 S: 47
Üstad'ın Kastamonu hayatında da bu mesele hakkında vürûd eden izhatından bir nebze temas ettiğ'imiz kısmı orada bırakarak, sadece bu ilk Emirdağ hayatında Nur talebelerinin aynı mesele etrafında cereyan eden sualleri ve Üstad'ın ona ciddî müteveccih olup ilmî izahlarla ortaya koyduğu çok muazzam küllî beyanlarından örnekler arzetmeye çalışacağız.
Evvela Hazret-i Üstad'ın fazla hüsn-ü zanlar hakkındaki ta'dilâtları:
"...Risale-i Nur'un hakiki ve hakikatlı bir şâkirdi bulunan, Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan'ın kâtibi bu defa yazdığı mektubunda, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına istinaden bir hakikat soruyor: "Risale-i Nur'un şahs-i ma'nevisinin gayet ehemmiyetli ve kudsî vazifesini ve hilâfet-i nübüvvetin de gayet ulvî vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda Üstad'ı noktasında bir cilvesini gördûğünden, bana o hilâfet-i maneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor?
Evvela: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse hakikata zulüm olur. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye, çürütülmeye maruz ve mübtelâ şahsiyetlerle bağlanmaz. Bağlansa vazifeye ehemmiyetli zarardır.
Saniyen: Risale-i Nur'un tezahürü yalnız tercümanının fikriyle veya hud onun ihtiyac-ı manevisi lisanıyla Kur'an'dan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil... Belki o tercümanın muhatapları, ders-i Kur'an'da arkadaşları olan hâlis ve metin ve sâdık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle, o tercümanın istidadından çok ziyade o nurların zuhuruna medar oldukları gibi; Risale-i Nur'un ve şâkirtlerinin şahs-ı manevisinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanın da içinde bir hissesi var. Eğer ihlâssızlıkla bozmazsa bir tekaddüm şerefi bulunabilir.
Salisen: Bu zaman cemaât zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne kadar harika da olsa, cemaattan çıkan şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlub düşebilir. Onun için o mübarek kardaşımın yazdığı gibi, Âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek kudsî bir dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye biçare, zaif, mağlub, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle ve hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.
Rabian: Eski zamandan beri çok zatlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleriyle; dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasından o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilâf-ı vâki'dir diye bir derece tenkid edilmezdi.
Fakat şimdi, Risale-i Nur şâkirtlerine lâyık bir üstada muvafık bir ulvî mertebe ve fazileti, biçare kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle, gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden pek ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir. Fakat Risale-i Nur'un şahs-ı manevisinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerekir...(112)"
(112)Elyazma Emirdağ-1 aslı S: 95
"...Kendi şahsıma baktım ki; kurumuş, çürümüş, vazifesi bitmiş bir hurma çekirdeği hükmünde iken, Risale-i Nur bahçesinde, bir derece o çekirdekten tezahür eden meyvedar, muhterem koca bir ağaç nazarıyla baktığınızı gördüm. Senin fevkalâde hüsn-ü zannın o ağaçtan ileri geldiğini ve çekirdeğin de bir cihette bir nevi vesile olduğu cihetinden hüsn-ü zanna mazhar olmuş gördüm.
O mektubun birinci sahifesi güzeldir, ben de iştirak ediyorum. İkinci sahifede birkaç yerde kalem karıştırdım, ta'dil ettim.
Ezcümle: "Hazret-i Hasan Radiyallahü anh'ın altı aylık hilâfetiyle beraber, Risale-i Nur'un Cevşenül-Kebir'den ve Celcelûtiye'den aldığı bir kuvvet ve feyizle, vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan radiyallahü anh'ın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünki adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes'ud edebilir bir istidatta bulunan Risale-i Nur'dur.. Ve onun şahs-ı manevisi Hazret-i Hasan radiyallahü anhünün bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir diye senin mektubunu ta'dil ettim. Buna kıyasen sana vekâleten bir iki yerde kalem karıştırdım...(113)”
"Aziz Sıddık kardeşlerim!
(Manen maruz kaldığım iki şıklı bir sualin cevabıdır.)
Birincisi: Neden en ziyade senin şahsın hakkında hüsn-ü zan eden ve sana büyük bir makam veren ve Risale-i Nur'la çok kuvvetli irtibatı bulunan ve sen de onları çok sevdiğin halde, hizmet-i Nuriyenin hâricinde senin şahsın ile temaslarını istemiyorsun.. ve senin hakkında fazla hüsn-ü zan beslemiyeni sobette tercih ediyorsun, daha ziyade iltifat gösteriyorsun, nedendir?
Elcevab: Otuzüçüncü Söz'ün ikinci mektubunda dediğim gibi; bu zamanda insanlar ihsanını, muhtaçlara çok pahalı satarlar. Meselâ, benim gibi bir biçareyi, sâlih veya velî zannedip, sonra bir ekmek verip ve mukabilinde makbul bir du’a ister. Bu kadar fiat vermekten ise, bu ihsanı istemiyorum diye hediyelerin adem-i kabulüne bir sebeb gösterdiğim gibi; Risale-i Nur'un hâs şâkirtleri müstesna olarak, başkaları beni büyük bir makamda bilmekle, kuvvetli bir alâka ve hizmet gösterir. Hem mukabilinde dünyada ehl-i velâyet gibi nurânî neticeleri ister.. Sonra bize hizmetiyle ve alâkası ile manevî ihsan eder. Böylelerin bu nevi ihsanlarına karşı istediği fiata sahip olamadığım için mahcub oluyorum.Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri vakit, inkisar-ı hayale uğrarlar, belki hizmette fütura düşerler. Gerçi umur-u uhreviyede hırs ve kanaatsızlık bir cihette makbuldür. Fakat mesleğimizde ve hizmetimizde, bazı arızalar ile inkisar-ı hayal cihetinde; şükür yerine, me'yusiyetle şekva etmeye sebeb olur, belki de hizmetten vazgeçer. Onun için mesleğimizde, kanaât daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsızlık gösterdiğimiz halde; neticelerine ve semeratına karşı kanaatla mükellefiz.
(113)Elyazma Emirdag-1 aslı S: 99
Mesela: Rissle-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velâyete sevk etse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nurun hakiki şâkirtleri bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaât-ı kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalâde makamı ve mes'elelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur'un sarsılmaz hüccetleri, o müridlerin kanaatlarından çok ziyade şâkirtlerine kanaat verdiği gibi; Bu halet ve i'tikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaatı ise hususî ve şahsî kalır.
Hatta ilm-i mantıkta "Kazaya-i makbule" tabir ettikleri, (yani, büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir) mantıkça yakin ve kat'iyeti ifade etmiyor. Belki zann-ı gâliple kanâat verir. İlm-i mantıkta, bürhan-ı yakinî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor; cerhedilmez delile bakar ki; bütün Risale-i Nur hüccetleri bu bürhan-ı yakinî kısmındandır. Çünki ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatlar ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye; Aynen onlar gibi Risale-i Nur, İbadet yerinde, ilim içinde hakikata bir yol açmış.. Sülûk ve evrad yerinde, mantıkî bürhanlarla, ilmî hüccetler içinde hakikat-ül hakaika yol açmış.. ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i âkide ve üsul-ud din içinde bir velâyet-i kübra yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydandadır.
Teşbihte hata olmasın, nasıl ki Kur'an'ın gayet kuvvetli ve mantıkî hakikatı; sair dinleri, felsefe-i tabiiyenin savletinden ve gelebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu.. Taklidî ve aklın hâricindeki usullerini de bir derece muhafaza etti. '
Aynen öyle de: Bu zamanda onun bir mu'cizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalâlet-i ilmiyeye karşı avam-ı ehl-i imanın taklidî olan imanlarını, o dalâlet-i imiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi zabtedilmez bir kal'a hükmüne geçmiştir ki; bu emsalsiz dehşetli dalâletler içerisinde yine avam-ı mü'minînin imanını şüphelerden ve İslâmiyetini hakikatsızlık vesveselerinden muhafaza ediyor...(114)"
"...Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostlarının hayatını kurtarmak için kendini feda eder.. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmesi için lüzum olsa;-Hem lüzum var-kendim değil, yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur'dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.
Evet,her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten gelen gaflet-i umumiyede ve siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfuruşluğun
(114)Yeni yazı Emirdag-1 S: 89. Bu mektubun geri kalan kısmı bir vesileyle yukarıda kaydedilmiş olduğundan tekrar edilmedi.A.B.
heyecanlı asrında, büyük makamlar herşeyi kendine tabi' ve basamak yapar. Hatta dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını alet yapar. Manevî makamlar olsa daha ziyade alet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye ittiham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüt ile revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.
Elhasıl: Hakikat-i ihlâs benim için şân ve şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men'ediyor. Hizmet-i nuriyeye gerçi büyük zarar olur... Fakat kemiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan hâlis bir hadim olarak hakikat-ı ihlâs ile herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek; Büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmivetli görüyorum.(115)"
HAKİKAT CİHETİ
Üst tarafta geçen hüsn-ü zan meselesini izah eden parçalardan sonra; şimdi de aynı meselenin asıl hakikat ve mahiyetini ortaya koyan Hazret-i Üstad'ın ifadelerinden bazı örnekler veriyorur:
"Aziz Sıddık kardeşlerim!
Evvela: Nurun fevkalâde hâs şakirtleri, Sikke-i Gaybiye'nin müştemilâtıyla ve evliya-yı meşhureden kırk günde bir defa ekmek yiyip, kırk gün yemeyen Osman-ı Hâlidî'nin sarih ihbarı ve evlâdlarına vasiyeti ile.. Ve Isparta'nın meşhur ehl-i kalb âlimlerinden Topal Şükrü'nün zâhir haber vermesiyle; çok ehemmiyetli bir hakikatı dava edip; fakat iki iltibas
içinde bu biçare ehemmiyetsiz kardeşleri Said'e bin derece ziyade hisse vermişler. On seneden beri kanaâtlarını ta'dile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler kanaatlarında ileri gidiyorlar.
Evet, Onlar, Onsekizinci Mektup'taki iki ehl-i kalb çobanın macerası gibi, hak bir hakikatı görmüşler.. Fakat tabire muhtaçtır. O Hakikat da şudur:
Ümmetin beklediği ahir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en bûyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikiyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle; O en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitamamiha Risale-i Nur da görmüşler. İmam-ı Ali (R.A) ve Gavs-ı A'zam (K.S) ve Osman-ı Halidi (R.A) gibi zatlar, bu nokta içindir ki; o gelecek zatın makamını, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazen de o şahs-ı maneviyî bir hadimine vermişler, o hadime mültefitane bakmışlar.
Bu hakikattan anlaşılıyor ki:Sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir program olarak neşir ve tatbik edecek...O zatın ikinci vazifesi: Şeriatı icra ve tatbik etmektir:..Birinci vazife, maddi kuvvete değil, belki kuvvetli i'tikad ve ihlâs ve sadakatla olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâ kimiyyet lâzım ki; O ikinci vazife tatbik edilebilsin.
(115)Elyazma Emirdağ-1 aslı S: 101
O zatın üçüncü vazifesi: Hilâfet-i İslâmiye'yi ittihad-ı İslâm'a bina ederek, İsevî ruhanileriyle ittifak edip Din-i İslâm'a hizmet etmektir
Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir...
Birinci vazife, o iki vazifeden üç dört derece daha ziyade kıymettardır. Fakat o ikinci ve üçüncü vazifeler, pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa'şaalı bir tarzda olduğundan, umumun ve âvamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar.
İşte, o hâs Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardaşlarımızın tabire ve te'vile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşa verir ve vermiş... Hücumlarına vesile olur. Çünki birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası: Fânî ve çürütülebilir bir şahsiyeti bazı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur şâkirtlerinin şahs-ı manevisini temsil eden bu âciz kardaşına veriyorlar. Halbuki bu iki iltibasta Risale-i Nur'un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hatta manevî ve uhrevî makamata dahi alet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi; ehl-i siyaseti de evhama düşürüp, Risale-i Nur'un neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı manevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bakî hakikatlar, fanî ve âciz ve sükût edebilir şahsiyetlere bina edilmez.
Elhasıl:O gelecek zatın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor, yalnış olur. Hem hiç bir şeye alet olmayan nurdaki ihlâs zedelenir. Avam-ı mü'minînin nazarında hakikatların küvveti bir derece noksanlaşır.Yakiniyet-i burhaniye dahi kazayay-ı makbuledeki zann-ı galiba inkılâb eder. Daha muannid dalâlete ve mütemerrid zendekaya tam galebesi mütehayyir ehl-i imanda görünmemeye başlar. Ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar i'tiraza başlar. Onun için Nurlar'a o ismi vermek münasib görülmüyor. Belki "Müceddiddir, onun pişdarıdır" denilebilir.
Umum kardeşlerimize binler selâm...
Elbaki Hüvelbaki kardeşiniz
SAİD-İ NURSİ(116)"
"...Çok dikkatli, Risale-i Nur'un manevi avukatı kardaşımız Ahmet Feyzi'nin Mehdî hadisesinin Risale-i Nur dairesi içinde çokça medar-ı bahsetmesi, ehl-i dünyanın evhamını tahrike sebeb olabilir. Çünki Mehdî m'anasında bir siyaset dahi bulunuyor diye eskiden beri fikirlerde yerleşmiş... Risale-i Nur bu meseleyi halletmiştir...(117)”
Ahir zamandaki büyük Mehdi'den başka çok mehdiler gelmiş, geçmiş diye Risale-i Nur ispat etmiş. Rivayetlerin muhtelif olması bu noktadan ileri geliyor.
(116)Osmanlıca Sikke-i Tasdik-i Gaybi S: 2
(117)Risale-i Nur dinin bir çok muammalı tılsımlarını hallettiği gibi, lslam milletlerinin fıkirlerinde yer almış olan bu Mehdî meselesini de yine ancak Risale-i Nur tam halledebilmiştir. Halledilmiş din tılsımlarından birisi de bu Mehdi meselesidir, meydandadır.A.B.
Bu zaman şahıs zamanı olmadığından, o ehemmiyetli unvanlar şahıslara verilmez. Hem Risale-i Nur'a da, siyaset manasını taşıyan o unvanı vermemek münasibtir. Müceddidiyet kâfidir.
Gerçi hakikat noktasında ahir zamanda gelecek büyük mehdi, siyaseti tam dindar İseviler'e bırakıp yalnız İslâmiyet hakikatlarını ispata, izhara, icrava çalışır. Bu nokta-i nazardan; Risale-i Nur o zat-ı mübarekin veyahut onun cemaat-ı nuraniyesinin şahs-ı manevisinin çok vazifelerinden en ehemmiyetli vazifesi olan hakaik-i imaniyenin isbat ve neşrini tam yapıyor... Fakat bu evhamlı ve bahaneler arayan ve her şeyi siyaset noktasında düşünen adamlara karşı bu Mehdî unvanını Risale-i Nur'a vermek, Risale-i Nur'un ihlâs sırrına ve dünyaya tenezzül etmemesine muvafık olmaz.
Evet, Risale-i Nur'daki ihlâs, yüzde doksan ihtimal ile de olsa, o makama talib olmamaklığı iktiza ediyor. Çünki küçük bir memuriyet veyahut zâbit olmak gibi bir makamı düşünen, harekâtını o makama tevcih ediyor, onu maksad yapıp ona çalışıyor, ihlâsı kaybeder. Uhrevî amellerini ona basamak yapar, bütün bütün yanlış olur. İşte böyle kudsî ve parlak bir makamı ve me'muriyeti dünyada dahi kendine düşünmek ve gaye-i hayal yapmak, bütün harekâtını, hatta uhrevî amellerini o makama yakıştırmak suretini verdiğinden, hakikat-ı ihlâsı bozar. Eğer öyle bir makam verilse de, ihsan-ı ilahî olur. İnsanın kesb ve ameli ona vesile olamaz ve ekseriyetle bilinmez. Bilinmezse daha iyidir... ve bilhassa efkâr-ı ammede siyasetçilik ve hâkimiyet manası bu Mehdî unvanında bulunduğu ve geçmiş bazı mehdi-misal halifeler o gibi hadislerin bir masadakı ve medarı olmuşlar. Elbette bu zamanda siyasete her şeyi feda eden insanlar nazarına karşı, Risale-i Nur mesleğindeki ihlâs böyle şeyleri aramaz.
Yalnız bu kadar var ki; Şâkirtleri tam i'timad ve kat'î yakinlerini takviye için harikulâde bir surette hem Risale-i Nur'un şahs-ı manevisinin, hatta tercümanının pek büyük makamlarda bulunduklarını itikad edebilirler. Çünki eskiden beri Üstadlarına karşı ziyade hüsn-ü zan kabul edilmiş. Hatta Kur'an'dan ve hadisden sonra, en mühim hüccet-i imaniye Risale-i Nur'dur diyebilirler...(118)”
"...Evet, hem Sikke-i Gaybiye, hem onun yazdığı ayetler ve hadisler, müttefikan bu asırda bir hakikat-ı nuraniyeye işaret ediyorlar.. Ve bu asır ve bu zaman cemaât zamanı olduğundan,
şahs-ı manevi hükmedebilir. Hususan ma'nevî vazifelerde maddî şahısların ehemmiyeti azdır. Dağlar gibi vazifeler o zaif şahsiyetlere yükletilmez.
Bazı ayat-ı kerime ve ehadis-i şerife, âhir zaman'da gelecek bir müceddid-i ekberi ma'na-yı işarî ile haber veriyorlar... Fakat o gelecek zatın ve cem'iyetinin üç vazifesinden, hakikatta en ehemmiyetlisi olan ve zahiren en küçüğü görünen imanı kurtarmak ve hakaik-i imaniyeyi güneş gibi göstermek vazifesini Risale-i Nur ve şâkirtlerinin şahs-ı manevisi tam yaptıklarından, o gelecek zata dair haberleri ve işaretleri Risale-i Nur'un şahs-ı manevisine, hatta bazen tercümanına da tatbika çalışmışlar... Ve "şeriatı ihya ve hilâfeti
(118) Elyazma Emirdag-1 aslı S: 150
tatbik" olan çok geniş dairede hükmeden bu iki mühim vazifesini nazara almamışlar... Onların kanaatları, onların Risale-i Nur'dan istifade cihetinde faydalıdır, zararsızdır. Fakat Nur'un mesleğindeki ihlâsa ve hiçbir şeye alet olmamasına ve dünyevî ve ma'nevî makamatı aramamasına zarar verdiği gibi; Nurlar'ın muarızları, her taifenin, hususan siyasi taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabilir...
Bu münasebetle bu günlerde ruhuma gelmiş bir ihtarı, kalbimle gördüğüm bir ma'nayı beyan edeceğim ki, kardeşim Ahmet Feyzi gücenmesin. Şöyle ki:
Nurlar'ın fütûhâtını kalben temaşa ederken, ba'zı hâs kardeşlerimin Nur'un tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütûhat az olmasından, o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i ilâhiyyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rıza-i ilâhi noktasında bazı biçarelerin nurlarla imanlarını kurtarmak cihetiyle, binler hamd ve sena ve şükür lâzım iken; bir teşekkî ve sıkıntı geldi.
Sonra, mahivyet, terk-i enaniyet ve ihlâs-ı tâm ile aynı vaziyete baktım, gördüm ki: O fütûhatta binler hamd ve sena ve taşekkür ve manevi sürûr ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken, anladım ki; makamat-ı maneviye dahi mesleğimizde mevzu-u bahs olmamalı. Eğer bazı hâs kardeşlerimin, hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hisse ve makam, hakikat da olsa ve hakkımda olsa, mezkûr hakikat için bırakmağa; meslek-i nuriyedeki ihlâsı tamme bırakmağa, mecbur eder.
Elbaki Hüvelbaki
Kardaşınız
Said-i Nursi(119)”
”
(120)
Aziz Sıddık Kardeşlerim!
Evvela: Nur'un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: "Nur'un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şâkirdleri pek musırrane olarak, âhir zamanda gelen Âl-i Beyt'in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar.. Ve o kadar çekindiğin halde, onlar ısrar ediyorlar. sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun...
Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var.. Ve sen de bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezaddır, herhalde hallini isteriz...”'
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O halis nurcuların ellerinde bir hakikat var... Fakat iki cihette bir ta'bir ve tevil lâzım.
(119) Osmanlıca Elyazma Tılsımlar mecmuası S: 350
(120)Üstada'ın bu mektubu,1947 senesi Kurban Bayramında ilk olarak tekbirlerin arapça alınmasına çok sevinmesi üzerine 24.10.1947 günlerinde kaleme alınmıştır. Bu mektup Afyon Savcısı tarafından çok büyük iddialara sebep olmuş ve "Tekbirat-ül Hüccac" ismiyle zabıtlara geçmiştir. A.B.
Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi, Mehdî-i Âl-i Resul'ün temsil ettiği kudsi cemaâtının şahs-ı ma'nevîsinin üç vazifesi var. Eğer kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa o vazifeleri, onun cemiyeti ve Seyyidler cemaâti yapacağını Rahmet-i ilâhiyyeden bekliyoruz... Ve onun üç büyük vazifesi olacak.
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutu ile, maddiyun ve tabiiyyun taunu beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek... Ve bu vazife hem dünyayı, hem herşeyi bırakmakla çok zaman tetkikatla meşguliyeti iktiza ettiğinden; Hazret-i Mehdiî'nin o vazifesini bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünki hilâfet-i Muhammediye (A.S) cihetindeki saltanatı onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinadî kuvvet ve manevî ordusu yalnız ihlâs ve tesanüd sıfatlarına sâhip bir kısım şâkirtlerdir. Ne kadar az da olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
İkinci vazifesi: Hilâfet-i Muhammediye (A.S.) unvanıyla Şeâir-i İslâmiye'yi ihva etmektir. Âlem-i İslâm'ın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve ma'nevî tehlikelerden ve gazab-ı ilâhiden kurtarmaktır. Bu vazifenin nokta-ı istinadı ve hadimleri milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.
Üçüncü vazifesi: İnkılâbat-ı zamaniye ile ahkâm-ı Kur'aniye'nin zedelenmesiyle ve Şeriat-ı Muhammediye'nin kanunlarının bir derece ta'tile uğramasıyla; o zat, bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve İttihad-ı İslâm'ın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden gelen, her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.
Şimdi hakikat-ı hal böyle olduğu hade, en birinci vazifesi ve en ehemmiyetlisi ve en yüksek mesleği olan imanı kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hatta avamın da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için; Nur şâkirtleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecededir diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini haklı olarak bir nevi Mehdî telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili Nur şâkirtlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi.. ve o şahs-ı ma'nevinin de, bir nevi mümeesili olan biçare tercümanını zannettiklerinden, bazen o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir. Fakat onlar onda mes'ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını bir nev'i dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın
Dostları ilə paylaş: |