Ağır Kayıplar verdiler



Yüklə 1,75 Mb.
səhifə32/40
tarix30.12.2018
ölçüsü1,75 Mb.
#88434
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   40

memuriyet ve hizmetlerde bulunan

devlet adamı ve tarihçi.

Ailesi, doğum tarihi ve yeri hakkında yeterli bilgi yoktur. Muhtemelen 1029'-da (1620) doğmuştur. Gençliğinde Şeh­zade Evrengzîb'e intisap etti ve arzu­hallerin takdiminde (hizmet-i arâyiz) gö­rev aldı (1654). Taht mücadeleleri sıra­sında kardeşlerine karşı Evrengzîb'i des­tekledi. Evrengzîb, I. Âlemgîr unvanıy­la tahta çıkınca Bahtâver'i yakınları ara­sına aldı ve kendisine "han" unvanını verdi (1659). Bahtâver Han daha son­ra dârûga*-yi havâssân tayin edildi (1670). Bâbürlüler'e otuz yıl sadakatle hizmet etti ve 15 Rebîülevvel 1096'da (19 Şubat 1685) Ahmednagar'da öldü. Cenazesi Delhi yakınlarındaki Bahtâver-pûre'ye (bugünkü Bestî Nebî Kerîm) ge­tirilerek daha önce yaptırmış olduğu tür­beye defnedildi. Evrengzîb onun ölüm haberini alınca çok üzülmüş, cenaze na­mazını bizzat kıldırmış ve tabutunu ta­şımıştır.

Bahtâver Han akıllı, dindar ve hayır sever bir devlet adamıydı. Cami, ker­vansaray ve köprü gibi hayır müessese­lerinin kuruluşunda önemli hizmetler­de bulunmuştur. Âlim, şair ve edipleri himaye ederek onları eser yazmaya teş­vik etmiştir. Me=dşir-i 'Âlemgîrî mü­ellifi Müstaid Han onun özeî kâtibi, mu­hasebecisi ve yakın dostu olduğu gibi el-Fetâva'l-'Âlemgmyye'y] telif eden heyette yer alan Şeyh Radıyyüddin Bagal-

pûrî de himaye ettiği âlimler arasınday­dı. Hakîm Abdullah Hemdem-i Baht'i, Kadı Ebû Bekir el-Ekberâbâdî Arapça bir fıkıh kitabını, Molla Muhammed Nâ-fi' de Farsça Hulâşatü'l-hâniyye adlı fıkha dair bir eseri onun adına yazmış­tır. Kendisi de tarih ve biyografi saha­sında mahir bir yazar idi.

Eserleri. 1. Âyîne-i Baht {Çehâr Âyt-ne). 1658'de yazılan bu eserde Evreng-zîb'in tahta çıkışı sırasında kardeşleriy­le yaptığı mücadeleler anlatılmaktadır.

2. Riyüzül-evliya*. Klasik devirden Ev-rengzîb'in zamanına kadar yaşamış olan bazı sûfîve âlimler hakkında kaleme alı­nan bu tezkire aynı zamanda o dönemin dinî hayatıyla ilgili önemli bir kaynaktır.

3. Mir'''âtü'l-1'âlem. Evrengzîb'in ilk on yıllık dönemi İçin birinci elden kaynak bir eser olup 1667'de telif edilmiştir. Resmî bir tarih olmamakla beraber mün-şî Muhammed Kâzım'ın cÂlemgîrnâme adlı eserini tamamlayan orijinal bilgiler ihtiva etmektedir. Eserin, Evrengzîb'in şahsî hayatı ve bazı alışkanlıklarıyla il­gili bölümün İngilizce tercümesi yayım­lanmıştır (Elliot-Dowson, VII, 145-165İ. Mir3âtü'l-câlem"m genişletilmiş, fakat tamamlanamamış olan nüshası Mir^ât-ı Cihânnümâ adını taşımaktadır. 4. Tâ-rîh-i Hindi. Bâbür'den Evrengzîb'e ka­dar Hindistan tarihini konu alan bir eserdir.

Ahmed b. Nasrullah'ın Târîh-i B/l ad­lı eserini ihtisar eden Bahtâver Han'ın, ayrıca Senâî'nin Hadîko, Attâr'ın Man-tıkü't-tayrve Mevlânâ'nın Meşnevfsin­den seçtiği şiirlerden oluşan bir antolo­jisi vardır (eserlerinin yazma nüshaları için bk. Storey, i/l, 132-133).

BİBLİYOGRAFYA:

H. M. Elliot — J. Dowson, The History of India, as Told by Its Oıon Hislorians, London 1867-77, VII, 145-165; Storey. Persİan Literatüre, I/l, s. 132-133, 517; Abdülhay el-Hasenı, Nüzhetü't-hauâür, V, 13, 90-91, 404; B. Gascoigne. The Great Moghuls, New York 1971, s. 254; Saqi Musf ad Khan, Maâsir-i 'Âlamgiri (trc. Jadunath Sarkar], Mew Delhi 1986, s. 59, 61, ]42, 155; "Bahtâver Han", İA, I), 238; A. S. Bazmee An-sari, "Bakhtâwar Khân", El2 (İngJ, 1, 954; S. S. Alvi, "Baktavar Khan, Mohammad", E/r., III, 541 -542. rrı

HU Enviîiî Konukçu

baht!

I—

Osmanlı padişahlarından



Sultan I. Ahmcd'in

şiirlerinde kullandığı mahlas

(bk. AHMED I).

BAHTÎŞÛ' n

, (bk. BUHTÎŞÛ')- j

BAHTİYAR


Ebû Mansûr İzzüddevle

b. Muizziddevle Ahmed

(ö. 367/978)

Irak Büveyhî hükümdarı L (967-978). j

331'de (942-43) doğdu. Babası tara­fından önce 344'te (955), daha sonra da 3S0'de (961) iki defa veliaht tayin edilen Bahtiyar onun ölümü üzerine tah­ta geçti (356/967). İlk iş olarak Batîha Emîri İmrân b. Şahin ve Musul Hamdâ-nî Emîri Ebû Tağlib ile barış yaptı. Bu arada başkumandan Sebük Tegin ile an­laşmazlığa düştü. Bahtiyâr'ın, kâtibi Şir-zâd b. Sürhab'ın etkisi altına girmesin­den rahatsız olan Türkler Sebük Tegin'e Şirzâd'dan şikâyetçi oldular. Bahtiyar Bağdat'tan kaçmak zorunda kalan Şir-zâd'ın bütün mallarına el koydu. Veziri Ebü'1-Fazl İmrân b. Şâhin'in tâbilik şart­larını yerine getirmeyerek yıllık vergiyi ödememesi üzerine Batîha bölgesine bir sefer düzenledi (360/971], ancak bir so­nuç elde edemedi. Bu sırada İmparator İoannes Çimiskes kumandasındaki bir Bizans ordusu Nusaybin'e kadar geldi. Bölge hâkimi Ebû Tağlib'in yardım iste­ği üzerine Bahtiyar, Bizans ordularına karşı koyma görevini Sebük Tegin'e ver­di (361/972). Cihad çağrısına Bağdat ve çevresinden gelen büyük bir kalabalık katıldı, ancak Sünnîler'le Şiîler'in birbir­leriyle çatışmaya girmesi yüzünden ba­şarı sağlanamadı.

Bahtiyâr'ın daha sonra veziri İbn Ba-kıyye'nin teşvikiyle Musul'a Hamdano-ğulları üzerine düzenlediği sefer, taraf­lar arasında yapılan bir anlaşmayla so­nuçlandı (363/974).

Bahtiyar Bağdat'a döndükten sonra kendisine karşı Hamdânî Emîri Ebû Tağ­lib ile gizlice anlaşan Sebük Tegin'i ber­taraf etmek istedi. Çok geçmeden Ah-vaz'da Türkler'le Deylemliler arasında kavga çıktı. Bu olay sırasında Bahtiyar Deylemliler'in tavsiyesiyle Ahvaz'daki Türk kumandanı Bah Tegin'i ve Türk-ler'in ileri gelenlerini tutuklattı ve mal­larına el koydu. Aynı şekilde Sebük Te­gin'i de tevkif etmek istedi. Fakat o kar­şı hareketle Bahtiyâr'ın kardeşleri Ebû İshak ve Ebû Tâhir'i anneleriyle birlikte tutuklattı ve 9 Zilkade 363 (1 Ağustos 974) tarihinde Bağdat'a hâkim oldu. Bu sırada hasta olan Halife Mutr-Lillâh Se­bük Tegin'in çağrısıyla halifeliği Tâi'-Lil-lâh lakabını alan oğlu Ebû Bekir'e bırak­tı (13 Zilkade 363/5 Ağustos 974], Tâi-Lillâh Bahtiyâr'ın kızı Şâh-ı Zenân ile ev­lendi.

Bahtiyar bir süre sonra Bah Tegin'i serbest bıraktı ve onu "hâcibü'l-hüccâb" tayin ederek ordusunun başına getirdi. Daha sonra Sebük Tegin'e karşı Büveyhî hükümdarı ve ailenin büyüğü olan am­cası Rüknüddevle ile oğlu Adudüddevle'-den ve Ebû Tağlib ile İmrân b. Şâhin'-den yardım istedi. Ancak Sebük Tegin Vâsifa doğru harekete geçtiği sırada öl­dü (24 Muharrem 364/ 14- Ekim 974). Bu­nun üzerine Türkler Alp Tegin'in etrafın­da toplandılar. Bahtiyar ona karşı baş­lattığı mücadeleden bir sonuç elde ede­meyince yeğeni Adudüddevle'ye başvur­du. Zor durumda kalan Alp Tegin önce Bağdat'a çekildi, sonra da Büveyhîler'e yenilerek buradan ayrıldı ve Dımaşk'a yerleşti (975). Ancak Bahtiyâr'ın Bağ­dat'taki hâkimiyeti pek uzun sürmedi ve Bağdat'a hâkim olmak isteyen Adu-düddevle tarafından tutuklandı (26 Ce-mâziyelâhir 364/13 Mart 975). Bu durum Rüknüddevle'ye bildirildiği zaman çok üzüldü ve oğlundan ısrarla Bahtiyâr'ı ser­best bırakmasını istedi. Adudüddevle babasının tehdidi karşısında Bahtiyâr'ı serbest bıraktı ve Bağdat'tan ayrılarak Fars bölgesine gitti (Şevval 364/Haziran 975). Adudüddevle babasının ölümü üze­rine ertesi yıl tekrar Bağdat'ı ele geçir­mek için seferber oldu. Ahvaz'da mey­dana gelen savaşta mağlûp olan Bahti­yar Vâsıt'a çekildi, bütün mallan ve ağır­lıkları yağmalandı (11 Zilkade 366/1 Tem­muz 977], Daha sonra Adudüddevle'ye elçi göndererek barış teklifinde bulun­du. Neticede iki taraf anlaştı ve Bahti­yar Adudüddevle'ye tâbi olarak Suriye'ye doğru yola çıktı. Adudüddevle de Bağ­dat'a girdi (367/978).

523

Bahtiyar Bağdat'tan ayrıldıktan son­ra Musul'a giderek Adudüddevle'ye karşı Ebû Tağlib ile anlaştı. İki müttefik Bağ­dat'a doğru ilerlediler. Adudüddevle du­rumu öğrenince onlara karşı harekete geçti. Sâmerrâ yakınlarında Kasrülcis de­nilen yerde meydana gelen savaşta mağ­lûp olan Bahtiyar, Arslan Görmüş ile bir Türk arkadaşı tarafından yakalandı ve Adudüddevle'nin emriyle savaş meyda­nında öldürüldü (12 Şevval 367/23 Ma­yıs 978].



Güçlü kuvvetli bir kişi olan Bahtiyar zevk ve eğlenceye düşkünlüğü sebebiy­le hükümet yönetimini vezirlere emanet etmişti. Ayrıca askerleri arasında disip­lini sağlayamadığı için meydana gelen mücadelede Türkler'e karşı Deylemliler'in tarafını tuttu. Bağdat'ta Sünnî-Şiî çatış­malarına sebep olan bu olaylar Bahtiyar'-in sonunu hazırlamıştır. Üzerlerinde re­simler bulunan sikkeleri dikkat çekicidir.

BİBLİYOGRAFYA:

İbn Miskeveyh, Tecâribü'l-ümem, II, 231-381; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, VIII (trc. Ahmet Ağırakça), İstanbul 1987, s. 441, 596; ibn Hallikân, Ve/e-yât, I, 267-268; Ebu 1-Ferec, Târih, I. 265, 268-269; Mafİzullah Kabir, The Buıuayhid Dynasty of Baghdad (334/946-447/1055), Calcutta 1964, s. 15-41; H. Busse, Ctıalif und Grosskönîg die Bayiden im lraq (945-1055), Beyrut 1969, s. 31, 34, 39-50, 52; a.mlf., "Iran Under the Büyids", CH!r., IV, s. 265-269; H. İbrahim Ha­san. İslâm Tarihi (trc. İsmail Yiğit v. dğr.), İs­tanbul 1985, III, 402-404; Ahmet Ağırakça, "Bü-veyhîler Devrinde Türk Kumandanları î: Se-büktekm", TTK Belleten, LIII/207-208 (1989), s. 607-635; a.mlf., "Büveyhîler Devrinde Türk Kumandanları II: Alptekin", MÛTAD, sy. 4 (1989), s. 1-18; "Bahtiyar", İA, II, 240-241; Fikret Işıltan. "Tâyie", a.e., XII/1, s. 68-69; Cl. Cahen, "Bakhtiyâr", El2 (İng.), I, 954-955; a.mlf., "Bah­tiyar", UDMİ,N, 130-131.

Iffi Erdoğan Merçil

r

BAHTİYAR HALACİ



(bk. MUHAMMED BAHTİYAR HAİACİ).

bahtiyArnAme

Sâsânîler döneminde Pehlevî diliyle yazılan

edebî bir eser.

!_ J

Günümüze ancak Arapça tercümesiy­le Arapça'dan Farsça'ya yapılan tercü­melerinden bazıları gelebilen Bohtiyâr-ndme'nin bilinen en eski Arapça çevirisi, cAcâ:'ibü'I-baht îî kışsati'l-ihdâ ve'î-caşer vezîran mâ cerâ lehüm ma ca İb-ni'1-Mülki'l-Âzâdbaht (Kahire 1886; Tah-



594

ran 1347 hş.) adını taşımaktadır. En eski Farsça çevirisi ise, VI. (XII.) yüzyıl sonla­rının âlim, şair ve vaizlerinden Şemsed-din Muhammed b. Ali Dekayikl-yi Mer-vezî'ye nisbet edilen Lümcatü's-sirâc ü-hazreti't-tâc adlı eserdir. Tercümenin mu­kaddimesinde mütercim bir gece Bahti-yârnâme okuduğunu, ibareleri anlaşıl­madığı için devrin insanlarının ona rağ­bet etmediklerini, bu yüzden kaleme sarılıp eseri tercüme ettiğini, aslındaki Bahtiyârnâme adını değiştirip esere Lüm'atü's-sîrâc li-hazreti't-tâc adını verdiğini ifade etmektedir.

Bahtiyârnâme'nm Pehlevî diliyle ya­zılan aslı günümüze kadar gelmediğin­den Lıim'afü's-sirac'daki hikâyelerin Bahtiyârnâme'nm asıl metninde bulu­nan hikâyelerle ne ölçüde ilişkili olduğu­nu tesbit etmek mümkün değildir. Şim­dilik bilinen, Bahtiyârnâme'nm, AvfTnin Cevâmi*u'1-hikâyât'\n\n 36-44. hikaye­leriyle muhteva bakımından benzerliğin­den ibarettir.

Bir mukaddime, on bab ve bir hati­meden oluşan, yer yer Arapça ve Farsça şiirlerle süslenen Lümcatü's-sirâc, on vezirin hikâyesini içine aldığı için Kişşa-i Deh Vezîr adıyla da tanınmış olup muh­tevası şöyle özetlenebilir:

Sîstan'da on veziri olan Âzâdbaht adlı bir padişah vardır. Bir isyan sonucu ül­kesini terkeder ve beraberine aldığı oğ­lundan da yolda ayrılmak zorunda kalır. Çocuğu bir eşkıya bulur, ona Hudâdâd adını verir. Bir yol kesici olarak yetiştiri­len Hudâdâd yolunu kestikleri bir ker-

vandaki pehlivanların eline esir düşer. Kervanbaşı ondan bir daha eşkıyalık yap­mayacağına dair söz aldıktan sonra onu evlâtlık edinir. Bu arada Âzâdbaht, Kir­man padişahının yardımıyla yeniden tah­tına kavuşmuştur. Kervanbaşının evlât­lığı olarak hayatını sürdüren Hudâdâd, kervan Sîstan'a geldiğinde padişaha ma! satmak üzere huzura çıkar. Padişahın delikanlıya kanı ısınır ve onu kervancı­dan aiıp adını Bahtiyar olarak değiştirir. Bahtiyar önce ahırda çalışır, daha sonra mîrâhur ve hazinedar olur. Günün birin­de sarhoş iken hazine dairesinden ha­rem dairesine geçer ve padişahın tah­tında uyuyakalır. Bunun üzerine padişa­hın hayatına ve namusuna göz dikmek­le itham edilip zindana atılır. Her gün bir vezir Bahtiyâr'ın öldürülmesi konu­sunda padişahı ikna eder ve darağacı kurulur. Ancak Bahtiyar her defasında padişaha bir hikâye anlatmak suretiyle onun kararını on gün ertelemeyi başa­rır, Sonunda padişah çocuğunu terke-derken koluna bağladığı mücevherden onun kendi oğlu olduğunu anlar. Elin­den tutup hareme götürerek hanımına oğullarını bulduğunu müjdeler ve oğlu­na taç giydirip onu tahta geçirir. Bahti­yar da padişah olunca vezirleri cezalan­dırır.

Leiden [God. Or. 593, istinsah tarihi 6 Zilkade 695 |1296|) ve Oxford'da (Bodleian Ktp., nr. 231) iki nüshası bulunan Lüm ca-tü's-sirûc, dîvân-ı istîfâ (defterdarlık) gö­revinde bulunan Tâceddin Mahmûd b. Muhammed b. Abdülkerîm'e takdim edil-

mistir. Bu Farsça tercüme, Sir VVilliam Ouseley'İn İngilizce tercümesiyle birlik­te Londra'da (1803), Kazimirsky tarafın­dan taş basması olarak Paris'te (18391, Berthels tarafından Leningrad'da (1926), Armağan dergisinin eki olarak Tahran'-da (1310 hş.) ve taş basması halinde ta­rihsiz olarak iki defa Bombay'da, bir de­fa da Tebriz'de basılmıştır. Son zaman­larda Zebîhullah Safa tarafından Râha-tû'î-ervah fî sürûri'î-mifrâh: Bahtiyâr-nâme adıyla Tahran'da (1345 hş.), Mu-hammed Ruşen tarafından Lüm'atü's-sirac li'hazreti't-tâc adıyla yine Tahran'­da (1348 hş.) yayımlanmıştır. Eser İn­gilizce dışında Baron I'Escalier tarafın­dan Fransızca'ya, meçhul kişiler tara­fından Doğu ve Batı Türkçesi'ne çevi-rilmiştir. Türkçe çevirilerden ilkine ait Uygur harfli bir nüsha Bodleian Kütüp-hanesi'ndedir (nr. 598; laubert, s. 146-167]. Anadolu Türkçesi'ne yapılan ter­cümesi ise, Nuruosmaniye Kütüphane-si'nde (nr. 3685; ayrıca bk. Blochet, II, 16) bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

Dihhudâ. Luğatnâme, XIV, 64; Lüm'atü's-sirâc li-hazreti't-tâc: Bahlİyârnâme (nşr. Mu-hammed Ruşen), Tahran 1348 hş./1969; a.e., 2. bs., Tahran 1367 hş.; Şemseddin Muham-med Dekâyiki-yi Mervezî, Râhatü'i-eruâh ftsii-rûri'l-mifrâh: Bahtiyârnâme (nşr. Zebîlıullah Safa), Tahran 1345 hş.; AvfT, Lübâb, I, 212-215; Keşfü'z-zunün, II, 1003; Hidâyet. Mec-ma'~u'l-fuşahâ\ II, 217; W, Geiger - E. Kuhn, Orundrlss der Iramschen Philologie, Strassburg 1896-1904. II, 323-325; H. Eth6, Catabgue of Persİan Manuscripts in the Library of India Office, Oxford 1903, I, 545; 11, 525; a.mlf., Tâ-rîh-i EdebiyyâL, s. 223-224; Blochet, Catalo-gue, II, 16; A. J. Arberry, Classical Persİan Li­teratüre, London 1958, s. 570-179; Nefisi, Tâ-rth-i Nazın u rieşr, I, 14; Zehrâ-yi Hânlerî (Ki-yâ), Ferheng-i Edebiyyât-ı FârsT, Tahran 1348 hş., s. 84-85; Safa, Edebiyyât, 11/1, s. 1002; 11/2, s. 1148, 1295; a.mlf., Gencine-i Süharı, I, 55-58; Muhammed Muîn, Ferheng-i FârsT, Tahran 2536 hş./1977. V, 532; A. Jaubert. "Notice et extraits de la version turque du Bahüyâraâme d'apres le ms. en Caractere Ouigur", JA, X (1S27), s. 146-167; Th. Nölde-ke, "Ueber die Texte des Buches von den zehn Veziren, besonders über ein aile per-sische Recension desselben", ZDMG, XLV (189I|, s. 97-143; Muhammed Nizamüddin. "Introduction to the Javami'u'l-hikâyât wa Levâmiu'r-rivâyâl", GMMS, VIIİ < 1929), s. 74 vd.; İ. Efşar, "Terceme-i Fârsî-yi Bahtiyârnâ-me", Cihân-ı Neu, sy. 6, Tahran 1330 hş.. s. 246-247; Muhammed Ruşen. "Râhatü'l-ervah fî sürûri'l-mifrâh: Bahtiyârnâme", Râhnümâ-yı Kitûb, IX, Tahran 1345 hş./î967, s. 503 vd.; J. Horovitz — M. Fuad Köprülü. "Bahtiyar-nâme", I'A, II, 241; J. Horovitz - H, MassĞ. "Bakhtiyâr-nama", El2 (İngJ, i, 955; a.mlf.ler, "Bahtiyâr­nâme", ÜDMİ, IV, 131-132; DMF, I, 393"; W. L Hanavvay. "Baktlâr-nâma", Eh., III, 564.

H A. Naci Tokmak

r

L



bAis

Allah'ın isimlerinden

(esmâ-i hüsnâ) biri.

Sözlükte "harekete geçirmek, bir ta­rafa yöneltip göndermek, bir işle görev­lendirmek; uykudan uyandırmak, dirilt­mek" gibi mânalara gelen ba"s kökün­den türemiştir. Esmâ-i hüsnâdan biri olarak daha çok "ölüleri dirilten" anla­mında kullanılır ve fiilî sıfatlar grubu içinde yer aldığı kabul edilir. Bâisin bu mânasını muhyî ve cami' isimlen de te­yit eder (bk. DİA, II, 484). Râgıb el-İsfa-hânî, kelimenin kökünde "nesnelerin, cinslerin ve türlerin yoktan var edilme­si" anlamının bulunduğunu kaydetmek­te ve kelimenin mânalarına dair verdi­ği çeşitli örnekler içinde En'âm sûresi­nin 65. âyetini bu mânaya ayırdığı an­laşılmaktadır (krş. el-A'râf 7/167; Lok­man 31/28). Buna göre bâis ile, yarat­ma ifade eden halik vb. isimler arasında bir anlam benzerliği meydana gelmek­tedir. Abdülkâhir el-Bağdâdî ise bâisin kökünde ölüleri diriltme, peygamber gön­derme ve harekete geçirme, yani canlı­ların faaliyetlerini yaratma mânalarının bulunduğunu kabul eder. Gazzâlî bâis ile halik kavramları arasında bir bağlantı­nın mevcut olduğunu kabul etmekle be­raber özellikle ba's kökünün sadece âhi-ret hayatındaki ikinci ve son yaratmayı ifade etmediğini, bunun yanında ilk ya­ratmadan sonraki birçok yaratmanın her biri için de kullanılabileceğini belirtmiş­tir. Gazzâlî, "...ve biz bilmediğiniz du­rumlarda da sizi yeniden inşâ ederek yaratırız" (el-Vâkıa 56/61) ifadesiyle ilk ve son yaratılıştan başka yaratılışların da bulunduğuna işaret eden âyete da­yanarak bâisin Özellikle canlıların geçir­dikleri evreleri yöneten ilâhî kudretin ifadesi olduğunu vurgulamıştır. Zaten muhtelif âyetlerde insanın yaratılış mer­halelerine temas edilmektedir. Meselâ Gazzâirnin de tahlil ettiği, "Ey insanlar! Ba's konusunda bir tereddüt içinde bulu­nuyorsanız..." diye başlayan âyette (el-Hac 22/5), insan yaratılışının toprak-nut-fe-alaka-et parçası-rahimde kalma dö­nemi-çocukluk-erginlik ve ihtiyarlık mer­halelerine temas edilmektedir. Gazzâlî bunlara, "ruh - duyuların idraki -temyiz kudreti-akıl" şeklinde sıraladığı insanın psikolojik ve zihnî varlık safhalarının ya­ratılışını da ilâve etmiş, nihayet "velayet ve nübüvvet" mertebelerini de ekleyerek Allah'ın bâis ism-i şerifiyle tecelli eden yeniden yaratılış örneklerini zenginleş-

tirmeye çalışmıştır (bk. el-Maksadü'l-es-nâ, s. 95). Bâis ölüyü diriltmek veya bir nevi hayat taşıyan canlıyı başka bir ya­ratışla İnşâ etmek anlamına geldiğine göre bir bakıma ölüm kabul edilen bil­gisizliği (bk. Fâtır 35/22) izâle edip yeri­ne hayatı simgeleyen bilgiyi koymak da bu ismin bir tecellisi olarak kabul edil­melidir (bk. Gazzâlî, s. 96).

Bâis kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de geç­memekle birlikte aynı kökten türeyen elliyi aşkın çeşitli kelime Allah'a nisbet edilmektedir. Bu kelimelere birbirinden az çok farklılık arzeden sekiz ayrı mâna veriliyorsa da (bk. İbnü'I-Cevzî, s. 204-205) bunların hepsini Abdülkâhir el-Bağdâ-dî'nin gruplandırdığı yukarıda işaret edi­len temel anlamlar içinde mütalaa et­mek mümkündür.

Bâis ve bu ismin kökünü oluşturan ba's ile ondan türemiş birçok kelime, yukarıda sözü edilen temel mânalara bağlı olarak-çeşitli hadislerde de yer al­mıştır.

BİBLİYOGRAFYA:

Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, "bcaş" md.; Lisânü'i-'Arab, "b'aş" md.; Fîrûzâbâdî. ei-Kâmû-sü'1-mu.htt, "bcaş" md.; VVensinck, Mıı'cem, "bcaş" md,; M. F. ArJdülbâkı". Mu'cem, "b'aş" md.; Mus-tafavî, et-Tahkîk, "b'aş" md.; İbn Mâce, "Du^â3", 10; Tirmizr, "Da'avât", 82; Halîrnr, el-Minhâc, I, 207; Bağdadî. el-Esmâ' ue'ş-şıfât, Kayseri Ra-şit Efendi Ktp.. nr. 497, vr. 76b-77fl; Gazzâlî. el-Maksadü'l-esnâ, s. 94-96; İbnü'I-Cevzî, Nüzhe-tü'l-a'yün, s. 204-205; Fahreddin er-Râzî. Le-uâmi'u'l-beyyinât, s. 285-286; Ebü'l-Bekâ. el-KüUiyyât, Bulak 1281, s, 89; Bekir Topaloğlu, "Allah", DİA, II, 484. [T]

ffl] Bkkir Topaloğlu BAKARA

Çile çekme kabiliyeti kazanan

ve süflî arzulardan kurtulmaya elverişli hale gelen

nefis anlamında tasavvuf terimi.

L J


Mutasavvıflarca nefis, boğazlanması gereken bir kurban kabul edilir. Kurban koç (kebş). sığır (bakara) ve deveden (be­dene) olabilir. Bünyesindeki süflî arzu­lardan kurtulma mertebesine henüz gel­memiş olan ve riyazet kabiliyeti bulun­mayan nefse "kebş", bu mertebeye eri­şen nefse "bakara", seyrü sülûke gire­rek, sülûk'ün menzil ve merhalelerini kateden nefse de "bedene" denir.

BİBLİYOGRAFYA:

Tehânevî. Keşşaf, "bakara" md.; İbnü'1-Ara-bî. Iştüâhâtü'ş-şûfiyye, Kahire 1981, s. 36-38.

i—i


llilJ Süleyman Uludağ 525
L

BAKARA SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in ikinci ve en uzun sûresi.

Sûrenin ilk âyetlerinin hicretten son­ra Medine'de ilk nazil olan âyetler ol­duğu kabul edilir. Bununla beraber bü­tün Kur'ân-ı Kerîm'in en son nazil ol­duğu rivayet edilen "vettekü yevmen — k« b%" âyeti de yine bu sûrededir (âyet 281). Buna göre hicretten sonra inme­ye başlayan sûrenin nüzulü dokuz on yıl sürmüş ve bütün Medine devri boyun­ca devam etmiştir. Âyet sayısı ihtilaf­lı olmakla birlikte Kûfeliler'in sayımına göre 286'dır. Fasıla* lan, "kalk düşüne­lim" anlamına gelen (j>.^ ^) sözünde­ki (J-f'J-i-j'J'^) harfleridir.

Bakara sûresine ayrıca içindeki Âye-tü'1-kürsî'den (âyet 255) dolayı Sûretü'l-kürsî, ihtiva ettiği hükümlerin çokluğu sebebiyle Füstâtü'l-Kur'ân adları da ve­rilmiştir. Sûrenin biri "senam" (zirve), di­ğeri "zehrâ" (parlak beyaz, nurlu) olmak üzere iki de lakabı vardır. Nitekim üçün­cü sûre olan Âl-i İmrân ile birlikte bu iki sûreye "Zehrâvân" denilmiştir. Türk­çe'de "hatim başı" veya "büyük elif-lâm-mîm" diye de adlandırılır. Ancak en meş­hur adı Bakara'dır. Arapça'da "sığır, inek" anlamına gelen bu söz sûrede genel ola­rak sığır cinsi için değil bir tek inek için kullanılmıştır. Tevrat'ın Tesniye bölümün­de de yer aldığı üzere (21, 1-91 Hz. Mû-sâ devrinde, İsrâiloğulları arasında faili bulunamayan bir cinayetten dolayı diyet olarak kurban edilmesi gereken bu ine­ğin bazı özellikleri vardı. Peygamberlere ayrıntılı sorular sormanın uygun olma­dığı yolunda birtakım uyarıları da ihtiva eden bu hikâye Kur'ân-ı Kerîm'de yalnız­ca bu sûrede geçmektedir (âyet 67-71).

Bakara sûresi sadece sayfa ve âyet sayısı bakımından Kur'an'ın en uzun sû­resi değil, aynı zamanda içine aldığı ko­nuların çokluğu ve çeşitliliği bakımından da çok yönlü bir süresidir. Sûrede baş­ta iman esasları olmak üzere insanın ya­ratılışı, kıblenin değişmesi, namaz, oruç, hac, sadaka, boşanma, nesep, nafaka, borçların kaydedilmesi gibi pek çok ko­nuya yer verilmiştir. Bunlar doğrudan doğruya veya dolaylı olarak dini ve din­darlığı ilgilendiren meselelerdir. İslâ­miyet'in gelişme ve yayılma süreci için­de değişik zamanlarda gündeme gelmiş

526

olan bu konular, daha önce veya daha sonra nazil olan diğer sürelerdeki âyet­lerle de ilişkilidir. Uzun aralıklarla bölüm bölüm inen ve birbirinden farklı konula­rı ihtiva eden sûrenin nüzulünü tek se­bebe bağlı olarak açıklamak mümkün görünmemektedir. Bununla beraber sû­renin muhtevası anlatılırken yeri geldik­çe o kısmın nüzul sebebine de işaret edilecektir.



Dikkatle incelendiği zaman baştan so­na sürede ön planda tutulan ana hedefle­rin üç noktada yoğunluk kazandığı görü­lür. 1. İslâm dininin iman esaslarını açık­lamak, bilhassa Âyetü'l-kürsî'de doruk noktasına varan tek tanrı (tevhid) inan­cının özelliklerini belirtmek, müslüman-ların nasıl bir tanrı inancına sahip olma­ları gerektiğini ortaya koymak. 2. Kur'an hidayetinin ne olduğunu (âyet 185) ve bu hidayet karşısında çeşitli insan grupla­rının durumunu ve yerini belirlemek. 3. Müslümanların başka dinlerin mensup­larından ayrı, müstakil bir cemaat ve kendine mahsus vasıfları bulunan bir ümmet olduklarını ortaya koymak, bu ümmetin toplu davranış kurallarını be­lirtmek; bununla ilgili olarak İsrâiloğul-lan'nın din anlayışı ve uygulamasında içine düştükleri yanılgı ve sapmalardan çarpıcı örnekler vererek müslümanları uyarmak.

Daha önce Mekke devrinde nazil olan sûre ve âyetlerde iman ve itikad konu­larına ağırlık verildiği ve bu gibi konula­ra ferdî psikoloji açısından yaklaşıldığı görülür. Putperestliğin ve ilkel din anla­yışının zihin bulandıran belirsizliği kar­şısında kâinat ve hayat olaylarını tek tanrı inancının ışığında ele alan ve açık­layan yeni dinin ilkelerindeki tutarlılık ve berraklık savunulur. Mekke devrinde nazil olan âyetlerde gözetilen hedef, ki­şiyi içine düştüğü inanç çelişkisinden kurtarmak ve ferdî mânada hidayete kavuşturmaktır. Oysa Medine devrinde artık müslümanlar tek tek inanç arayışı içinde olan kişiler değil diğer dinlerin mensupları ve inanç grupları karşısında belli bir cemaattir. O zamana kadar ge­len âyetlerle hidayet ve takvanın fert açısından taşıdığı mânalar zaten ortaya konmuş bulunmaktadır. Artık bu gibi İslâmî kavramların toplum açısından ne anlam ifade ettiğinin açıklanmasına, bir­takım toplu davranış örnekleriyle orta­ya konmasına sıra gelmiştir. İslâmiyet mücerret kavramlar üzerine kurulu bir

felsefî sistem değil, iyi hareket ve gü­zel davranış demek olan "sâlih ameller" dini olduğuna göre müslüman toplumu­na yön verecek ilke ve kuralların bilin­mesine ihtiyaç vardır. Bundan dolayı sû­renin pek çok fasılası çoğul sigasıyla gel­miş, sûre, sonu büyük kurtuluşa çıkan iman ve hidayet yolunun yolcularını be­lirleyerek ve bu kitabın onlar için hida­yet rehberi olduğunu ilân ederek söze başlamıştır. Bu bakımdan bütünüyle Fa­tiha süresindeki, "Ey Rabbimiz, sen bizi doğru yola ulaştır!" duasının (âyet 6) ce­vabı ve açıklaması gibidir. Fatiha sûre­sinde Allah'tan istenen hidayetin ne ol­duğu bütün yönleriyle bu sûrede açıkla­nır; hem iman'.ve itikad esasları bakı­mından, hem der o imanın gereği olan ibadet ve davranış örnekleri bakımın­dan ortaya konur. Dindarlığı belirleyen şekil ve kurallarla birlikte o kuralların hangi manevî hedefleri ve ne gibi ince hikmetleri gözettiği de bildirilir. Buna göre dindarlığın bir yönüyle disiplin, cid­diyet, itaat ve teslimiyet, diğer yönüyle bilgi, tefekkür, basîret, hikmet, sevgi ve samimiyet olduğu ortaya konur.


Yüklə 1,75 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin