Evet, meselâ bir nokta beyaz kağıtta, iki üç nokta konulsa karıştığı; ve bir adam muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı;ve bir küçük zihayata çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği; Ve bir lisan ve bir kulak aynı anda müteaddit kelimelerin beraber çıkması ve girmesi intizamını bozup karışacağı halde; ayn-el yakin gördüm ki: "Hüve"nin anahtarıyla ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, her bir parçası hatta her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını.. Hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını.. Ve o parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde, hiç zaaf göstermiyerek, geri kalmıyarak intizam ile taşıdığını.. Hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, manada o küçücük kulak ve lisanlara kemal-i intizamla gelip çıkıp, hiç karışmıyarak, bozulmıyarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisanlardan çıktığı.. Ve o her zerre, her parçacık, o acib vazifeleri görmekle beraber, kemal-i serbestiyet ile cezbedarâne hal diliyle ve mezkûr hakikatın şehadeti ve lisanıyla deyip gezer.. Ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş, diğer bir işe mani' olmuyor. Ben ayn-el yakin müşahede ettim.
Demek, ya her bir zerre ve her bir parça havada, nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi ve iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki; bu işlere medar olabilsin. Bu ise zerreler adedince muhal ve batıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. Öyle ise bu sahife-i havanın; Hakk-el yakin ayn-el yakîn, derecesinde, bedahetle zat-ı Zülcelâl'in hadsiz gayr-i
1477
mütenahî ilm ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderi'nin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuz’un âlem-i tagayyürde ve mütebeddil şuunatında bir levh-i mahv, ispat namında, yazar-bozar tahtası hükmündedir.
İşte hava unsurunun yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkur cilve-i vahdaniyyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalâletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi; unsur-u havaînin sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, cazibe, dafiâ, ziya gibi sair letaifin naklinde
şaşırmadan muntazaman asvat naklindeki vazifeyi gördüğü aynı zamanında, bu vazifeleri dahi gördüğü aynı zamanda, bütün nebatât ve hayvanata teneffüs ve telkih gibi hayata lüzûmu bulunan levazımatı kemal-i intizam ile yetiştiriyor. Emir ve irade-i ilâhiyyenin bir Arşı olduğunu kat'î bir surette isbat ediyor.. Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık hedefsiz esbab ve aciz, camid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiç bir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını ayn-el yakin derecesinde isbat ettiğini kat'î kanaat getirdim.. Ve her bir zerre ve her bir parça lisan-ı hal ile
dediklerini bildim... Ve bu ”Hüve" anahtarı
ile havanın maddî cihetindeki bu âcaibi gördüğüm gibi, hava unsuru da bir "Hüve" olarak, alem-i misal ve alem-i manaya bir anahtar oldu.
(Mütebakisi şimdilik yazdırılmadı. Umuma binler Selâm
SAİD-İ NURSİ(155)"
Hazret-i Üstad bilâhare Hüve nüktesinin bir eki mahiyetinde bu gelecek parçayı da kaleme almışsa da, yine de tamamını yazamamış, ancak izin verildiği kadarını kaydedebilmiştir:
"Hüve nüktesinin ahirinde bu parça yazılacak:
Gördüm ki; âlem-i misal nihayetsiz fotoğraflar ve her bir fotoğraf hadsiz hadisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmıyarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinemay-ı uhreviye ve faniyâtın fanî ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve cennette saadet-i ebediye ashaplarına da dünya maceralarını ve eski hatıratlarını levhalarıyla gözlerine göstermek için, pek büyük ber fotoğraf makinası olarak bildim. Levh-i Mahfuz'un, hem âlem-i misalin iki hüccet ve iki küçük numunesi ve iki noktası; İnsanın başında olan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye, mercimek küçüklüğünde iken, bir büyük kütüphane kadar hiç karıştırmıyarak kemal-i intizamla yazılması kat'î isbat eder ki; o iki kuvvenin numune-i ekber
(155) Sözler Envar neşriyat S: 160 •
1478
ve a'zamları olan âlem-i misal;hava ve su unsurlarının hususan nutfelerin suyu ve toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudret ile yazıldıklarını ve hiçbir cihetle tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve câmid, hadefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiç bir vecihle mümkin olmadığını, Hakîm-i Zülcelâlin kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğunu ilm-el yakin ile kat'î bilindi.
(Mütebakisi şimdilik zdırılmadı
Kardeşiniz
SAİD-İ NURSİ(156)"
MÜTEFERRİK HADİSELER-2
Üstad için alınan otomobil hadisesi:
Üstad Bediüzzaman'ın her zaman değişmez bir adeti olan kırlara çıkmak, temiz havada teneffüs etmek işi, Emirdağ'ında da her şeye rağmen devam etmiştir. Üstad Emirdağ'ına
geldiği ilk sene, önceleri yaya olarak, sonraları da bazen kiralık bir faytonla, daha sonraları ise Eskişehirli bir zatın tahsis etmiş olduğu hususi faytonuyla bu adetini sürdürmekte idi. Bu arada şark menfilerinin bakiyeleri ve 152'ler için de 1947'de af kanununun çıkması üzerine; Isparta, Denizli gibi yakın vilâyetlerdeki talebelerini görüp ziyaret etmek, aynı zamanda seyahatlerle temiz havalarda teneffüs etmek arzusu uyanmıştı. Üstad bu arzusunu bir gün bir taksi ile kıra çıktıklarında; Şoföre, otomobillerden ucuz olanlarının fiatını sorar. Şoför, küçük tip bir çeşit arabadan bahsederek, bin lira kadar bir parayla alınabileceğini söyler. Üstad Hazretleri beraberinde kıra giden genç talebesine:(*)"Keşke böyle bir araba elimize geçseydi, minnetsiz şekilde istediğimiz zaman çıkar gezerdik" demiş.
Bu hadise, tahminen 1946'nın son aylarında cereyan etmiş olsa gerek... Bu talebe akşamleyin Emirdağ'ına döner-dönmez, hemen Emirdağ'ındaki büyük Nur talebelerine, Üstad'ın bu arzusunu ciddî şekilde nakleder. Tabiî fedakâr ve vefakar Nur talebeleri hemen harekete geçerler. Konya, Isparta, Denizli ve İnebolu'ya durumu haber ederler. Bunun üzerine az bir zaman zarfında, gayet güzel, hem de dörtbin lira gibi zamana göre büyük bir meblağ parayla bir araba alınır ve Emirdağ'ına getirilir. Fakat bu araba, ancak bir gün ve bir gece Emirdağ'ında kalabilmiştir. Üstad sabahleyin çok şiddetli bir istirham ile arabanın hemen geri gönderilmesini istemiştir.
(156)Emirdağ-1 S: 255
(*) Bu talebe, Merhum Ceylan Çalışkandır. (Bkz. Son Şahitler-4,Sh.55)
1479
Zaman, Üstad Hazretlerinin bu tavrının çok yerinde ve haklı olduğunu kısa bir müddet sonra göstermiştir. Çünki hükûmetin bazı adamları ve C.H.P'lilerin bir kısmı, bir günlük ömrü olan bir arabayı bile şirretli ve şiddetli şekilde iftira ve dedikodularına mevzu’ yaptılar. Hatta hükûmet ve zabıta resmi sual ve cevab konusu yaptı. Arabayı alanları bile suale çektiler.
Bediüzzaman gibi bir İslâm dâhîsinin ve bir millî kahramanın pek büyük hizmetlerine, vatanperverlik ve milliyetperverliğine hürmeten, koca padişahlar, Enver Paşalar, hatta ilk Reis-i Cumhur M. Kemal Paşa, pek çok şeyler vermek ve onu taltif etmek istemişlerken; şu ihtiyarlık halinde basit bir arabanın alınıp, ona hediye edilmesinde, fedakâr talebelerinden bir iki zengin zatın bu hayra iştirâklerini büyük bir siyasî hadise tarzında telâkki eden zamanın hükûmet adamlarının zihniyet, tiynet ve anlaşıylarına numunelik bir tek misaldir.
Hazret-i Üstad'ın, arabanın mutlaka geri götürülmesi ve Emirdağ'ında bırakılmaması ve tekrar geri satılması için yazdığı ricakârane mektubu şöyledir:
Aziz sıddık kardeşlerim Tâhiri, Sabri, Selâhaddin, Mehmed, Mustafa! Evvela: Bu gelen şuhuru selasenin hürmetine ve Nur şâkirtlerinin sadakat ve ihlâslarının hürmetine çok ehemmiyetli, hakkımda bir sebeb-i i'tab ve tokad bir hadiseyi tamire çalışacağız. Gücenmeyiniz, Şöyleki:
Bu gece hiç görmediğim bir i'tab, bir ta'zib suretinde manevî bir şiddetli ihtar ile denildi ki: "Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemesine nurlardaki ihlâs ve istiğnayı muhafazaya mükellefdin .. Ve bu asırda
... sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve bilerek elması şişeye tebdil etmek olan hastalığa Nur vasıtasıyla tedaviye çalışmağa vazifedardın.. Yüzer tecrübenle de anladınki; insanların hediyeleri, ihsanları, yardımları sana dokunuyor, hatta seni hasta ediyor. Her gün eserini, tecrübesini görüyorsun. Senin en ziyade itimad ettiğin ve Risale-i Nur'un
fedakâr kahramanlarının yüzlerini Risale-i Nur'un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeye sebebiyet verdin.. İlh..." diye daha manen çok söylendi. Beni tam tekdir etti. Hatta şimdi bir manevî tokattan dahi korkuyurum.
Bu hadisenin çare-i yegânesi: Bu otomobili alan sizler ilân edeceksiniz ki; bu kardeşimiz Said bunu kabul edemedi. Manevî dehşetli bir zarar hissetti.
1480
İkincisi: Otomobil şimdi Konya'lı Sabri'nin yanına gönderilmeli, oraya gitsin. O razı olmazsa, Medreset-üz Zehra erkânlarına gitsin. Sabri merak etmesin. Her ay Nurlara onun harika hizmeti, bir otomobil fiatından ziyadedir. Onun için gücenmesin.
Saniyen: Kat'iyyen bilinizki; Bu dehşetli itabı gördüğümün sebebi, istirahat için bir arzu ne'vinde ve bir temennî tarzında bir otomobil ile gezmeye gittiğim vakitte, otomobilci dedi ki: "Küçücük otomobiller çıkmış, bin lira gibi bir fiatla satılıyor" Ben de temennî nev'inde dedim ki: "Keşke öyle bir emanet küçük otomobil elimize geçseydi, sair yerlerdeki Nurcu kardeşlerimi ziyaret etseydim" demiştim.Bunu hakiki ve ciddî bir karar vermemiştim, bir arzu iken; buradaki iki hâs kardeşimiz bu arzuyu ciddî bir karar zannedip bin lira değil, dörtbin lira kadar fedakârane çalışmışlar.. Buraya geldiği vakit, yedi saat memnuniyetle telâkki edip, o arzuyu bir duay-ı makbule zennettiğim halde; birden bütün gecede manevî itiraz ve itab gördüm. O arzumun hatasını anladım. Hiç görmediğim bu tarz manevî itabın üç sebebi var.. Başka vakit izah edilecek.
Bu otomobili alan beş kardeşimiz kat'iyyen bilsinler ki; değil beşinin bir otomobil sadaka ve ihsan ve hediye etmeleri, belki onların hayırlı niyetleri cihetinde Risale-i Nur dairesi hizmetinde, her biri tam bir otomobil fiatı kadar bir hediyeyi bilfiil yapmışlar gibi manen kabul edildiğine, bana bir işaret ve kanaat var.
Madem kardeşlerim, sizin halisane bir hizmetiniz hakkında böyle makbuliyeti var.. Siz müteessir olmayınız. Beni de bu manevî itaptan kurtarınız. Hem benim düstur-u hayatıma, hem Risale-i Nur'un sırr-ı ihlâsına zarar gelmek ihtimali bulunan zararı çabuk ta'mir ediniz. Hem otomobil burada kalmasın. En büyük hisseyi veren zatın yanına gitsin. Üç ehemmiyetli sebebi(157)izahettiğim vakit, bu telâşımın hakikatını anlarsınız. Zaten hem şuhûr-u selase, hem üç ay mühim mecmuaların çıkmasına kadar bütün dünya saltanatı verilse de, bakmamaya mecburum. Şayet otomobile verdiğiniz para tam çıkmazsa, o noksanını âla-küllihal ben her şeyimi satıp tekmil etmeye karar verdim.
Umumunuza selâm.. Hakkınızı helâl ediniz.. Ben de sizi helâl ediyorum.
El Baki Hüvelbaki
Kardeşiniz
SAİD-İ NURSİ(158)
(157) O üç ehemmiyetli sebebler, Üstad tarafından yazı ile ve açık şekilde izah edilmemiştir. Fakat araba hadisesinden bir müddet sonra, üstad'ın bir mektubunda; "Nurun muarızı bazı hocalarla siyasileri ilzam eden bir hadise" diye kaydetmiştir.A.B.
(158) Elyazma Emirdağ-1 S: 416
1481
Emirdağlı ve Ceylan Çalışkanın babası merhum Mehmet Çalışkan, mezkûr arabanın alınış hadisesini ve neticesini şöyle anlatır:
“1946 senesiydi. Birgün Üstad kırlarda gezerken ceylana: “Param olsaydı küçük bir taksi alırı, medreseleri gezerdim” demiş. Üstadın bu sözünü Ceylan, Hüsrev ağabeye söylemiş. Hüsrev ağabeyde “Bu bir emirdir derhal taksi alınsın ” demişti. 1946'larda para topladık. Emirdağ, Konya, İnebolu gibi yerlerden biner liradan toplam 6000 lira olmuştu. Tahirî ağabeyinde içinde olduğu bir heyet halinde İstanbul'a gittik. Taksimden Austin tipi siyah bir taksiyi 6800 liraya aldık... Bursadan arabayı teslim alarak Eskişehire geldik. Bende büyük bir endişe başlamıştı. Ancak münafıklar taksiyi görünce neler diyecek diye?.. Ben faturayı kendi üzerime yaptırmıştım. “Ticaret için aldım” diyecektim.
Bu ana kadar bu hadiseden Üstada en ufak bir haber bile vermemiştik. Arabayı Emirdağa getirip gece bahçeye koymuştuk. Tahirî Ağabey: “Kardeşim, artık Üstadın haberi olması lazım.” sözü, üzerine kendisini Üstada gönderdik. Üstad güleryüzle karşılamamış. Sonra sabah erkenden “Ceylanı bana çağırın” diye haber göndermiş, Ceylan yanına gitti. İki satır yazıda yazdırarak: “Bu araba derhal geldiği yere gitmeli. Aksi halde hem benim, hemde sizin tokat yeme ihtimali var” demişti.
Bunun üzerine, Tahiri Ağabeyle istişare ettik. Arabayı Konyaya Halıcı Sabriye gönderdik. Onlarda az bir farkla başkasına satmışlardı.
Araba meselesi böylece kapanmakla kalmamıştı. Dedikoducular arabayı iyice görmedikleri halde, yinede ortalığı karıştırmışlardı. Resmi sorgulamalar, isticvablar oldu.
Sorgu hakimi bana: ”Araba gelmiş hoca efendiye.. Hangi devletten?.. ve daha neler geldi?söyle bakalım” demişti.
Tahkikat uzun sürdü. Neticede beraet ettik.
(Son Şahitler-4, Sh.55)
Hasan Feyzi ve Savlı Hacı hafız Mehmed'in vefatları-3
Nur talebelerinden bu iki büyük zatın, hususiyle Denizli kahramanı Hasan Feyzi'nin vefatları, Üstad Hazretlerini, Hafız Ali'nin vefatı kadar çok sarsmış ve ağlatmıştır. Filhakika Hasan Feyzi Efendi, iki buçuk sene zarfında Risalei Nur'a çok değerli ve büyük hizmetleri olmuş ve Denizli ve civarının ekseriyetle Risale-i Nur'a dost ve talebe olmasına vesile olmuştur. Ayrıca kaleme almış olduğu sekiz dokuz adet ateşîn ve müessir şiir, mersiye ve menkibeleri hem Risale-i Nur camiasında, hem de diğer ehl-i iman arasında büyük şevk ve aşk uyandırmış, gönülleri dalgalandırmıştır.
1482
Hem Hasan Feyzi Efendi'nin Hazret-i Üstad'a karşı çok büyük incizab ve muhabbeti, aşk ve rabıtası pek harika ve emsalsiz olup, Üstad'ına bedelen vefatını can u dilden arzu etmiş, Rabbine yalvarmıştır. "Dahi nezrim buki, canım sana kurban olacak"diye olan o samimî ve halisane ve âşıkane niyazını Cenab-ı Hak kabul buyurmuş ve muradını vermiştir.
Hasan Feyzî'nin vefatından bir sene önce de; Hazret-i Üstad'ın Barla'ya ilk vardığı günlerde, onun ilk mihmandarı olan muhacir Hafız Ahmet Efendi, yine aynı senede Üstad'ın Nurs köyündeki amucazadelerinden büyük âlim Molla Davud dahi vefat etmişlerdi. Şu üst üste dört-beş büyük ve Veli talebelerinin vefatları, Hazret-i Üstad'ı çok ziyade müteessir etmiş ve çok ağlatmıştı.
Evet,1944'de Denizli hapsinde İslam köylü Hafız Ali Efendi,1945'de Barlalı Muhacir Hafız Ahmed Efendi ve aynı senede Nurs'da Molla Davud Efendi.. Ve 1946'da Savlı Hacı Hafız Mehmet ve nihayet Denizli Kahramanı Hasan Feyzi Efendi birbirlerini takiben berzah âlemine göç etmişlerdi.
İşte Hazret-i Üstad'ın, Hasan Feyzi Efendi'nin hastalığı ve sonra vefatı ve bu vefatın bir su-i kasd neticesi olduğunu bildiren mektupları:
1- Hasan Feyzî Efendi'nin hastalığı hakkındaki Üstad'ın gizli bir iması
"Aziz Sıddık kardeşlerim!
Evvela pek çok alâkadar olduğum ve Risale-i Nur'un gayet ehemmiyetli bir merkezi ve az zamada pek çok Nur işini gören Denizli Hüsrev'i ve gayet ciddi ve sadık rüfekaları, hususan Hâkim-i, Adil ve Muharrem ve hafız Mustafa ve sairenin namına bayram tebrikiyle, Hasan Feyzi'nin şiddetli ve tehlikeli hastalığını beyan eden bir mektubu çok ehemmiyetli bir kardaşımız olan Muharrem'den aldım. Kanaat-ı kat'iyem geldi ki; Hasan Feyzi (R.H) aynen Hafız Ali gibi (R.H) benim musibetimin kısm-ı azamını kendine alıp, manevî bir fedakârlık eylemiş. Hafız Ali'nin benim bedelime birkaç emare ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzî de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevafuku kuvvetli bir emaredir ki; Bana çok acıyan ve şefkat eden o kardaşımız, manen hastalığımı kısmen kendine aldı. Bu dört cihetle tevafuk içinde yalnız bir fark var.. Benimki zehirden, tesemmümden.. Onunki soğ'uktan gelmiştir.(159)Elbette Hastalar Risalesi bizim bedelimize onu teselli edip i'yadetül-mariz gibi keyfini sormuş.. ve hastalıktaki büyük sevablar, sıkıntılarını sürûra kalbetmiş. Cenab-ı Hak şifa-i âcil ihsan eylesin. Amin...(160)"
Said-i Nursi
(159)Hazret-i Üstad ilk gelen habere göre ve zahir hale uyarak, evvela böyle yazmışsa da, bilahare yazdığı mektubunda Hasan Feyzi'ye de su-i kasd neticesi zehir verilerek hastalandığına ve vefat ettiğine hükmetmiştir. A.B.
(160) Elyazma Emirdağ-1 aslı S: 309
1483
2- Hasan Feyzi'nin vefatı üzerine:
Aziz Sıddık kardeşlerim! Evvelâ:
Risale-i Nur'un kahramanlarından ve Hafız Ali'nin makamına geçen merhum Hasan Feyzi'nin vefatı, Denizli'ye ve Risale-i Nur dairesine ve bu memlekete büyük bir zayiattır...
Ben merhum Hasan Feyzî'nin vefatını onun şahsı itibariyle tebrik ediyorum.. Ve Denizli'yi ve Nur dairesini ve bu memleketi cidden taziye ediyorum. Bu çeşit zülcenaheyn ve hakiki mü'min ve müdekkik bir alim ve yüksek bir edip, muallim ve te'sirli bir vaiz ve müderrisi kaybettiği için büyük bir musibettir. Cenab-ı Hak inşaallah Denizli gibi kahramanlar ocağından çok Hasan Feyzi ruhunda, nurlara sahip ve nâşir çıkaracak. Bir dane, toprak altına
girer, vefat eder.. Fakat yüz dane sümbülün de meydana geldiği gibi; Rahmet-i İlâhiyyeden ümid-varız ki; Hasan Feyzî ile öyle kudsî bir sümbül verecek, çok Hasan Feyziler Nur dairesinde yetişecekler, vazifesini daha ziyade yapacaklar...
....Ben bütün ömrümde bu derece bir vefattan müteessir olup ağlamamıştım. Hem size bundan evvel yazdığım mektuptaki şiddetli hiddetim ve dimağımdaki perişaniyet, şimdi tahakkuk etti ki; o kahraman kardeşimizin vefatı gününden başlamış. Hatta o te'sir, ihtiyarımi selb etmişti. Öleceğim diye hizmetçiye vasyetimi söyledim. Demek ikinci ruhum hükmünde Hasan Feyzi, benim bedelime ölmüş ve ölüyor. Hatta onun vefat mektubunu bütün bütün âdetime muhalif, bir buçuk saat elimde iken açamıyordum...(161)"
3- Hasan Feyzi'nin bir su-i kast neticesi vefât ettiğini bildiren Üstad'ın mektubu:
"...Ehl-i siyasete hiç bakmadığım halde, bugün tesadüfen kulağıma girdi ki: Câmileri kaldırmak için meclisde bir kısım meb'uslar çalışmışlar. Aynı vakitte beni tesmim ve Hasan Feyzi'nin ölüm hastalığı tesadüfe benzemiyor. Bu üç su-i kasd aynı zamanda birbiriyle alâkadar görünüyor. İkisi şimdilik âkim kaldı. Birisi bir kahramanı aldı..(162)"
"...Bu merhum kardeşimizin Nur'a aid müteaddit vazifelerini tamamen görecek ve şâkirtlerin tensibiyle ve meşveretiyle intihab edilecek bir iki kahraman bulununcaya kadar, o vazifeleri taksim-ül a'mal suretinde her bir şâkirt bir vazifesini yapmağa başlasın. Ahi Osman, bu vazife Isparta'da sana düştü. Hem oradaki kardeşlerin meşveretiyle onun yeri
(161)Elyazma Emirdağ-1 aslı S: 310
(162)Aynı eser S: 320
1484
boş kalmamak için, Nur'la onun gibi çok alâkadar birisi şimdilik Denizli Hüsrev'i vaziyetini alsın. Ona hediye ettiğim takkeyi muhafaza etsin, ta hakiki sahibi çıkasıya kadar...(163)"
Merhum Hasan Feyzi Efendi'nin vefatı 13 Kasım 1946 çarşamba günüdür. Allah bin rahmet eylesin...
TEKRAR ZULÜMLÜ VE ZULMETLİ AHVAL
Üstad'ın ilk Emirdağ hayatı başından 1947 ortalarına kadarki üç senede cereyen eden vakıaları iki taraflı kaydetmeye çalıştık. Gâh zulümlü ve zulmetli ahvalden, gâh nuranî ve Kur'anî inkişafat ve imandan söz ettik.. Fakat tamam yazdık, her şeyi kaydettik, dememize imkân yoktur. Çünkü burada o kadar hadiseler cereyan etmiştir ki!...
Evet, Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin Emirdağ'ına getirildiği seneye kadarki yirmi yıllık iman ve Kur'an hizmetlerinin en inkişaflı devresi burada olmuştur. Üç buçuk senelik bu devrede din düşmanı gizli zındık komitelerin en azgın zulüm ve tecavüzleri de burada olmuş, burada son haddini bulmuştur. Adeta bir noktadan kendilerinin ve hempalarının son devrelerini yaşamakta olduklarını hissetmişcesine; Bediüzzaman'ın şahsında tecavüzlerinin en çirkin şeklini icra etmişlerdir. İlk sıra Rumelili Afyon Valisi ve sosyalist Emirdağ Kaymakamı eliyle alenî şekilde ve son derece kanunsuzca Hz. Üstad rahatsız ediliyordu. Kayakam, çekinmeden hükûmet koltuğunda Bediüzzaman'ın vücudu ortadan kalkacaktır(164) diyebiliyordu. Zamanın Dahiliye Vekili de gizli direktdiflerle bu durumu destekliyordu. Üç defa su-i kasd niyetiyle zehir, iki defa başındaki sarığına kanunsuz şekilde,- kırda ve dağda iken-ilişmeler ve karakollara getirilmeler... Kapısının anahtarını da kendisinden alıp, bekçilere
teslim etme gibi gayr-i resmî hapisli zulümler ve su-i kasdlerin apaçık numûneleri cereyan ediyordu.
-Yıl 1947
Zulümler, kanunsuz keyfî muameleler böylece devam edip, gele gele, takvimler 1947'nin ortalarını gösteriyordu. Bu ana kadar dinsizce plân ve projelerin tüm denemeleri boşa gitmişti. Yani, verdikleri zehirler Allah'ın inayetiyle Üstad'ı öldürememişti. Şahsına yapılan keyfi ve küfrî tecavüzleri
(163)Aynı eser S: 317
(164)Tafsilat için bak Emirdağ-1 S:170
1485
de, Üstad sabır ve sekinetle karşıladığı ve umumî asayiş ve Risale-i Nur'un iman hizmetinin selâmeti için tahammül etmesi sayesinde geçiştiriyor, hadisesiz geçiştirilmesini temin için de Hazret-i Üstad sarf-ı himmet ediyordu. Din düşmanı zındık komitelerle C.H.P ileri gelenleri iş birliği halinde, çeşitli plân ve projeler tatbik etmenin denemeleri devam ediyordu. Bunlardan birisi: Afyon Valisi telefonla: "Said-i Nursi'nin kapısını kırın, çarşıda teşhir suretinde başına şapka koyun öylece hükûmete getirin" diye menhus ve plânlı emrinden bir müddet önce de, Reisi-i cumhur İsmet İnönü Afyon'a gelerek burada yaptığı konuşmada:(*) "Bu vilâyette yakında dini bir karışıklık olacak"(165) diye mezkûr plânların sinyallerini veriyordu. Demek bir proje hazırlanmıştı. Amma yine de boşa gitmiş, tutmamıştı.
Bir müddet sonra da, Afyon Valisiyle Emniyet Müdürü, geceleyin Emirdağ'ına gelerek; Üstad'ın kapısını gece yarısında kırıp âniden baskın ile içeri girmeyi istemişlerse de; ayyaş, ama vicdanlı kanunperest savcı buna muvafakat etmemiş, kanunsuz olduğunu söylemişti. Mecburen o işi sabaha bırakmışlar, dışardan ve içerden kilitli olan Bediüzzaman'ın kapısını zulmen kırarak âniden içeri dalınmıştı. Hem de en fasık ve tiynetsiz kimseleri bu işte kullanmışlardı.. Lâkin hiçbir şey bulamamışlar, Kur'an ve dua kitabından başka..."(166) Buna rağmen Üstad Hazretleri ihtiyar, hasta ve çok zaif haliyle hükûmete celbedilmiş ve kasd-ı mahsusla dört saat ayakta ifadesini almışlardı. Bu tâğıyane zulmün cezası olarak aynı günde Emirdağ'ında zelzele olmuş, herkesi korkutmuştu.(167)Ve daha benzeri şenî' ve çirkin tecavüzler...
Evet beşeriyet tarihinde böyle dini için, vicdanî kanaatı için ve hususî münzeviyâne kıyafeti için; bir din âlimi, bir iman rehberi ve vatanperver, kahraman ve mücahid bir İslâm dâhisi böylesi zulüm ve âdî tecavüzlere hedef olmamıştır desek mübalağa etmiş olmayız.
TAFSİL
Şimdi 1947 yılının birinci yarısından başlayıp ta 1948 başlarına, ta Afyon hapis hadisesine kadar cereyan eden hadiseleri, zulüm ve tecavüz eşkâlini, az ilerde tafsilen kaydedilmesine çalışmaya gayret edilmekle birlikte; bu arada 1944'ten mezkûr tarihe kadar uygulanmış zâlimane ve alçakça muamelelerinin tasvirini yapmak üzere Hazret-i Üstad'ın Emirdağ'ında
(*) Hadisenin içinden sâdık bir şahidin ifadesi Emirdağlı Terzi Mustafa Bilal demişki: İsmet Paşa 1947 senesin içinde Afyona gelip burada yaptığı Konuşmasından sonra, Üstad Hz.lerine karşı tazyik ve zulümler daha da çoğaldı..ve neticesinde onu Afyon hapsine aldılar..(Son Şahitler-4,Sh:20)
(165)Aynı eser S:156
(166)Aynı eser S:170
(167)Aynı eser S:168
1486
mezkûr muamelelere karşı yaptığı müdafaalar veya onlara gönderdiği dilekçelerine bakacağız. İşte:
Hazret-i Üstad 9-10 senelik Barla ve Isparta hayatında ve sonra yedibuçuk senelik Kastamonu hayatında şahsına karşı uygulanan tazyik ve hürriyetine tecavüz muamelelerine karşı hiç aldırış etmeden -talebelerine durumu bildirmekten başka- hiçbir müracaâtı olmamışken; Şu Emirdağ'ındaki üç buçuk senelik hayatında ise, Afyon hapsi öncesinde yazdığı istidalardan başka onbeş defa resmî makamlara yaptığı müracaat veya ikâz dilekçeleri bu zulüm ve tecavüzlerin ne derecede olduğunu açık göstermektedir. Evet Hazret-i Üstad, Emirdağ'ına ilk geldiğinde, iskân memuruna verdiği dilekçe ile, "Kendi kendime bir hasbihaldir" ve onun zeyli.. ve İçişleri Bakanlığı'na yazıp göndermediği dilekçe.. Ve Ankara Emniyet Genel Müdürlüğü'ne gönderdiği istad'a.. ve Afyon Emniyet Müdürü'ne yazdığı dilekçe.. ve Meclis Başkanı ve bazı makamlara yazıp gönderdiği arzuhal.. ve Emirdağ'ı zabıtasına verdiği iki dilekçe.. Ve Reis-i Cumhura gönderdiği istid'a ve onun zeyli.. Ve Emirdağ'ı C.Savcısına yazıp gönderdiği arzulah.. Ve Sorgu Hâkimliğine yaptığı müracaat gibi istid'a ve arzuhaller bu çirkin zulümlü tecavüzlerinin bâriz delilleri olduğu gibi; Kastamonu'da, sadece bir defa valî Mithat Altıok'un isteği üzerine vilâyete celbedilmesinden başka, hükümete çağrılmıyan Üstad Bediüzzaman, burada Emirdağ'ında, on defadan fazla zabıtaya ve karakola ve yahut da adliyeye getirilmesi olmuştur. Bu da mezkûr kabih tecavüzlerinin ve keyfî kanunsuz muamelelerinin ayırı bir delilidir.
Dostları ilə paylaş: |