kakıy- , 1.dik durmak; kendini dimdik tutmak; 2. dikilip durmak; tanğ atkança çınm etpey kakıyıp çıktım: bütün gece göz kapamadan dikilip durdum.
kakıyt- , et. kakıy- ’dan.
kakim= akim.
kakkı, 1. dürtme; kakkı ce- yahut kakkı kör: her türlü zorlamalara ve itiş- kakışlara maruz olmak; baarınan hakkı- sokku koröt- : her yandan dürtüş- itiş vuruş görünüyor; herkes onun üzerine varıyor; ret, ademi kabul.
kakkıla- , sıksık vurmak; takırdatmak.
kakku= kakkı.
kakmar, 1. gayet pis ve örselenmiş nesne; 2. pis, kaka (kadınlar tarafından çocuklara tevcih edilen sövme) .
kakpak= kapkak.
kapaş= kak baş (bk. kak III) .
kaksız= koorsuz; oorusu kaksız ayıktı; hastalığı büsbütün geçti.
kakşa- 1. hıçkırmak; acı acı ağlamak; kan kakşadı: acı acı ağladı; 2. sancı yapmak; şiddetli ağırmakç mustak suuğa salganda, kol kapşap ketet: soğuk suya sokarken el karıncalanıyor; 3. çok konuşmak; durmadan gevezelik etmek; kakşap ırdayt: durmadan ırlıyor (şarkı söylüyor) ; çok şarkı söylüyor.
kakşaal sert, vahşî, ıssız (başlıca, mahal, tabiat hakkında) ; aram kakşaal! : sık sık kadınlar çocukları böyle azarlıyorlar.
kakşan- , hıçkırarak ağlamak.
kakşat- , et. kakşa- dan.
kakşı- , kurumak; kakşığan çöl: kuru çöl! murdum kakşıp turat: burnumun içi kurumuş.
kakşıkta- , 1. tevbih etmek; azarlamak; başa kakmak; 2. istihza etmek; bir kimseye onda bulunmıyan meziyetleri atfederek eğlenmek.
kakşıt- , et. kakşı- dan; süttön kakşıttımbı? : seni sütten mahrum ettim mi?
kakta- , 1. kurutmak; kavurmak; kızartmak (kap içinde değil de, şişte) ; kaktabay kanın sorot: kavurmadan kanını emiyor; bay- manaptar eldin kaktabay kanın sorğon: baylar ve manaplar halkın kanını emdiler; 2. (hayvan yavrusu hakkında; anasının memesini) son damlaya kadar emmek; 3. hayvanın sütünü son damlaya kadar sağmak; koydu kaktap saasa, koyarık bolot; koyunun sütü son damlaya kadar sağılırsa, koyun zayıflar.
kaktı: kün kaktı bolğon at: sıcak havalarda çok binildiğinden semirmek istidadını kaybetmiş olan at; eyer kaktı: 1) (at hakkında) fazla eyer altında bulunan ve çok binilmek yüzünden takattan düşen; 2) (insan hakkında) ; at üzerinde çok dolaşan ve buna alışık olan.
kaktır- , et. kak- V’ten.
kal I, f. 1. ben; hâl; 2. leke (folklorda sık- sık ihtiyarlık ve dermansızlık olmak üzere kullanılmaktadır) ; karılık basıp etimdi, kal basıp nurluu betimdi folk. : ihtiyarlık vücudumu ezdi, nurlu yüzümü leke bastı.
kal- II, 1. kalmak; geri kalmak; aşım kalsa- kalsın, işim kalbasın ats. : yemeğim kalırsa kalsın, işim kalmasın; kalgan: kalan, bakiye; murun artta kalğan uluttar: eskiden geri kalmış olan milletler; kiyin kal- : gecikmek; gecikerek gelmek; çatakka kaldı: nâhoş bir işe karıştı; kalğan- katkan: kalıntılar, artıklar; döküntüler; kala berse bk. ber- II; biröö kalbastan: hiç biri kalmadan; istinasız hepsi; bir caş kalbastan: bütün gençliğin hepsi; ordunda kaldı: kendisine yol verildi; üögö (yahut üydö) kal- : evde kalmak; Maskööğö (yahut Masköödö) kaldı: Moskova’da (bütün bütün yahut uzun zaman için) kaldı; tilden kal- : 1) dilden mahrum olmak; konuşmak istidadını kaybetmek; 2) mec. ölmek; bügündön kalbay; bugünden tezi yok, muhakkak bugün; kış cakın kaldı: kış yaklaştı; köönüm kaldı: hayal kırıklığına uğradım; soğudum; az kaldı: az kaldı; az kalıpsınğar: az kaldı siz. 2. kal- fiili yardımcı fiil rolünde işin beklenilmemiş olduğunu gösterir (karş. ket- I) ; batpay kaldı: sığmadı; kelbey kaldı: gelmeden kaldı, gözükmedi; köktöm bolso, bolup kaldı; bahar geldi artık; düşman kelip kalsa: ya bidenbire düşman gelirse; at turup kaldı: at durdu kaldı (ve bir daha yürümek istemiyor) ; saat catıp kaldı: saat durdu; töşökkö cata kaldık: yatağa düşüverdik; bala on ayğa cetpey ölüp kaldı: çocuk on ay bile yaşamadan ölüverdi; maksatına cetpey ölüp kaldı: maksadına ermeden ölüverdi.
kala I, hububat övütme ücreti.
kala II= kaala.
kala- III, 1. bir daire şekli vererek, biri biri üzerine dizmek; tezeği mahrutu nakıs şeklinde birbiri üzerine koymak; üzük kala- : obayı üzük’la (bk.) örtmek; tuurduk kala- : obayı tuurduk’la (bk.) örtmek; çiy kala: obayı çiy ile (bk. çiy I) kuşatmak; eşikke kiyiz kala: kapıya keçe geçirmek; 2. örmek, yükseltmek (duvarı) ; 3. (ateş) tutuşturmak.
kalayık, a. millet (toplantıda söz söylerken halka böyle hitap edilirdi) .
kalayla- I, kalaylamak (kalay sürmek) ; 2. bir işi yalnız gösteriş için yapmak (dileyim, bir şeyi hakikî gümüşle değil de, gümüşe benziyen bir nesne ile kaplamak) ; dayanıksız yapmak.
kalaylat- , et. kalayla- ’dan.
kalayman, 1. kargaşalık; isyan; 2. kon. kıyam çonğ kalayman: büyük ayaklanma (1916 yılında) ; çonğ kalayman cili büyük kıyam senesinde (1916 yılında) .
kalcıra- 1. mırıldanmak; saçmalamak boş boğazlık etmek; kalcırap oozunğa kelgendi süylöböy otur: ağzına geleni söyleyip, saçmalayıp oturma; 2. gülünç ve kötü bir vaziyette bulunmak.
kalcırat- , et. kalcıra- ’dan.
kalca, löğusaya verilen etli yemek.
kalç, titremeyi ifade eden taklitlik bir sözdür; muundarı kalç- kalç: boğumları tiril- tiril… (diyelim, korkudan) ; kalç kalç et- : titremek.
kalça I, görünüşü çirkin ve biçimsiz (insan hakkında) .
kalça- II, (aşık oynarken) bütün oyuncuların vuruş aşıklarını almak ve oyunu kimin başlayacağını tayin eylemek için onları dağıtıp atmak; (çakıl taşlarıyla oynarken) “köpekleri vurmak” (tabir) ; kalçap kalğan: mec. seçme.
kaldakta- , sallanmak, dalgalanmak (kocaman ve biçimsiz nesne hakkında) .
kaldalanğda- , 1. telâşçı olmak; 2. saf, saf dil olmak.
kaldalasta- , telâş etmek; bir işi acele, telâşlıca, şaşkın bir halde yapmak.
kaldanğda- , biçimsiz ve ağır hareket etmek; coru kaldanğdap uçup kaldı: akbaba (kanatlarını geniş açarak) biçimsiz ve ağır uçtu.
kaldasta- = kaldalasta- .
