A'dan z'ye şefaat (Şefaat üzeriNE)



Yüklə 487,84 Kb.
səhifə11/17
tarix06.09.2018
ölçüsü487,84 Kb.
#78292
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   17

Şefaat Allah'a mahsustur


Gerçek ve doğru şefaat ile batıl ve yanlış şefaat arasındaki temel fark şuradadır: Gerçek şefaat Allah'tan başlar ve günahkâr kişiye ulaşır. Batıl anlamda şefaat anlayışında ise, şefaat girişiminin günahkâr kişiden başladığı ve aracılar vasıtası ile Allah'a ulaştığı sanılır.

Gerçek şefaat de, Allah, rahmet ve mağfiretini günahkârlara eriştirebilmek için vesile, diğer bir deyişle şefaatçi tayin buyurmaktadır. Batıl şefaat de ise, kendisine şefaat edileceği varsayılan kişi, diğer bir deyişle günahkâr, vesile ve aracıyı tayine kalkışmaktadır.

Dünyada örneklerine rastlanan batıl şefaatlerde suçlu kişi şefaatçisini tayin eder. Gerçek şefaatte ise, şefaatçi olan nebileri, velileri, ve Allah'a yakınlaştırılmış kimseleri  vesile kılan Allah'tır.

Diğer değişle batıl ve yanlış şefaat anlayışında şefaat eden, günahkârın etkisindedir ve sonuçta günahı bağışlama yetkisinin sahibi olan makam da şefaatçinin etkisinde kalır. Oysa gerçek anlamı ile şefaat sürecinde aksinedir. Katında şefaat edilen kudret sahibi Allah , şefaatçinin şefaat etmesinde etkendir. Şefaatçi;, O'nun iradesi ile günahkâr üzerinde etkili olur. Şu hâlde şefaat sürecini harekete geçiren, yanlış şefaat anlayışında günahkâr kişi, doğru ve Kur'ân'a uygun şefaat anlayışında ise Allah'tır.

Sadr-ül Müteellihin Hadîd suresini tefsir ederken güzel, ince ve ilmî bir açıklama ile batıl şefaati doğru şefaatten ayırmaktadır. Bu evrende batıl şefaat örneklerine (adam kollama, kayırma ve kendi adamlarını kurtarma) niçin rastlanabildiğini, ahiret âleminde ise niçin bu gibilerin gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu açıklamaktadır.

Zatî illetler ve ittifakî illetler [doğal sebepler ve nedenler ile arızî ve tesadüfî sebepler ve nedenler] olduğu gibi zatî gayetler ve bil-araz gayetler [doğal, kendinden hedefler ve erekler ve arazî, ilineksel hedefler ve erekler ] vardır. Bu evrende, ittifakî illetlerin de bazen bir şeyin yazgısını belirlemesi mümkündür. Bu imkân sadece insan toplamlarına özgü de değildir.

Yine bu evrende bir şeyin doğal ve kendinden hedefine, "gayet-i zatî"sine erişmeyip ancak "gayet-i bil-araz"a erişmesi, ilineksel erekte kalması da mümkündür. Oysa ahiret evreninde tesadüfî ve arızî etkenler işe karışmaz. Bu konu, bu felsefiî boyutları ele alındığı takdirde, çok yüksek bir düzeyde olacaktır. Bu konuda fazla ayrıntılı açıklamalara girmeksizin, Sadr'ül Müteellihin'in Tefsiri'ne atıf yapmakla yetinmek zorundayız.

Kur'ân-ı Kerim'in, "Allah'ın izni olmadıkça" şefaat mümkün olmadığına ilişkin ayetleri de aynı hususa ilişkindir. Özellikle Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda son derece ilgi çekici ve hayranlık verici bir ibare vardır: "De ki: Şefaat, tümüyle Allah'a özgüdür."[196]

Bu ayet, tam bir açıklıkla şefaatin varlığını doğrulamakta, aynı zamanda yine tam bir açıklıkla bütün gerçek şefaat olgularında şefaat yetki ve kudretini Allah'a nispet etmektedir, Allah'tan bilmektedir. Çünkü şefaatçiyi şefaatçi kılan da yine Allah'tır. Bu ayetin kapsamında sadece mahşer günü vuku bulacak şefaat olguları, bir deyişle çıkış eğrisi bulunabilir.

Yine bu ayetin, mutlak olarak bütün vasıtaları ve aracılıkları, rahmet tecellisi olmaları itibarı ile, kapsaması da mümkündür.

Diğer bir deyişle, iniş eğrisini, Allah'tan gelen bütün rahmet tecellilerini de kapsamına alabilir. Demek oluyor ki, ayeti kerime bu geniş kapsamı ile evrendeki bütün sebep-sonuç düzenini ve Allah'ın mutlak kudretini de kapsamış olabilir.

Nasıl yorumlarsak yorumlayalım, hiç değilse ahiret şefaati ayeti kerimenin kapsamına girmektedir. Bundan da suçlunun Allah'ın iradesi olmaksızın kendiliğinden şefaatçi tayin edemeyeceği ve şefaat için de bir şey yapamayacağı anlaşılmaktadır.

Aklî yönden bu hususun kanıtı şudur: İlâhî felsefede zât açısından "vacib-el vücud olanın bütün yönlerden, bütün nitelik ve özelliklerle vacip olduğu" sabit olmuştur. Vacib-el vücud'un, mutlak ve zorunlu varlığın, başka bir illetin etkisi ile meydana gelmesi mümkün olmadığı gibi, sıfatlarında ve eylemlerinde de başka bir illetin etkisinde kalmasına imkân yoktur. O mutlak ve saf etkendir, başka hiçbir etki altında kalması, bir etkenden etkilenmesi söz konusu değildir.

Tevhit ve Velileri Vesile kılma


 

Allah'ın velilerinden vesile olmalarını ve şefaat dilemelerini istemeden önce kime başvurduğumuzu ve kimden şefaat istediğimizi iyi incelememiz ve belirlememiz gerekir. Bu dilek, Allah'ın vesile kıldığı bir kimseden olmalıdır. Kur'ân-ı Kerim buyurur ki:  "Ey inananlar Allah'tan sakının ve O'na "vesile" arayın." [197]  Şu hâlde, genel bir ifade ile şöyle söyleyebiliriz: Bir vesile bulmaya girişmek sebeplere yapışmak; sebepleri yaratanın da Allah olduğunu, sebebi sebep kılanın da sadece Allah olduğunu, bu vesile ve sebeplerden yararlanmamızı dileyenin de yine Allah olduğunu aklımızdan çıkarmazsak, asla şirke düşmüş olmayız. Tevhidin özünde kalmışız demektir.

Bu yönden, maddî sebepler ile ruhî sebepler arasında, zahirî sebepler ile manevî sebepler arasında, dünyevî sebepler ile uhrevî sebepler arasında hiçbir fark yoktur. Sadece şu noktaya dikkat edilmelidir ki, maddî sebeplerin etkisinin nasıl olduğunu, ilmiî deneylerden yararlanarak belirleyebiliriz. Şefaat konusunda olduğu gibi yine Allah'ın tayin ettiği manevî sebeplere gelince, bu manevi sebep ve vesilelerin hangileri olduğunu ise vahiyden, Kitap ve Sünnet'ten yararlanarak belirlememiz gerekir.

İkinci olarak, velilere tevessül edildiğinde, şefaat istendiğinde, Allah'a yönelmeli, O'ndan şefaatçi ve vesile aracılığı ile mağfiret istenmelidir. Çünkü daha önce söylediğimiz gibi, şefaatçiyi şefaatçi kılmış olan Allah'tır. Allah böyle dilediği için şefaatçi şefaat edebilir. Batıl şefaat türlerinde ise, aracı aranır, O'na yönelinir, katında şefaat edilecek makamı etkilemesi istenir. Şu hâlde asıl yönelişimiz şefaatçiye olursa, Allah'a yönelmiş değil isek, işte bu takdirde ibadette şirke düşme tehlikesi varit olacaktır.

Allah'ın fi'ilinin bir düzeni vardır. Bu düzene önem vermeyen kişi yolunu sapıtır. İşte şefaat konusunda da düzen vardır. Yüce Allah, bu sebeple günahkârlara Resul-i Ekrem'e (s.a.a) varmalarını, kendilerinin Allah'tan mağfiret dilemeleri gibi onun da haklarında mağfiret dilemesini rica etmelerini buyurmuştur.

Kur'ân-ı Kerim buyurur ki: "Onlar, günah işlediler, nefislerine zulmettiler ise de sana gelseler, Allah'tan mağfiret, bağışlanma dileseler, Resül de onlar için mağfiret dilese idi, Allah'ı tövbeleri kabul edici ve yarlıgayıcı bulacaklardı." [198] Demek ki, sadece kendi yararlı davranışına, salih ameline ve takvasına dayanmak ve mağrur olmak doğru değildir. Resul-i Ekrem (s.a.a) de, tertemiz tamamlanan kutlu dünya hayatının son günlerinde şöyle buyurmuş idiler: "Amelden ve bir de Allah'ın rahmetinden başka, insan için kurtarıcı yoktur."



Yüklə 487,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   7   8   9   10   11   12   13   14   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin