Şefaatin Türleri
Şefaatin de türleri vardır. Bazı türleri olmaması gereken ve zulüm sayılabilecek şefaatlerdir. Bu tür şefaatlerin ilâhî düzende yeri ve değeri yoktur. Bazı türleri ise aksine adildir ve doğrudur. Yanlış şefaat türü; kanunu alt-üst eden, kanuna aykırı şefaattir. Sahilh şefaat ise doğru, kanunun getirmek istediği düzeni koruyucu ve kanunu doğrulayıp güçlendirici şefaat demektir.
Yanlış şefaat; bir çıkar grubu içindeki dayanışma ve taraf tutma, dolayısıyla; kanunun uygulanmasının önlenmesi demektir. Şefaatin bu anlamda alınması hâlinde, suç işleyen kimse kanun koyucunun amacına aykırı olarak, kanunların da amacına ters bir biçimde bir girişim ile kendi mensup olduğu grubun aracılığı ile kanun koyucunun iradesine ve kanunun amacına üstün gelmektedir. Bu tür şefaat dünyada zulüm demektir, ahirette ise esasen mümkün değildir. Şefaate yöneltilen itirazlar bu anlamdaki şefaat karşısında haklı olurlar ve Kur'ân-ı Kerim'in reddettiği ve ahiret düzeninde gerçekleşemeyeceğini belirttiği şefaat, işte bu anlamdaki şefaattir.
Doğru anlamı ile şefaat ise bundan başkadır. Bu anlamda şefaatte ayırım ve ayrıcalık, kanunu hiçe saymak ve fiilen ilga etmek, yürürlükten kaldırmak, kanun koyucunun iradesine üst olmak gibi sakıncalar söz konusu değildir. Kur'ân-ı Kerim bu tür şefaati açıkça kabul eder. Bu doğru anlamda şefaatin de türleri vardır ki, bunları az ileride ele alacağız.
Kanunun Etkisiz Bırakılması
Gerek aklî, gerek [ayrıca da vahye dayanan] naklî delillerin hoş görmediği ve reddettiği şefaat; günah işleyenin bir aracı bularak ilâhî hükmün etkisinden kurtulabilmesi demektir. Nitekim ahlaki çöküntüye ve bozguna uğramış olan toplumlarda çıkar zümreleri böyle yapmaktadırlar.
Bilgisiz kişilerin (avam) birçoğu, nebiler ve imamlar (onlara selâm olsun) vasıtası ile gerçekleşebilecek şefaati de bu türden sanırlar. Onların zannına göre, Resul-i Ekrem (s.a.a) veya Emir-ül Müminin'in (a.s), diğer imamların ve özellikle İmam Hüseyin'in (a.s) yahut Hz. Fatıma'nın (a.s) şefaatleri bu anlamdadır. -Haşa- bu nüfuzlu kişiler ilâhî adalet örgütünü de etkileyerek Allah'ın iradesini değiştirirler, ilâhî kanunu da fiilen yürürlükten kaldırırlar.
Cahiliye dönemi Arapları da putları bu gözle görürlerdi. Onlar da yaratıcı olarak sadece Allah'ı kabul ederler, evrenin yaratılışı konusunda Allah'a şerik koşmazlar,; ne var ki yaratılmış evrenin yönetiminde putları da yetkili ve söz sahibi bilirlerdi. Cahiliye dönemi Araplarının "şirk"i (Allah'a ortak koşmaları), "yaratıcı" bakımından "şirk" değil; Allah'ın "rab" oluşu bakımından şirk idi, Allah'tan başka yaratıcı tanımıyorlar, fakat Allah'tan başka "rab"da edinebiliyorlardı.
İnsanlardan kimi vardır ki bir kurum kurar, sonra onun idaresini bir başkasına bırakır. Veya kurumu kendisi kurduktan sonra yönetimi için ortak alır. İşte müşriklerin Allah ve evren anlayışları da böyle idi. Kur'ân-ı Kerim böyle düşünenlere şiddetle karşı çıktı ve tekrar tekrar beyan buyurdu ki: Allah'ın hiçbir ortağı, şeriki yoktur. Yaratıcılık (halikiyet) bakımından böyle olduğu gibi; yöneticilik, koruyuculuk ve eğiticilik (rubûbiyet) bakımından da böyledir. Allah; tek yaratıcı ve tek yöneticidir. Evren egemenliği sadece ve yalnızca ona özgüdür ve o âlemlerin Rabb'idir.[176]
Allah'tan başka "rab" kabul eden ve evrenin yöneticiliğini Allah ile onlar arasında paylaşıldığını sanan müşrikler, Allah'ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmaya önem vermiyorlar;, ""Kurban ve tapınmalar aracılığı ile, "rab" kabul ettiğimiz putların rızasını kazanır isek, Allah'ın rızasına aykırı iş işlemiş olsak bile, onlar elbette bu sorunu Allah katında çözmenin ve bizi kurtarmanın yolunu bulurlar" diye düşünüyorlardı.
Müslümanlar arasında da Rabbin yüce ve egemen gücü (saltanat-ı rubûbi) karşısında bir başka saltanat, bir başka egemen güç olduğunu, onun karşısında da bir "el"in evrene karıştığını düşünenler varsa, bilmelidir ki bu apaçık şirktir, Allah'a ortak koşmaktan başka bir şey değildir.
Meselâ bir kimse, Allah'ın rıza ve hoşnutluğunu kazanmak için bir yol olduğunu, buna karşılık yine mesela İmam Hüseyin'in (ona selâm olsun) rızasını kazanmak için de bundan ayrı ve başka bir yol olduğunu, bu iki yolun birbirinden bağımsız olarak insanın mutluğunu sağlayabileceğini düşünüyorsa, büyük bir sapkınlığa uğramış, dalalete düşmüş demektir.
Bu sanıda şöyle deniliyor: Allah'ın rızası bazı davranışlarla, İmam Hüseyin'in rızası da başka bazı davranışlarla kazanılabilir. Allah'ın rızasını kazanabilmek için, farz olan şeyler yerine getirilecek, namaz kılınacak, oruç tutulacak, hac edilecek, cihada varılacak,zekât verilecek, doğru sözlü ve dürüst davranışlı olunacak, halka hizmet edilecek, ana-babaya en iyi şekilde muamele edilecek, bunlar gibi güzel davranış ve tutumlar seçilecek; buna karşılık, yalancılık, zulüm, gıybet, içki içme, zina gibi günahlardan kaçınılacaktır.İmam Hüseyin'in (ona selâm olsun) rızasını kazanmak için, bunlara hiç gerek yoktur!
Bu yanlış anlayışa göre İmam Hüseyin'in rızasını kazanmak için Kerbelâ'da onunla birlikte şehit edilen genç oğlu Ali Ekber (ona selâm olsun) için ağlamak veya hiç değilse ağlar gibi yapmak yetişir. İmam Hüseyin'in rızasını kazanmanın başka yolları vardır.
Bu ayırıma göre, Allah'ın rızasını kazanmak güçtür, bir çok eyleme girişmek veya eylemden kaçınmak gerekir ki Allah'ın rızası elde edilebilsin. Buna karşılık; İmam Hüseyin kolayca hoşnut edilebilir. Ağlamak ve göğsüne vurmaktan başkaca bir şeye gerek yoktur. O'na selâm olsun, imamın rızası bir kez kazanıldı mı, o da Allah katında şefaat edecek, nüfuzunu kullanacak, işi düzeltecektir. Kılmadığımız namaz, tutmadığımız oruç, önem vermediğimiz hac, katılmadığımız cihat, yerine getirmediğimiz "Allah yolunda infak"... bütün bunların borçlarına kalem çekilecek, tasfiye edilecek,; bütün işlenen günahlar da bir üfürme ile uçup gidecektir.
Bu yönde bir şefaat anlayışı batıl ve yanlış bir anlayış olmakla kalmaz, aynı zamanda Allah'tan başka "Rab" kabul etmek demek olur. Bu gibi kuruntular; aynı zamanda en büyük övüncü "ubûdiyyet" (kulluk) olan İmam Hüseyin'in (a.s) tertemiz huzuruna da saygısızlık demektir. Nitekim babası Emir-ül Müminin de "gulat"ın [görünüşte kendisini sevmede aşırı giden batıl inanç sahiplerinin] kendisi hakkında aşırı şeyler söylemelerine öfkelenir, bu sözlerden yüce Allah'a sığınırdı.
İmam Hüseyin'in şahadetindeki hikmet, Allah'ın evren düzeni ve atası Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şeriat karşısında başka bir düzen kurulması için değildir. Allah bu gibi inançlara düşmekten korusun! Amaç, ilâhî kanundan kaçış yolu bulmak değildir. Onun şehit olmasının hikmeti, İslâm'ın eylem düzen ve sırasını bozmak, Kur'ân kurallarını etkiden düşürmek değil, tam aksine, namazı, zekâtı, İslâm'ın diğer kurallarını gerçek anlam ve boyutları ile korumak idi. Bunun için yaşamaktan yüz çevirdi ve şehit olmayı seçti.
İmam (a.s);, kıyamının, Yezid yönetimine başkaldırışının sebebini şöyle açıklar: "Ben, mevki ve makam hırsı için değil, müfsit ve zalim olarak değil, ceddimin ümmetinin hâlini düzeltmek, marufu emretmek ve münkerden (kötü ve çirkin işlerden) sakındırmak için ortaya atıldım."
Biz de İmam Hüseyin'i (a.s) ziyaret ederken ona şöyle hitap ederiz: "Tanıklık ederim ki sen şüphesiz namaz kıldın, zekât verdin, marufu emrettin, münkeri nehyettin, Allah yolunda cihadı tam olarak yerine getrdin, Allah'ın kitabı ile emrettin ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) sünnetine uydun!"
Dostları ilə paylaş: |