kalday I, Şarkî Türkistan Moğollarının idarî rütbelerinden biridir.
kalday II, öne doğru çıkı olmak; kabarmak; biçimsiz şekilde bulunmak; kaldayğan kara börük: yüksek siyah kalpak; köktö kaldayğan kara bulut; gökte kocaman kara bulutlar; kaldayıp catkan kara tün: aşırı karanlık gece; teri kaldayıp katıp kaldı: deri kurusu ve tümseklenip kabardı; bürküt kaldayıp uçup kele atat: kara kuş ağır ve kabasaba uçup geliyor.
kaldayınğkı, bir parça çıkık, kabarık; bir parça biçimsiz şekilde olan.
kaldayt- , et. kalday- ’dan; tonun kaldaytıp kele atat: bol kürkünü giymiş halde geliyor.
kaldık, kalıntı, bakiye; eski adat kaldığı; adet bakiyesi; kötü inanç; talkalanğan taptardın kaldıktarı: tarumar edilmiş olan sınıfların kalıntıları.
kaldır, gümbürtü ve şakırtı sesini taklittir; eşik kaldır etip açıldı: kapı gürültü ile açıldı; kaldır- kuldur: paldır küldür.
kaldıra- , gürlemek; gümbürdemek; kaldırap tüştü: gümbürtü ile düştü.
kaldırak, 1. hışırtı yapan; şakırdayan; 2. gümbürtü; arabanın kaldırağı: araba gürültüsü; 3. kalkan; zırh; kaldıragan salınıp, kalday çığa uruştu folk: zırhını giyerek, kalday’ini giyerek (bk. kalday I) öne çıkarak döğüştü.
kaldırat- , gürültüyü, aşırı hışırtıyı mucip olmak.
kalem, grek. (arapça ve farsça vasıtasiyle) yazı aygıtı; saz kalem; kalem sapı; kurşun kalem; kalem uç: (çelikten) kalem ucu; kalem sap= kalemsap; kamış kalem: kamıştan yapılan kalem; kalem akı es.(resmî evrak) yazma ücreti; kalem kaş folk. ince kaşlı (dilberin sıfatı) ; 2. mec. kader, alınyazısı (mutat olduğu üzere, kelime bu mâna ile Allahın adıyla bir arada kullanılır) .
kalempir, grek. (arapça ve farsça vasıtasiyle) : kırmızı biber; kalempir açuu- tuz bolboyt ats. biber acıdır. (lâkin tuz değildir, tuz yerini tutmaz) .
kalınğ I, 1. kalın, sık (mes. orman hakkında) ; kalınğ toko: sık orman; kalınğ el: gayet çok halk; kalınğ proletariat köpçülüğü: geniş emekçi kütlesi; 2. (karş. çoon 1) : (mes. kâğıt, kumaş, tahta hakkında) ; kalınğ kağaz: kalın kâğıt; kalınğ çapan: kalın, sık palto; kar kalınğ: kar çoktur; 3. derin; kalınğ boldu orubuz folk. hendeğimiz derin oldu.
kalınğ II, es. mihir (alınan kız için verilen mal, para v. s. : ağırlık) : septüü kızdın kalınğı seksen cılkı, segiz töö ats. çeyizli kızın mihri seksen at ve sekiz deveden ibarettir; kalınğ (yahut kalınğmal) ce- : mihr almak.
kalınğda- I, kalınlaştırmak; sıklaştırmak; kalınğdap kiyin: kalın, sıcak giyinmek; kalınğdağan kol: hesapsız çok asker.
kalınğda- II, es. mihir vermek suretiyle kız isteme (bk. kalınğ II) .
kalınğdal- , kalınlaşmak, sıklaşmak.
kalınğdan- , koyulaşmak; sıklaşmak.
kalınğdat- , et. kalınğda I- ’den.
kalınğdattu, işs. kalınğdat- ’tan.
kalınğdık, 1. sıklık (mes. , ormanın sıklığı) ; kesafet (mes. , nüfusun kesafeti) ; kalınlık (mes. , tabakanın, kerestenin, kâğıdın v.s. nin kalınlığı) ; kalınğdığı bir eli küzgü: bir parmak kalınlığı ayna.
kalıp, 1. şekil; model; kalıp; kalıp taş: taştan (kurşun dökmek için) model; kalıpka sal- : kalıba dökmek; kalıba gelmek; şekil vermek; bir kalıpta: değişiksiz; ayni vaziyette, kalıbındağı boydon koldonulbayt: safi halinde kullanılmıyor; kalıbına keltirüü: iptidaî şekline getirme; eski şeklini diriltme: restauration; 2. yalnız bir tarafında nakışlar bulunan madenî zıynet.
kalıpta- , 1. şekil vermek; kalıba gelmek; 2. eski haline komak.
kalıptan- , 1. bir şekil almak; kalıba gerilemek; 2. eski şekline dönmek.
kalıptant- , et. kalıptan- ’dan.
kalıptantuu, eski haline koma.
kalıptat- , et. kalıpta- ’dan.
kalıs, a. 1. kararsız: hasbî; bitaraf: tarafsız; şahsan menfaatlı olmıyan; kalıs kal- : rey vermekten istinkâf etmek; kim kalıs kaldı? : kim istinkâf etti? ; köpçülük caktap, azçılık karşı kol kötördü, kalıs kaluuçu bolğon cok: çoğunluk lehte, azınlık aleyhte rey verdi, çekinen (istinkâf eden) olmadı; 2. hakem; kalıska sal- : 1) hakemler hükmüne komak; 2) hakem olarak göstermek.
kalkalan- , saklanmak; kendini müdafaa etmek; himaye altında bulunmak.
kalkaloo, himaye etme; müdafaa.
kalkalooçu, hâmi; müdafaacı.
kalkaluu, başkaları için arka ve mesnet olan; erdemli; kalkanğ tiygen dalayğa kalkaluu elenğ tobumdan folk. : bir çok kimseler senden iyilik gördü, benim çetemin içinde sen en faziletli kimsesin.
kalkan, 1. kalkan; 2. siper; perde; sığınak; 3. içine kurşun doldurulmuş olan aşık; 4. kılgan otu (karş. ködöö, tulanğ) ; 5. = kaldırkan 1.
kalkançı= kalkan 1.
kalkançık, siper; perde.
kalkay- , siper gibi bir şeyin üzerine sarkmak (mes. şapkanın geniş kenarları gibi) .
kalkayt- et. kalkay- ’dan.
kalkayuu işs. kalkay’dan.
kalkı- , bir mayıin yüzüne çıkmak, üstte yüzmek; suu üstündö kalkıp cüröt: su sathında yüzüyor.
kalkılda- , 1. küçük dalgacıklar meydana gelmek (suyun sathı hakkında) ; cürögüm kalkıldap turat: bulantı hissediyorum; 2. kımıldamak; süzülerek hareket etmek; aeroplan kalkıldap uçat: tayyare süzülerek uçuyor; olku- solku kalkıldap folk. kâh sağa, kâh sola iğilerek; 3. kaynaşmak; kalkıldağan kalınğ el: hesapsız çok halk.
kalkıldat- , et. kalkılda- ’dan.
kalkıt- , et. kalkı- ’dan.
kalkıy- , kurumlu bir tavır takınmak, kurumlu bir tavırla dikilmek (uzun boylu adamlar hakkında) .
kakoz, kon. = kolhoz.
kalkozçu, kon. = kolhozçu.
kaloo, işs. kala- III’ten; kaloon tapsa, kar küyöt ats. tutuşturma usulünü bulursan, kar dahi yanar.
kalot, r. kütük.
kalp, a. yalan; kalp ayt- : yalan söylemek; kalpınğdı koyl: söylemesini bırak!
kalpa, a. tar. 1. muallim; 2. kendisine küçük talebeler zümresine nezaret etmek ödevi tevdi edilen büyük talebe: halife, kalfa; 3. bir şeyhin müridi (bk. eşen) .
kalpak, 1. sivri tepeli keçe kalpak: külâh; kuu kalpak: görmüş- geçirmiş; çevik; kurnaz; bir takım işler becermesini bilen; ak kalpak 1) beyaz külâh; beyaz kalpak; 2) mec. kırgız; 2. mec. mıymıntı.
kalpalık kalfalık (bk. kalpa) .
kalpıçı, yalancı; kalpıçının kuyruğu bir tutam ats. yalancının mumu yatsıya kadar yanar (harf. : yalancının kuyruğu bir tutam) .
kaltakta- , 1. titremek, sallanmak (ihtiyar kimsenin kafası ve elleri hakkında) ; bir yandan öbür yana iğrilmek; 2. telâş etmek; şaşalamak; şaşkın bir halde bir yandan öbür yana kıvranmak; kaltaktap emne kıların bilbey catat: şaşaladı ve ne yapacağını bilmiyor; unruluğu çıkkansıp, kaltaktap karap turğan kişiçe sandıraktayt: hırsızlık yaparken yakalanmış adam gibi, şaşkın şaşkın bakarak, sayıklıyor.
kaltaktat- , et. kaltakta- ’dan; çonğ çara kımızdı kaltaktatıp kötürüp alıptır: o kadar büyük bir tasla kımız getiriyor ki ağırlıktan müvazenesini kaybederek sallanıyor.
katala- : kaltalap al- : torba torba, çuval çuval almak; (kıymetli şeyleri) bol bol almak.
kaltar, parlak siyah tüylü tilki (mavi tilki) ; cünü kaltarday bolup cata kaldı: 1) kılları mavi tilkinin tüyü yatıverdi; 2) mec. gayet zevklandı; suluuluğunğ karasam, suusar menen kaltarday folk. senin güzelliğine bakıyorum da, o zervada ile mavi tilkiye benziyor; ak kaltar: mavi tilki envainden biridir.
kaltay- , mutedil, mütevazi olmak: kaynağa kaltaybasa, kelin kelteybeyt ats. : büyük kayın mütevazi olmazsa, gelin de saygılı olmaz.
kaltıldoo, işs. kaltılda- ’dan; bul maselede kaltıldoo kerek emes: bu meselede tereddüde mahal yoktur.
kaltır- , bırakmak: terketmek; ordunda kaltır- : yerinde bırakmak; ordunan kaltır- : yerinden çıkarmak, vazifesine son vermek, yol vermek; tanğ kaltır- : hayrete düşürmek; şaşmayı mucip olmak.
kaltıra- , titremek.
kaltıran- , irkilmek, titremek.
kaltırak, titreme; bütkön boydu kaltırak bastı: bütün vücut titredi.
kaltırat- , titremeyi mucip olmak: titretmek.
kaltırt- , et. kaltı- ’dan.
kaltıru, bırakma: terketme; ordunda kaltıruu: yerinde bırakma; ordundunan kaltıruu: yerinden kaldırma vazifesine son verme.
kalu bala, a. : kalu balada cazılğan: ezelde yazılmış.
kaluu, işs. kal- II’den; işinğden kaluuna emine sebep boldu? : senin (mahkeme) işinin geri kalmasına sebep ne oldu?
kam I, f. çiğ; ham; tört tülük malın bölğülö, arpasın kam orğula: folk. bütün hayvanlarını musadere ediniz, arpasını da yeşil halinde biçiniz! ; kam teri: ham deri; işti kam kılıp koydu: işi şöyle böyle, üstün körü yaptı; kam köş: gevşek, zayıfça; kam köş bayladınğ: gevşek bağladın; kam köştük: gevşeklik; dayanıksızlık.
kam II, a. gam, endişe, kaygı; kış kamı: kışa dair endişe; kam ce- : gam yemek, bir şey hususunda kaygı göstermek; bir işe başlamak; kış kamın cep atat: kışa hazırlanıyor; eldin baarı tiriçiliğine kam urdu: herkes dirimlik (günlük) işleriyle meşgul oluyor (harf. : bir eli odunda, bir eli suda, zavallı canı rahat edemiyor) ; kam- cem, bk. cem.