bir kısmı işarât-ı gaybiyelerinde Risalei Nur'u, aynı o âhir zamanın hidayet edicisi olduğu diye keşifleri bu tahkikat ile te'vili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, te'vil lâzımdır.
Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller... Fakat Hilâfet ve İttihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde Saltanat-ı İslâmiye'yi sürmek cihetinde; herkeste, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor.. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor. Siyaset manasını ihsas eder. Belki de bir hodfuruşluk manasını hatıra getirir Belki bir şân u şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir... Ve eskidenberi ve şimdi de çok sâf-dil ve makamperest zatlar "Mehdi olacağım" diye da'va ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi' mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş... Fakat her biri üç vazifeden birisini bir cihette yapması i'tibarıyla âhir zamanın büyük Mehdî ünvanını almamışlar.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şâkirtlerin bu itikadlarına göre bana karşı demişler ki: "Eğer mehdilik dava etse, bütün şâkirtleri kabul edecekler"
Ben de onlara demiştim: "Ben kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı Âl-i Beyt'ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım.. Ve Âl-i Muhammed Aleyhisselatü vesselâm bir manada hakiki Nur şâkirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beyt'ten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur'un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan u şeref kazanmak olmaz... Ve sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyorum ki; beni kendi kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem... ve Nur'daki ihlâsı bozmamak için uhrevî makamât dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum" dedim. O ehl-i vukuf sustu.
İşte kardeşim, senin sualine kısa cevab... Tabirattaki kusurlarıma bakılmasın, pek acele olarak bu cevabı yazdım. Siz ıslâh edebilirsiniz.
Elbaki Hüvelbaki Kardeşiniz
SAİD-İ NURSİ(121)"
İşte, Hazret-i Bediüzzaman'ın bu mevzudaki görüşleri böyle... Bu mevzu, Mektubat Mecmuası Birinci Mektup, Onbeşinci Mektup ve Yirmi Dokuzuncu Mektub'da da ana hatlarıyla ve sebeb ve hikmetleriyle beyan edilmiştir. Fakat Mektubat'taki izahlar, küllî kaideler hâlindedir. Lahika mektuplarında ise, o küllî hakikatların şerhleri yapılmıştır. Bu yüzden Mektubat'takileri buraya dercetmeye lüzum görmedik.
"Görüş" tabirini Hazret-i Üstad Beziüzzaman için kullandıksa da, aslında çok yanlış... Çünki o, neyi söylüyorsa, neyi yazıyorsa; Kur'an'ın işarâtından ve hadislerin ilhamlarından alıp söyler. Boş ve heva- Haşa!- bir şey söylemez. Öyle ise, o bir görüş değil, öz gerçeğin anlatılmasıdır. Âhir zaman Mehdisi hakkında vürûd eden çok çeşit ve şekillerdeki pek çok hadislerin mecmuunun
(121)Yeni yazı Emirdağ-1 S: 259
gösterdiği manayı ve dünyada Allah'ın hikmet kanunlarının işleyiş ve hikmetli nizamından aldığı hakikat dersiyle beraber; kalb ve ruhuna o iki kaynağın mertebe-i arşiyelerinden küllî şekilde ilham olunan manalarının ışığı altında ve onu hiçbir zaman aldatmamış hakikatlı
hatırât ve sünûhâtın parıltıları ortasında kaleme almış olduğu gerçeklerin ta kendisidir diyebiliriz. Öyle ise, onun sadece mücerred aklî bir görüşü, mantıkî bir yorumu değildir.
Hazret-i Üstad, Mehdî hakikatının izahına, Kastamonu'da dört beş defa Emirdağ'ında da bir o kadar defalar müteveccih olmuş.. Aynı manada fakat bazı elfaz değişikliği ile ve "Üç Vazife" hakikatlarının taksimatında, sadece bir yerde lâfiz değişikliğiyle beraber, aynı hakikatı, her zaman ayrnı üslûb içerisinde yazmıştır. Ve bu meselenin siyasete, hatta manevî siyasete temas eden yönünün -fıtrî seyri dışındaki- zoraki ve ihlâssızca olan tarzının Nur talebeleri için kapalı olduğunu.. Ve fakat vazifeleri sadece "Birinci Vazife"nin hizmet ve mükellefeyetleriyle muvazzaf bulunduklarını te'vil götürmez sarahat içinde beyan buyurmuştur.
AKİDEVİ VE FIKHî BAZI MEVZULAR
Üstad Bediüzzaman Hazretleri üç buçuk senelik ilk Emirdağ hayatında, talebe ve dostlarının sordukları bir çok dinî, ilmî, içtimaî meselelerin yanında; âkidevî, fıkhî ve âmelî bazı suallerine de vermiş olduğu hususî ve pek mühim cevablarından bir kısmını dercetmek istiyoruz.
Buraya kaydedeceğimiz suallerin hususî cevablarnı, sıraya dizerek, Akide, Tasavvuf ve Kelâm ilmine aid olanlarını en başta, fikhî ve âmeli kısımlarını ise daha sonraya kaydediyoruz:
1- Umumi akideye müteallik mühim bazı mevzular.
2- İman etmek ile, inkâr etmenin arasında pek mühim ve esaslı farkın izahıyla, imanın ziyade ve noksan olabileceğinin izahı.
3- İman hakikatları anlatılırken, felsefî tabirleri kullanmanın zararları.
4- Münafıkların kimler olabileceğinin, Âlevilerin münafık şümûlüne dâhil olup olmayacağının izahı.
5- İçtimaî âkideye taalluk eden sahabeler arasındaki harblerin mahiyet ve hakikatı.
6- "Bir Müslüman dinî ahlâkı terk ettiğinde, anarşist olur" hükmünün izahı
7- Bid'atların icra edildiği câmi’ ve cemaatlere gidilip gidilemeyeceği meselesi.
8- Cuma namazı meselesi.
9- Seferîlik ve namazın kasrı meselesi.
10- Sakal bırakmanın nasıl bir sünnet olduğunun izahı.
11- Kur'an'ın yeni harflerle okunup okunamayacağı hakkında.
12- Baba-oğul arasındaki karşılıklı şefkat ve itaat meselesi.
13- Kitap ne olursa olsun ona hurmetin lüzümlulugu
Bütün bu mes'eleler Nur Risaleleri'nde daha mufassal ve daha ilmî izahlarla beyan edildikleri halde, Emirdağ-1 hayatı lahika mektuplarında, hususiyle bu mes'elelere temas edildiği cihetle, bunları bir arada okumanın; ve Risaleler'de küllî ve umumî şekildeki beyanların bir nevi hususî ve hâs izahları olarak beraberce bir arada mütalâa etmenin daha faydalı ve lezzetli olabileceği düşüncesiyle bu makama kaydettik.
Şimdi sıra numaralarını koyduğumuz şekliyle onları bir bir kaydetmeye çalışacağız. Yani bunlara dair Hazret-i Üstad'ın izahlarını okuyacağız:
1- Umumî akideye müteallık bazı mühim mevzular:
"..... Ben hülâsat-ül hülâsayı okuduğum zaman, koca kâinat nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nevin lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfât ve esma-i ilâhiyyesi ilmelyekin ile iz'an etmek için akıl çok çabalıyor. Sonra tam görür. Hakikat-i insaniyyeye baktığı vakit; o cmi mikyasta, o küçücük haritacıkta, o doğru nümunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat'î ve şuhûdî ve izanî ve vicdanî bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır, yanındaki ayinesinde hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye muhtaç olmadan iman - ı tahkikiyi kazanır ve ın hakiki bir manasını anlar.
Çünkü, Cenab-ı Hak hakkında sûret muhal olmasından, suretten murad; sîrettir, ahlâk ve sıfattır .......(122)"
Aziz Sıddık kardeşlerim!
Bir biçare, vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam meşhur Duâ-i Nebevî olan "Cevşen-ül Kebir" hakkında ve akıl hâricindeki sevab ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş, demiş:
"Ravî, Ehl-i Beyt'in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görûnüyor. Mesela, içinde der: "Bu duaya Kur'an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki büyük melâikeler o dua sâhibini gördükçe, kürsülerinden inip ona pek büyük bir tevazu'la hürmet ederler...” bu ise aklın, mantığın mukayeselerine gelmez diye Risale-i Nur'dan imdad istedi.
Ben de, Kur'an'dan ve Cevşen'den ve Nurlar'dan gayet kat'i ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevab verdim. Size gayet kısa icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki:
Ona dedim: Evvela, Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalı'nda on adet üsûl var... Böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al!..
Saniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenât ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve İsm-i A'zam'ın mazharı ve kâinatın hem çekirdek-i aslisi, hem en mükemmel ve cami’ meyvesi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm o duanın kendi hakkında o azim mertebesini görmüş, Ona haber veren Cibril Aleyhisselâm'dan işitmiş. Başkalarını kendine kıyas etmiş.. veya edilmiş ... Demek o pek fevkalâde ve âcib sevab , zat-ı
(122)Elyazma Emirdag-1 aslı S: 213
Ahmediye'nin velâyet-i kübrasından ona gelmiş.. o küllî, ümumî değil, belki o duanın mahiyetinde böyle bir kıymet var.. Ve İsm-i A'zam'ın mazharı olan Zâtın tebaiyyeti ile başkalarına dahi o sevab mümkündür. Fakat gayet ehemmiyetli şartları var. Yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
Salisen: O dua, nasıl ki zat-ı Ahmediyye'ye (A.S.) baktığı vakit, mübalağadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor.. Öyle de o duadaki yüzer Esma-i Hüsna'nın hakikatlarına baktığı zaman, değil mübalağa, belki onların nihayetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen fayizlerin nihayetsizliğini göstermek için, pek az bir kısmını Muhbir-i Sadık (A.S.) haber vermiş... Ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış. Sonra mürûr-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka bil-fiil vaki' ve külliye telakkî edilmiş.
Rabian: Yirminci Lem'a-i ihlâsta bir adama beşyüz senelik bir genişlikte bir cennet verilmesine dair olan bir haşiye var, ona da bak, gör ki; O koca cennetin verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil.. belki insan nasıl hususî hanesi ne çok cihetlerle mâliktir, sahiptir... Öyle de zemin yüzündeki şeylere duygalarıyla bir nevi' mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Demek bazen fevkalhad harika ve akıl hâricindeki bir kısım sevablar bu mezkûr hakikata bakar.
Hem İslâmiyet'te her sevabın, her fazilet-i a'malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımıza, o duada bir dağ kadar sevab ve feyzi kazanan zat-ı Ahmediye'dir. (A.S.) Hususi virdler ve dualar, şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki Velâyet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyyet eden hâs vârislerini o noktalara teşvik, eder. dedim.
O vesvese edip şüphelere düşen adam lillahilhamd kurtuldu,tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faydası var diye, size de gönderdim. Umumunuza binler selâm...
Elbaki Hüvelbaki
SAİD-İ NURSİ(123)"
2- İman etmek ile, inkâr etmenin arasında pek mühim ve çok esaslı farkın izahı:
Bu meselenin harika izahını yapan Hazret-i Üstad'ın bu mektubu; 1946'larda İstanbul Üniversiteli Nurcu gençlerden Safranbolulu Doktor Mustafa Oruç ve arkadaşları tarafından Üstad'a müracaat edilmiş ve izahı istenilmiştir. O da bunu böyle yazmıştır:
Aziz Sıddık kardeşlerim ve Nur şâkirtlerinin küçük pehlivanları!
Asa-yı Musa ahirlerinde, bazı nüshalarında mübarekler pehlivanı büyük ruhlu Küçük Ali namında bir kardeşimizin sualine karşı verdiğim bir
(123)Elyazma Emirdağ-1 aslı S: 240
cevab var.. onu okuyunuz ki; O zat, bazı mu’terizlerin, Risale-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için ona demişler: "Herkes Allah'ı bilir. Âdî bir adam, bir velî gibi Allah'a iman eder" diye nurların pek yüksek ve pek çok kıymettar ve gayet lüzumlu tahşidatını ziyade göstermek istemişler.
Şimdi İstanbul'da daha dehşetli bir fikirde, anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar; Risale-i Nur gibi ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkesin muhtaç olduğu iman hakikatlarına ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: "Her millet, herkes Allah'ı bilir.. Onu daha yeni ders almaya ihtiyacımız yok" diye mukabele etmek istiyorlar.
Halbuki: Allah'ı bilmek, bütün kâinatı ihata eden Rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz'î ve küllî herşey kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat'î iman etmek.. Ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve LAİLAHE İLLALLAH kelime-i kudsiyesine ve hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, "bir Allah var" deyip; bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hâşâ hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci' tanımak.. Ve herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini ve peygamberlerini bilmemek; elbette hiçbir cihette Allah'a iman hakikatı onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevî cehennemin dünyevî ta’zibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözeri söyler.
Evet, inkâr etmemek başkadır.. İman etmek bütün bütün başkadır. Evet, kâinatta hiç bir zişu'ûr, kâinatın bütün eczası kadar şâhidleri bulunan Halık-ı Zülcelâli inkâr edemez... Etse, bütün kâinat onu tekzib edeceği için susar, lâkayd kalır.
Fakat ona iman etmek; Kur'an-ı Azim-üş-şan'ın ders verdiği gibi o Halık'ı sıfatlarıyla, isimleriyle umum kâinatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek.. Ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak.. Ve günah ve emre muhalefet ettiği vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa büyük günahları serbest işleyip, hiç istiğfar etmemek ve adırmamak; o, imandan hissesi olmadığına delildir.
Her ne ise evlâdlarım, ehemmiyetli bir hadise size bu uzun meseleyi kısaca beyan etmeye sebeb oldu. Şimdilik sizlere Rieale-i Nur'un ehemmiyetli şâkirtleri nazarıyla bakıyorum. Mustafa Oruç çok tali'lidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde az bir zamanda sizleri buldu, bir iken on Mustafa oldu.
SAİD-İ NURSİ(124)"
2 /1 İMANIN ZİYADE VE NOKSAN OLABİLECEĞİNİN İLMÎ İZAHI
(Bu meseleyi izah eden bu mektub, ilk Emirdağ hayatında yazıldığı kesindir.)
(124) Elyazma Emirdağ-1 aslı S:240, Y.yazı Emirdağ-1 S:159
"Saniyen: Mübarekler pehlivanı hem Abdurrahman hem Lütfü hem büyük Hafız Ali manalarını taşıyana büyük ruhlu Küçük Ali kardaşımız bir sual soruyor. Halbuki o sualin cevabı Risale-i Nur'da yüz yerde var.
Risale-i Nur'un erkân-ı imaniye hakkında bu derece kesretli tahşidatı nedendir? “Bir âmî mü'minin imanı büyük bir velinin imanı gibidir” diye eski hocalar bize ders vermişler diyor?
Elcevab: Başta Matbu' Ayet-el Kübra, hem Yirmisekizinci mektubun üçüncü meselesinin ikinci noktasıda, meratib-i imaniye bahislerinde.. Ve ahire yakın Müceddid-i Elf-i Sani İmami Rabbanî'nin beyanı ve hükmü ki: "Bütün tarikatların müntehası ve en büyük maksadları, hakaik-i imaniyenin inkişafıdır.. Ve bir mesele-i imaniyenin kat'iyetle vuzûhu, binler kerametlerden ve keşfiyattan daha iyidir" ve Ayet-el Kübra'nın en ahiri ve lahikadan alınan o mektubun parçası ve tamamının beyanatı cevab olduğu gibi; Meyve Risalesi'nin tekrarat-ı Kur'aniye hakkında Onuncu Mes'elesi, tevhid ve iman rükünleri hakkında tekrarat ve kesretli tahşidat-ı Kur'aniye'nin hikmeti, aynen tamamen onun hakikî tefsiri olan Risale-i Nur'da cereyan etmesi cevabtır.
Hem iman-ı tahkikî ve taklidî ve icmalî ve tafsilî.. Ve imanın bütün muhacamaata ve vesveselere ve şüphelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük Ruhlu Küçük Ali'nin mektubuna öyle bir cevabtır ki, bize hiç bir ihtiyaç bırakmıyor.
İkinci cihet: İman yalnız icmalî ve taklidî bir tasdikte münhasır değildir. Bir çekirdekten, ta büyük hurma ağacına kadar.. Ve eldeki ayinede görünen misalî güneşten, ta deniz yüzündeki aksine, ta güneşe kadar mertebeleri ve inkişafatları olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatları var ki; bin bir esma-i ilâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatıyla alâkadar çok hakikatları var ki, bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve burhanlı marifet-i kudsiyedir diye ehl-i tahkik ittifak etmişler.
Evet, iman-ı taklidî çabuk şüphelere mağlub olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan imanı tahkikî de pek çok meratib var. O mertebelerden ilmelyakin mertebesi, çok bürhanların kuvvetiyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki taklidî iman ise, bir şüpheye karşı bazen mağlub olur.
Hem iman-ı tahkikînin bir mertebesi de aynel yakin derecesidir ki, çok mertebeleri var. Belki esma-i ilahiyye adedince tezahür dereceleri var.
Bütün kâinatı bir Kur'an gibi okuyabilecek bir dereceye gelir.. Ve bir mertebesi de hakkelyakindir ki, onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara şübehât orduları hücum da etse bir halt edemez.
İlm-i kelâmın binler cild kitapları akla ve mantığa istinaden te'lif edip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir yolunu göstermişler... ve ehl-i hakikatın yüzer kitapları keşfe ve zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar etmişler. Fakat Kur'an'ın mu'cizekâr cadde-i kübrasının gösterdiği hakaik-i imaniye ve marifet-i kudsiye, o ulema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve yüksekliktedir.
İşte Risale-i Nur bu câmi' ve küllî ve yüksek cadde-i saadeti ve mi'rac-ı marifeti tefsir edip, bin seneden beri Kur'an aleyhine ve İslâmiyet ve İnsaniyyet zararına ve adem alemleri hesabına tahribatçı küllî cereyenlera karşı Kur'an ve iman namına mukabele ediyor, müdafaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidata ihtiyacı vardır ki; o hadsiz düşmanlara karşı dayanıp, ehl-i imanın imanının muhafazasına Kur'an nuruyla vesile olsun.
Hadis-i şerifte vardır ki; "Bir adamın senin ile imana gelmesi sana sahra dolusu kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır”,(125)"Bazen bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlı
olur.(126) “ Hatta nakşilerin hafî zikre verdiği büyük ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz. Kusura bakmayınız, acale yazıldı. Siz tashih ve ıslâh edebilirsiniz.
Elbaki Hüvelbaki Kardaşınız
SAİD-i NURSİ(127)"
3- İman hakikatları izah edilirken felsefî tabirlerin veya dinin görüş ve beyanları kaydedilirken felsefeci ve maddî hukukçu müelliflerin terimlerinin kullanılmasının zararları hakkında:
Hazret-i Bediüzzaman bilhassa Risale-i Nur'da ta'kib ettiği te'lif tarzında, felsefî tabirlerin isti' malinden ve felsefeci kimselerin görüşlerinin yazılmasından kat’iyyetle ictinab etmiştir. Ayrıcada, bir çok def'alar bu hususta ikaz ve tenbihlerde de bulunmuştur. Bu meseleye, Risale-i Nur'un her yerinde rastlamak mümkündür. Yirmidokuzuncu Mektub'un bir parçasında bu hususta açıkça ve hususiyle temas etmiş ve dikkat çekmiştir. Burada, Emirdağ hayatında, kardeşi Molla Abdülmecid Efendi’nin, oğlunun vefatı üzerine yazdığı "Fuadiye" isimli Risalesinde kullandığı bazı felsefî tabirlere dikkat çekmiş ve kardeşini ikaz etmiştir. Hatta bu yüzden o Risaleyi neşrettirmemiştir. Abdülmecid'e gönderdiği mektubunda şöyle demiştir:
"Hem mesela felsefeye temas eden bazı cümleler:” Mürûr-ü zamanla kabuk bağlamış, sonra taprağa inkılâb etmiş, sonra nebatât husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş...” gibi tâbirler îcad ve hilkat-ı ilâhiye noktasında felsefîdir. Risale-i Nur'un san'at ve icad-ı ilâhî cihetindeki beyanatına münasib düşmüyor. Her ne ise...(128)"
4- Münafık kimler olabileceğinin.. Aleviler zendekaya, küfre giripte münafık şümulüne dahil olup olmıyacağının izahı:
Aziz Sıddık kardeşlerim!
Ali köyünde Risale-i Nur şâkirtlerinden Ali Efendi, münafıklar hakkında bir ayet-i kerimeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsaid olmadığı için kısaca bir iki cümle beyan ediyorum:
(125)Buharî- Cihad 102
(I26)Câmiussagir-lmam Suyuti, 2. Cilt S: 77
(127)Osmanlıca Âsâ-yı Musa S: 242
(128)Elyazma Emirdağ-1 aslı S: 271
"Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz..." Meâlindeki ayet, o zamandaki ihbar-ı ilâhî ile bilinen kat'î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip, namaz kılmamak olmaz. Madem LAİLAHEİLLALLAH der, ehl-i kıbledir... Sarih küfür söylemezse, yahut tevbe etse; namazı kılınabilir.(129)”
O Ali köyünde Aleviler çok olduğunu ve bir kısmı Rafizliğe kadar gidebilmesi nazarıyla; onların en fenası da münafık hakikatına dahil olmamak lâzım gelir. Çünki münafık i'tikadsızdır, kalbsizdir, vicdansızdır, peygamber aleyhindedir. Şimdiki bazı zındıklar gibi...
Âlevî ve Şiî'lerin müfritleri ise, değil peygamber aleyhinde, belki Âl-i Beyt'in muhabbetinden ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine karşı, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-ı şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid'a oluyorlar. Fasık oluyorlar, ekseriyetçe zendekaya girmiyorlar.
Hazret-i Ali Radiyallahü anhü yirmi sene hürmet ettiğ'i, onlara şeyh-ül İslâm'lık mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği EBUBEKİR, ÖMER, OSMAN radiyallahü anhüm'e hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter...(130)”
Başka bir mektubunda:
"...Hubb-ü Ehl-i Beyt'i meslek yapan aleviler, ne kadar ifrat da etseler, Rafizî de olsalar, zendakaya küfr-ü mutlaka girmez. Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça,Peygamber (A.S.) ve Âl-i Beyt'in âdavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyet'e o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarikat namıyla çekmek, büyük bir faidedir. Hem bu zamanda ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar, alevilerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip, kendilerine alet etmemek için, Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır...(131)"
5- Bir nevi içtimaî akide olan sahabeler arasındaki harplerin mâhiyet ve hakikatı:
Bu mes’elede de Hazret-i Üstad, onbeşinci mektupta ve ondokuzuncu mektubun baş tarafında izahların en ulvisini ve ehl-i sünnet fikrinin en büyük hakikatını beyan etmiş, dile getirmiştir. Burada ise; Emirdağ'ında iken, eski Erzurum meb'uslarından Mehmed Salih Yeşiloğlu'nun bu mevzu'daki bazı suallerine verdiği çok mühim ve gayet ilmî ve ehl-i sünnetin fikrini tam aksettiren cevablarından bazı bölümler almak istiyoruz:
"... Zalim siyasetin gaddarâne bir düsturu olan" cemaât için ferd feda edilir" diye çok zalimane pek çok vukuâtı ehven-üş şer diye bir nev'i âdalet-i izafiye namında hâkimiyetine bir maslâhat göstermişler. Hatta bu asırda o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümiyle binler adamı perişan eder.
(129)Üstad'ın bu hükmü gibi, son günlerde akılları başlarına gelen İslam aleminin yeni âlimleri de aynı mevzuda te'lifat yaptılar. Mesela bunlardan birisi Salim Behnesavî'nin "El Hükmü ve Kadiyet ü tekfir- il Müslim" kitabı gibi. A.B.
(130)Elyazma Emirdağ-1 aslı S: 106
(131)Elyazma Emirdağ-1 aslı S: 436
İşte eski zamanda bir derece siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden, siyasetteki bu müthiş düsturlar karşısında mecburiyetle selef-i sâlihin sükût ile, ehl-i sünnet vel-cemaatın imamları o kapıları kapamak, deyip o kapıları açmıyorlar... "
“O mes'eleler ile meşgul olmak, şimdiki bu hazır musibet-i diniyeye karşı mükellef olduğumuz vazife-i Kur'aniyeye zarar verir. Ulema-i ilm-i kelâmın ve usul-üd din âllamelerinin ve ehl-i sünnet vel-cematın dahi muhakkiklerinin, İslamî akidelere dair çok tetkik ve muhakematla ve âyât ve hadisleri muvazene ile kabul ettikleri usul-üd din düsturları, şimdiki Risale-i Nur'un meşrebini muhafazayı emrediyor ve kuvvet veriyor..."
“İmam-ı Ali Radiyallahü anhü ve kerremallahü vechehünun şahsına ve hayatına ve âdalet-i hakikiye üzerine giden siyasetine ilişmek, darbe vurmak başkadır... Şahsiyyet-i zahiriyyesinden ve hayat-ı dünyeviyesinden ve siyaset-i içtimaiyesinden binler derece daha yüksek olan şahsiyyet-i maneviyesine, kemalât-ı ilmiyesine ve makâmat-ı velâyetine ve vârisliğe darbe gelmez ve gelmemiş ve gelmiyor. Kimin haddi var...
Onun için, iki ciheti birleştirmek tevehhümiyle, karşısında muarazaya çalışanların taarruzu pek dehşetli görünüyor. Ehl-i iman ortasında nasıl böyle vukuât olabilir diye hayret veriyor. Halbuki Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı âzamı İmam-ı Ali'nin (R.A) harika kemalâtına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyyeye aid idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hata etmişler...(132)"
Başka bir mektubundan:
"...Ehl-i sünnet vel-cemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahs açmayı men'etmişler... Çünki Vaka'a-i Cemel'de Aşere-i Mübeşşere'den "ZÜBEYR VE TALHA VE AİŞE-İ SIDDIKA (R.A) bulunmasıyla; Ehl-i sünnet vel-cemâat o harbi içtihad neticesi deyip; “Hazret-i Ali haklı.. öteki taraf haksız... Fakat içtihad neticesi olduğu cihetle af edilir” derler.
Dostları ilə paylaş: |