İngilizler'in din hürriyetini sınırlandırmaları, hem Hindûlar'ın hem de müslü-manların inanç ve geleneklerine aykırı kararlar almaları, İngiliz subayların tutum ve davranışları askerler ve halk arasında büyük huzursuzluğa sebep oluyordu. Nihayet Enfield tüfeklerinde domuz ve inek yağının kullanıldığına dair söylentiler bardağı taşıran son damla oldu ve Ocak 1857'de ilk isyan hareketi başlatıldı. 29 Mart'ta Barackpore, 10 Ma-yıs'ta Meerut askerleri isyan ederek Delhi üzerine yürüdüler ve şehri ele geçirdiler. II. Bahadır Şah'ı da bu isyan hareketinin liderliğini kabule ikna ve Hindistan imparatoru ilân ettiler. II, Bahadır Şah 14 Mayıs 1857'de millî bir hükümet kurdu, bütün câgîrdâr (bk. cAgîr) ve emirlere bir genelge gönderip İngilizler'e karşı başlatılan savaşa katılmalarını istedi. Bu hareket iki bölge hariç bütün ülkede büyük bir destek gördü. İngiliz egemenliği altında yaşamak istemeyen halk bunu bir fırsat olarak kabul edip ayaklanan askerlerin safında yer aldı. Fakat güçlü bir lider ve teşkilâttan mahrum olan bu hareket çeşitli bölünmeler ve imkânsızlıklar yüzünden başarıya ulaşamadı ve İngilizler tarafından çok kanlı bir şekilde bastırıldı. İngiliz kumandanı Sir J. Lavvrens 8 Haziran 1857'de Delhi
456
önlerine gelip şehri dört taraftan muhasara altına aldı. 14 Eylül 1857'de W. S. R. Hodson'un kumandasındaki İngiliz kuvvetleri şehre girdiler. Çarpışmalar 19 Ey-lül'e kadar devam etti. 20 Eylül'de Hü-mâyun'un türbesine sığınan II. Bahadır Şah, İngilizler'in aile efradı ve saray erkânına bir zarar vermeyeceklerine dair vaadlerine aldanarak teslim oldu (21 Eylül 1857). Fakat İngilizler sözlerinde durmayarak II. Bahadır Şah'ın oğullarını ve saray erkânını kurşuna dizdiler. Bahadır Şah isyana sebep olmaktan yargılandı, Aralık 1858'de suçu sabit görülerek müebbet hapse mahkûm ve tahtından uzaklaştırılarak Burma'nın Rangun şehrine sürgün edildi. 13 Cemâziyelevvel 1279'da (6 Kasım 1862) orada öldü. Hükümdarlığı boyunca hiçbir nüfuz ve otoritesi bulunmayan Bahadır Şah 1857 ayak-lanmasındaki liderliği dolayısıyla Hindistan'daki hürriyet mücadelesinin bir sembolü ve Hindülar'ia müslümanlar arasında sağlanan birliğin alemdarı olarak kabul edilmektedir.
Sûff yaratıiışlı, bilgin, şair, müzisyen ve hattat olan II. Bahadır Şah'ın Zafer mahlası ile yazdığı şiirlerini ihtiva eden
bir divanı vardır. Şiirlerinin bir bölümü yayımlanmıştır {Hıyâbân-ı Tasauuuf \tieh-li 1259/1843I; Drüân-(Sânr|Deh]i 1266/ 1850]; Külliyyât-i Zafer |Nawal Kishore 1887]]. Ayrıca Sa'dfnin Gülistan"ına bir şerh yazmıştır.
BİBLİYOGRAFYA :
Bayur, Hindistan Tarihi, III, 140; Aiırned Mah-mûd es-Sâdâtî, Târîhu'l-müslimîn fîşibhi kar-reti'l-Hindiyye oe hadâretühüm, Kahire 1959, II, 234-237; Bosworth, islam Devletleri Tarihi, s. 265; Abdülmün'im en-Nemr. Târîhu'l-İstâm fil-Hind, Beyrut 1401/1981, s. 395-396; Mu-jeeb Ashraf, Müslim AUitudes Towards Britisb Rule 'and Western Cutture in India, Delhi 1982, s. 41-44, 89, 91, 143, 165-166, 175, 177, 194, 201-202; Mehmet Saray. Türkistan Türkleri: Rus ue Çin İdaresinde Yaşayan Türklerin Millî Mücadele Tarihleri, İstanbul 1984, s. 80; Erdoğan Mercii, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1985, s. 354; C. S. Srinivasachari, "Dalhousie's annexations", CHln., XI, 428-429; S. B. Choudhury, "The Great Revolt", a.e., XI, 453, 475-476; K. A. Faruqi. "Gowth of Literatüre", a.e, XI, 814 vd.; Mahdi Husain. Bahadur Shah II and the War of 1857 in Dehlİ with Its ünforgettable Scenes, New Delhi 1987; A. P. Srinivasamurthy, History of India's Frçedom Mouement (1857-1947), Mew Delhi 1987, s. 6-17; Enver Konukçu, "Baburlular", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1988, IX, 519-521; H. Beveridge. "Bahadır Şah II", İA, II, 220-221; T. G. P. Spear, "Bahadur Şhâh İT, £/2{ing.), 1,914; P. N. Chopra-Prabha Chop-ra. "Bahadur Shah II", Eln., I, 42.
\m Ahmet Taşağıl BAHADIR ŞAH GUCERÂTİ
eİ-Melİkü'1-Müeyyed Gıyâsüddîn
Bahâdır Şâh b. Muzaffer Şâh Gucerâtî
(ö. 943/1537)
Gucerât sultanı (1526-1537).
Mahmud Begrâ'nın torunu, II. Muzaffer Şah'ın oğludur. II. Muzaffer Şah karısının baskısı ile büyük oğlu İskender'i veliaht ilân edince Bahadır Şah gizlice
Gucerât'tan kaçarak önce Dungarpur'da Udai Singh'e, sonra da Çitor'da Mevâr hâkimine sığındı. Onlardan yardım göremeyince daha güçlü olduğunu duyduğu Delhi Sultanı İbrahim Lûdî'nin yanına gitti. Ancak bu sırada Lûdî ülkesi de Bâ-bür tehlikesine mâruz kalmıştı. Panİpat sahrasında iken bu defa gizlice Bâbür'e müracaat etti. Bâbür savaş sonrası uygun bir zamanda kendisiyle görüşebileceğini bildirdi. Bahadır, Panipat Sava-şı'ndan önce bilinmeyen bazı sebeplerle Lûdf karargâhından ayrıldı ve Gucerât taraflarına gitti (15261. Bu sırada II. Muzaffer Şah öldü ve yerine İskender sultan ilân edildi. Saltanatının başlangıcında halk üzerinde baskı kuran ve vezirleri de her zaman hor gören İskender bir saray darbesiyle ortadan kaldırıldı. İskender'in küçük yaştaki kardeşi Mah-mud vezir İmâdülmülk Hoşkadem'İn yardımı ile hükümdar ilân edildi. Kısa zamanda sarayın bütün kontrolü İmâdül-mülk'ün eline geçti. Bu durumdan memnun olmayan diğer emirler Bahadır ile temasa geçerek onu Gucerâfa davet ettiler. Bahadır İmâdülmülk'ü yenerek ortadan kaldırdı ve 1526'da Gıyâseddin unvanı ile hükümdar oldu. Ahmedâbâd'-da devlet işlerini yoluna koyduktan sonra siyasî meselelerle ilgilendi. Portekiz, Bâbürlü, Halaç, Nizamşah, Handeş ve hatta çok uzaklardaki Bengal ile Osmanlılar nezdinde elçilik yoluyla temaslarda bulundu.
Daha sonra merkezi Mandu olan Halaç Sultanlığı ile mücadeleye girişti. Mal-va'nın önemli bir bölümünü kolaylıkla Gucerât topraklarına kattı. Ayrıca Halaç Sultanı II. Mahmud Şah da oğullarıyla birlikte esir alındı ve hepsi yoida Öldürüldü (17 Mart 1531]. Bahadır Sah Mal-va'nın zaptından sonra Hindu şehirlerine karşı harekete geçti. Hindistan'da büyük bir güç olan Racpûtlar'a karşı savaştı. Reisleri Silhâdî 25 Ocak 1532'de İmâdülmülk Melikci b. Tevekkül adlı kumandan tarafından esir alındı. Gucerât -Delhi yolu üzerindeki Çitor da Bahadır'ın saldırısına uğradı. Racaları 1534'te Loic-ha'da mağlûp edildi. Ancak bu sırada Bahadır, Bâbürlü ve Portekizliler'le de ilgilenmek zorunda kaldığından Ahme-dâbâd'a döndü.
Vindhya sıradağlarının güneyinde, Tug-luklular'ın zayıflaması üzerine bağımsızlıklarını ilân etmiş bazı müslüman devletler de Malva hadisesinden sonra Gucerâfa cephe almışlardı. Bahadır, Han-
deş Fârûkl ve Burhan Nizamşâhîleri'ne karşı yeni bir sefere çıktı. Nizamşâhîier'in elindeki Ahmednagar ile Hindistan'ın en önemli şehirlerinden ve kalelerinden olan Devletâbâd'ı kolayca zaptetti. Bu savaş sırasında yardımını gördüğü Berar Sultanı Alâeddin İmâdşah iaşe işlerini gerektiği gibi düzenleyemediğinden orduda açlık baş gösterdi. Bahadır Şah bu tehlikeli durum üzerine Burhan Nizamşah ile barış yapmak zorunda kaldı ve bunu sağlamak için de elindeki ganimet malı filleri ona iade etti.
Malva ve Çitor taraflarında iken Hümâyun Şah, Bahadır'ın hareketlerini yakından takip ediyordu. Fakat beklenmeyen bir zamanda Muhammed Zaman Mirza adlı bir beyin Gucerâfa sığınması Bâbürlüler'i harekete geçirdi. Hümâyun, Bahadır'dan Hüseyin Baykara ailesine mensup Ma'sûme Sultan Begüm'ün kocası Muhammed Zaman'ı teslim etmesini istedi. Bu teklif kabul edilmeyince de Bâbürlü ordusu Çitor tarafına yürüdü. Bu sırada Bahadır Çitor Kalesi önlerinde kuşatma ile meşguldü. Hümâyun Çitor muhasarasının bitmesini bekledi. Çitor'u ele geçiren Bahadır Bâbürlü kuvvetlerinin üstünlüğü karşısında süratle iç kısımlara çekilmek zorunda kaldı (1534). Hümâyun da Çampanir, Manda-sor ve Mandu'yu ele geçirdi, başşehir Ahmedâbâd'ı muhasara etti. Bahadır durumun ciddiliğini görerek hızla sahile doğru kaçtı ve Portekizliier'den yardım istedi. Daha sonra da Hümâyun'un çıkan karışıklıkları bastırmak üzere Gucerât'tan ayrılmasından faydalanarak topraklarını geri almayı başardı.
Portekiz-Gucerât münasebetleri 1534'-te çok gelişti. Hümâyun'un önünden kaçan Bahadır Portekiz genel valisinden yardım istemek zorunda kaldı ve bunun karşılığında Diu civarında bir kale yapmalarına izin verdi (1535]. Diu, Basra ve Kızıldeniz'i Hindistan'a bağlayan önemli bir ticaret limanı idi. Ancak Bahadır, Hümâyun tehlikesi geçtikten sonra Por-tekizliler'e karşı daha sert bir siyaset takip etmeye başladı. 1536'da Diu'nun geleceğini görüşmek üzere buraya geldi. 15 Kasım'da Portekizliler'i şüpheye düşürmeden kendilerini ziyaret edeceğini bildirdi. Portekiz Valisi Nuno da Cun-ha'yı Diu'ya davet etti. Diu'ya gelen Portekiz valisi hastalığını bahane ederek görüşmeye gitmek istemedi. Bahadır ise durumu anlamadı ve onu ziyarete gitti. Vali ile görüştüğü sırada aleyhine bir
komplo hazırlandığını sezerek hemen ayrıldı. Karaya çıkmaya hazırlanırken Ma-nuel adlı bir Portekizli'nin saldırısına uğrayarak yaralandı ve denizde boğuldu (3 Ramazan 943/ 1 3 Şubat 1537).
Bahadır Şah Portekizliier'e karşı güçlü bir müslüman devletin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Bu maksatla Osmanlı sarayına değerli hediyelerle bir elçilik heyeti yollayarak (1536) yardım talep etmiş, ayrıca 300 sandık dolusu hazinesini de emniyet altına almak gayesiyle Mekke'ye göndermek istemişti. Bu heyet o sırada Edirne'de bulunan Kanunî Sultan Süleyman ile görüştü. Kanünî'nin emriyle Mısır Beylerbeyi Hadım Süleyman Paşa 22 Haziran 1538'de yetmiş altı parça gemiden oluşan bir donanmayla Süveyş'ten yola çıktı ve 4 Eylül 1538'de Diu'ya vardı; ancak yeni Gucerât sultanı İli. Mahmud'dan yeterli destek görmediği için Diu'yu kısa bir süre kuşattıktan sonra geri dönmek zorunda kaldı.
Cesur, cömert ve çok gayretli bir hükümdar olan Bahadır Şah zamanında ülke en geniş sınırlarına ulaşmıştır. Ölümünden sonra iktidar mücadelesi başlamış ve Gucerât tahtı ciddi sarsıntılara uğramıştır. Hüsam Han onun hayatı hakkında Târîh-i Bahâdurhi adlı bir eser kaleme almıştır.
BİBLİYOGRAFYA:
Hacı ed-Debîr, Zaferü'l-uelîh bi-muzaffer ue âtih (nşr. E. D. Ross], London 1910-28, 111, bk. İndeks; Bâbür, VekâyV (Arat], I, 340-341; Firiş-te, Târih, Lucknow 1933, il, 203-211, 410, 420-443; Lııtfi Paşa, Târih (nşr. Ali Bey], İstanbul 1341, s. 357-358; Ali b. Azîzullah et-Tabâtabâî, Burhân-ı Me'âşfr, Haydarâbâd 1936, s. 270-281; Ebû Turâb Velî, Târîh-i Gucerât (nşr. E. D. Rossl, Calcutta 1821, I, 126-146; Gülbeden Begüm. Hümâyunnâme (trc. Abdürrab Yel-gar — Eymen Manyasi, Ankara 1944, s. 153, 154, 156; Peçevî, Târih, s. 219-224; İskender b. Muhammed Mancû, Mir'ât-ı İskendert, Bombay 1890, s. 188-259; M. S. Commissariat, His-tory ofGujaral, Bombay 1938, s. 376-380; Ba-yur, Hindistan Tarihi, I, 401-406; W. Haig, "Turks and Afghans", The Cambridge History of india, Delhi 1965, III, 321-335; M. Yakub Mughul, Osmanlılar'ın Hint Okyanusu Politikası oe Osmanlı-Hİnt Müslümanları Münâsebetleri (1517-1538), İstanbul 1974, s. 102-160; Salih Özbaran, "Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan Yolu", TD, sy. 31 (1978], s. 98-100; H. Beveridge, "Bahadır Şah Gucerâtî", İA, II, 221; P. Hardy, "Bahâdur Şhâh Gudjarâtî", El2 (lng.), I, 914-915; J. Burton-Page. "Gudjarât", E/2fİng.l, II, 1128. rr-ı
İm Enver Konukçu
bahAeddin Amilî
{bk. ÂMİLİ, Bahâeddin).
457
bahAeddin efendi
Nakşibendî-Hâlidî şeyhi, âlim (1831-1906).
Konya'ya bağlı Bozkır'ın Karacahisar köyünde doğdu. Memiş Efendi diye tanınan Şeyh Muhammed Kudsî'nin büyük oğludur. Diğer yedi kardeşi gibi ilk dinî bilgileri babasından aldı. Kardeşlerinin eğitim ve öğretimleriyle de bizzat ilgilendi. Bir süre Bozkır'ın Hoca köyünde kaldıktan sonra 1862'de Konya'ya gitti. Konya Valisi Bekir Sami Paşa tarafından yaptırılan 11849) ve Paşa Dairesi diye de bilinen Bekir Sami Medresesi'ne müderris oldu. 22 Cemâziyelevvel 1324'-te (14 Temmuz 1906) Konya'da vefat etti ve Konya'nın güneyindeki Hacı Abdül-fettah Çavuş Mezarlığı'na defnedildi. Halen burada dört sütun üzerinde ve dört yanı açık mütevazı bir türbesi bulunmaktadır. Eşi, ortanca oğlu ve ailesinin diğer fertlerinin kabirleri de buradadır, Kardeşlerinden Şeyh Hâlid 1883'te Ka-raman'a gidip yerleşmiş, 1909'da orada vefat edince Ketâne (Ketenci) Camii naziresine defnedilmiştir.
Bahâeddin Efendi Nakşibendiyye'nin Hâlidiyye koluna bağlı bir şeyh olan babası Memiş Efendi'ye intisap etmişti. Onun ölümünden sonra halifesi olarak irşad görevini yürüttü. Babası gibi kendisi de ılımlı ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı, şer'î ölçülere son derece saygılı bir tasavvuf anlayışını benimsedi. Şeriatı kabuk, hakikati (tasavvufu) öz sayan anlayışa şiddetle karşı çıkarak öz ile kabuğun ayrı şeyler, şeriat ve hakikatin ise aynı olduğunu savundu.
Eserleri. 1. Bâ'işü'l-mağfire ü beyânı akvâli'l-vahde. Bahâeddin Efendi bu Arapça eserini, babası Memiş Efendi'nin vahdet-i vücûd* inancına sahip olduğunu İddia eden bir şahsın mektubuna cevap ve reddiye olmak üzere kaleme
almıştır. Dört böiüm ve bir sonuç kısmından meydana gelen eserde fırkaların ortaya çıkışı, bazı tasavvuf terimleri, eşyanın hakikati, muhkem-müteşâbih naslar, şer'î deliller ele alınmış ve vah-det-i vücüd inancının Ehl-i sünnet'te yeri olmadığı gösterilmeye çalışılmıştır. Eserin Konya Yusuf Aga Kütüphanesi'n-de beş nüshası bulunmaktadır (nr. 9893, 9896, 9898, 9926, 9938). 2. îkâzü'n-nâ'i-mîn ve tenbîhü'l-ğâülîn. Zikrin faziletine dair olan bu Arapça risale birinci risale ile birlikte ciltlenmiş halde bulunmaktadır.
BİBLİYORAFYA:
Osmanlı Müellifleri, I, 170-171; Konyalı, Konya Tarihi, s. 790; a.mlf.. Karaman Tarihi, s. 332-333, ı—ı
İn Ali Osman Koçkuzu
BAHÂEDDİN ERZİNCAN!
(bk. MUHAMMED BAHAEDDİN ERZİNCANl).
BAHÂEDDİN NAKŞİBEND
Hâce Muhammed b.
Muhammed el-Buhârî
(ö. 791/1389)
Nakşibendiyye tarikatının kurucusu.
L J
718'de (1318) Buhara yakınlarında daha sonra Kasrıârifân adını alacak olan Kasrıhindûvân köyünde doğdu. Hz. Pey-gamber'in neslinden olduğunu, dedeleri arasında İmam Ca'fer es-Sâdık'ın da bulunduğunu ileri süren rivayetler ihtiyatla karşılanmalıdır (bk. Gulâm Server L8-hürî, i, 545). Mürşidi Emîr Külâl'in Hüseynî bir seyyid olduğuna işaret eden eski kaynaklar ona böyle bir nesep atfetmemektedirler. Bu hususta Bahâeddin'in aile nesebiyle tarikat silsilesinin birbirine karıştırılmış olması mümkündür.
Bahâeddin üç günlük bebek iken o sırada doğduğu köyde bulunan dedesinin mürşidi Baba Muhammed Semmâsî tarafından manevî evlât olarak kabul edildi. Semmâsî, beraberinde bulunan müridi Emîr Külâl'i Bahâeddin'in tasavvuf terbiyesi için görevlendirdi. Onun Semmâsî ve Emîr Külâl ile ilişkileri hakkında ayrıntılı bilgi yoktur. Muhtemelen evlenme çağına geldiğinde dedesinin kendisi İçin seçtiği gelin adayı ile evlenmesi hususunda görüşünü alması için huzuru-
na gönderdiği zamana kadar Semmâsî'-yi görmemiştir (Câmî, s. 381).
Bahâeddin Nakşibend uzun yıllar Emîr Külâl'in yanında kaldı. Henüz kemale ulaşmadığı halde halinden memnun görünmesi üzerine mürşidi onu tekkeye ab-dest suyu taşımakla görevlendirdi (Mev-lânâ Şehâbeddin, vr. 40a"b, 49a). Tarikat âdâb ve erkânını Öğrendiği bu dönemde gördüğü bir rüya üzerine, kendisinin doğumundan yaklaşık bir asır önce (617/ 1220) vefat etmiş olan Abdülhâlik-ı Guc-düv,ânrnin ruhaniyetine intisap etti ve Üveysî lakabını aldı. Onun ayrıca uzun yıllar Hakîm et-Tirmizrnin (ö. 320/932) ruhaniyetinden faydalanması da Üvey-sîliği ile ilgilidir '(bk. üveysîlik). Bir gün Buhara'da mezarları dolaşırken yakın zamanda vefat eden Semmâsî'den Guc-düvânfye kadar ulaşan sûffleri mâna âleminde müşahede etti. Bu sırada Gucdü-vânî kendisine dinin emir ve yasaklarına uymasını, ruhsatlara ilgi göstermemesini, azîmet*lere sadık kalmasını, Hz. Peygamber ve ashabının yolundan gitmesini tavsiye etmiştir. Bu olay Bahâeddin'in ruhî hayatında büyük bir değişiklik yaparak cehrî zikirden hafî zikre yönelmesine yol açtı. Bahâeddin'in bu olaydan sonra Emîr Külâl'in mürid halkasından ayrılarak kendisini yalnız hafî zikre vermeye başlaması dervişler arasında tartışmalara ve memnuniyetsizliklere sebep oldu. Fakat şeyhi Emîr Külâl'e gösterdiği saygıda bir değişiklik olmadı ve onun gittikçe artan iltifatını kazandı. Emîr Külâl de müridlerine Bahâ-eddin'e karşı olan bu tutumlarının yanlış olduğunu söyleyerek onu savundu. Emîr Külâl, doğduğu Suhâri köyünde yapılan bir camiye tuğla taşımakta olan Bahâeddin'i çağırarak sülûkünü tamamladığını, artık Türk ve Tacik bütün şeyhlerden faydalanabileceğini söyledi. Bundan sonra Hâce Bahâeddin şeyhinin bir diğer müridi Mevlânâ Arif Dikgerânî'nin sohbetlerine katıldı. Daha sonra Yûsuf el-Hemedânî'nin neslinden Yeseviyye tarikatı mensubu iki Türk şeyh ile ilgi kurdu. Bunlardan Küsem Şeyh ile ilişkisi kısa sürdü; Halil Ata'nın yanında ise on iki yıl kaldı. İlgili kaynaklarda görülen bütün karışıklıklara rağmen Halil Ata'nın, 748 (1347) yılına kadar Çağatay Han-lığı'nda hüküm süren Kazan (Gazan) Han ile aynı kişi olabileceği ileri sürülmektedir (Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 63). Menökıb-ı Emîr Külâl'e göre Ba-hâeddin bu zalim hükümdar bir isyanla devrilinceye kadar onun yanında bulunmuştur. Bu ilişki tarikat ehlin/n yöneti-
çileri ikaz etmesi şeklinde yorumlanmış İse de (Togan, "Gazan-Han Halil ve Hoca Bahâeddin Nakşbend", Necati Lugal Armağanı, s. 775-784) söz konusu dönemi onun manevî hayatı açısından bir duraklama devri olarak değerlendirmek daha doğru o!ur.
Uzun süren çok yönlü müridlik devresini tamamladıktan sonra doğum yeri Kasnhinduvân'a dönerek müridlerini yetiştirmeye başlayan Bahâeddin daha sonra ikisi hac için olmak üzere üç defa Bu-hara'yı terketti. İkinci hac yolculuğunda üç gün kaldığı Herat'ta Zeyniyye tarikatının kurucusu Zeynüddin el-Hâfî'yi ziyaret etti. Bir müddet sonra Hükümdar Muizzüddin Hüseyin'in davetlisi olarak yine Herafa bir defa daha giderek bu ziyaret esnasında tasavvuf anlayışını ve tarikatının esaslarını hükümdara anlattı (Câmî, s. 386).
3 Rebîülevvel 791 (2 Mart 1389) tarihinde doğduğu köyde vefat eden Bahâeddin cenaze merasiminde şu beytin okunmasını istemişti: "Büyük müflisleriz köyünde ey şah / Cemâlinden kılarız şey'en lillâh". Kasrıârifân daha sonraki yıllarda Bahâeddin (Buharahlar'ın telaffuzuna göre Baveddin] adını almış, Nakşi-bendiyye tarikatı kuruluşunu tamamlayıp yayıldıkça mezarın etrafında geniş bir külliye oluşmuştur. XIX. yüzyılın sonlarında bu külliyenin aylık kira gelirieri binlerce ruble tutuyordu (K. Bendrikov, s. 29]. Buhara ile Bahâeddin Nakşibend arasında kurulan manevî bağ o kadar kuvvetli olmuştur ki Buharaiılar onu "Ha-ce-i belâ-gerdân" (belayı defeden hâce) diye anmışlar (Câmî, s. 385] ve şehrin manevî koruyucusu saymışlardır. Bahâeddin'in mânevi varlığı Buhara'nın bütün Orta Asya müslümanları için bir ilim ve kutsiyet merkezi haline gelmesinde önemli bir faktör olmuştur.
Bahâeddin kurduğu tarikatın mensuplarınca özellikle Türkiye'de Şâh-ı Nakşibend unvanıyla tanınır. Nakşibend unvanının taşıdığı mâna ve bu unvanın ona ne zaman ve nasıl verildiği konusunda ilk Nakşibendî kaynaklarında bilgi yoktur. Sonraları bu unvanın devamlı yapılan hafî zikrin kalpte bıraktığı "nakş"a (iz) bir işaret olduğu söylenmiş ve bu yorum genel kabul görmüştür (el-Hânî, s. 9).
Bahâeddin Nakşibend'in tasavvufî görüşlerini ihtiva eden herhangi bir eseri bugüne ulaşmadığı için bu konuda ancak kendisi hakkında telif edilen eserlerde nakledilen menkıbelerden hareket-
le bazı sonuçlara ulaşmak mümkün olmaktadır.
Semâ ve halveti manevî gelişme yolları olarak kabul etmemesi, onun tasavvuf terbiyesinde hafî zikre verdiği önemle yakından ilgilidir (Câmî, s. 386). Bir tarikat silsilesine bağlanmanın kendi başına bir şey ifade etmeyeceğini söyleyen Bahâeddin Nakşibend kerametlerin de fazla bir değer taşımadığı kanaatindedir. Müridleri için belli bir giyim tarzından kaçınması, tekkede oturmayı sevmemesi, kısaca geleneksel sûfîliğin birçok yönünü kabul etmemesi, IV. (X.) yüzyılda Nişâbur'da doğan Melâmetiyye hareketini hatırlatmaktadır. Nitekim Muham-med Pârsâ'ya göre Melâmetîler'i anlamak, Nakşibendîler'i anlamak için Önemli bir adımdır (Tevhide Giriş, s. 597]. Bu da Bahâeddin'in sadece silsilesinde adı geçen şeyhlerin değil aynı zamanda Me-lâmetîler'in de vârisi olarak kabul edilmesini mümkün kılar.
Döneminin sûfîleri yanında müderrisler de kendisine saygı duymuş, o da devrinin âlimlerine hürmet etmiştir. Nitekim Mevlânâ Hamîdüddin'e tasavvufî görüşlerini arzederek yanlışı varsa düzeltilmesini istemişti. Çünkü Bahâeddin'e göre, "Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz" (el-Enbiyâ 21/7] âyeti ilim adamlarına danışmayı emretmektedir (Câmî, s.426).
Bahâeddin'e atfedilen birçok şiir ve risalenin ona ait olması imkânsız gibidir. Ancak eski Nakşibendî metinlerinde geçmeyip okunması da Nakşibendî âdabının bir parçası olmamakla birlikte onun adını taşıyan el-Evrâdü'J-Bahâ =iy-ye kendisi tarafından telif edilmiş olabilir. Bahâeddin'in sözleri başkalarının telif ettiği eserler yoluyla günümüze intikal etmiştir. Bunların başlıcalan Fah-reddin Ali Sâfî'nin Reşehât'ı, Abdurrah-man-ı Câmî'nin Nefehât'ı, Selâhaddîn-i Buhârî'nin Enîsü't-talibin'] ve en önemlisi Hâce Muhammed Pârsâ'nın Risâle-i Kudsiyye'sidir. Pârsâ (ö. 822/1419) Bu-
Bahâeddin Nakşibend adına yazılmış bir levha
IMustsfa teet'in ta'llk hattı, İÜ Kip., tbnBlemln, nr, 11)
hara'nın önemli âlimlerinden biri olup Bahâeddin'in önde gelen halifelerinden-dir. Bahâeddin Nakşibend'in bir hac esnasında onu başhalife olarak tayin ettiği sanılmaktadır. Bazı rivayetlere göre Bahâeddin bu tayini ölüm yatağında iken de tekrarlamış, ancak damadı Hâce Alâeddin Attar başhalife olarak ortaya çıkmıştır. Nakşibendî silsilesinin sürdürülmesini sağlaması bakımından en önemli halifesi Mevlânâ Yâkub Çerhî'dir (ö. 851/1448]. Cerhinin yetiştirdiği Ubey-dullah Ahrâr (ö. 895/1490), Nakşibendî tarikatının Orta Asya'da en önemli tarikat olmasını ve bütün İslâm dünyasına yayılmasını sağlamıştır.
Bahâeddin'in, mensup olduğu silsilenin herhangi bir parçası olarak görül-meyip merkez haika sayılmasının sebebini tesbit etmek zordur. Nakşibendî silsilesinin Bahâeddin'den önceki devirleri hakkında bilgi veren kaynaklara göre tarikat Yûsuf el-Hemedânî zamanından Bahâeddin zamanına kadar, Hemedânî ve ardından gelenlerin taşıdığı "hâce" lakabına işaret olarak "tarîk-i hâcegân" diye anılmakta iken Bahâeddin'den itibaren "tarîk-i Nakşibendî" adıyla tanınmıştır (bk. Bağdadî, s. 22). Öte yandan Bahâeddin'in ölümünden bir asırdan fazla bir zaman geçtikten sonra Abdurrah-man-ı Câmî tarikatın usullerini anlatan risalesine Ser-rişte-i Tarîk-i Hâcegân (Kabil 1343 hş.) adını vermiştir. Nakşi-bendiyye tarikatının başlangıcı, tarikatın prensiplerini "keiimât-ı kudsiyye" olarak bilinen Farsça sekiz terimle (bk. hA-CEGÂN) özetleyen ve kendisinden hâcegân silsilesinin ilk halkası olarak bahsedilen Abdülhâlik-ı Gucdüvânî'ye kadar götürülebilir. Nitekim Bahâeddin'in Guc-düvânfnin ruhaniyetine intisabı onun silsiledeki önemini ortaya koymaktadır. Bahâeddin'in, silsilenin daha önceki mensuplarınca zaman zaman uygulanan hafî zikir üzerindeki ısrarı onun adını taşıyan tarikatın hüviyetini tayin edici bir rol oynamıştır. Daha sonra gelen İmâm-ı Rabbânî(ö. 1034/1624) ve Hâlid-i Bağdadî (ö. 1242/1827) gibi Nakşibendî mü-ceddidieri yeni ve müstakil tarikat kurucuları değil Nakşibendiyye tarikatının muhtelif kollarının kurucuları olarak görülürler. Bahâeddin'in manevî gelişmesinde Yeseviyye vasıtasıyla Türk tesirinin de göz ardı edilmemesi lâzımdır. Nakşibendîlik Bahâeddin'in ölümünden üç nesil sonra Orta Asya Türk kavimleri arasında yayılmaya ve giderek evrensel bir çekicilik kazanmaya başlamıştır.
459
Bahâeddin'e nisbet edilen bazı şiirlerle Silkül-envâr, Hediyyetü's-sâlikîn ve tuhletü't-talibin {Hediyyelü'l- "arifin, II, 173; Keşfü'z-zunûn, II, 2042), Hayâtnâ-me, Delîlü'l-Câşıkîn (Hüseyin Vassâf, II, 8-18) gibi risaleler büyük bir ihtimalle ona ait değildir.
BİBLİYOGRAFYA:
Muhammed Parsa, Kudsiyye Inşr. Muham-med Tâhİr İrâki), Tahran 1354/1975; a. e. Itrc. Abdullah Salâhî-yi Uşşakl), İstanbul 1323; a.mlf.. Tevhide Giriş [FaSİÛ'l-hitSb tercümesil (trc. Ali Hüsrevoğlu], İstanbul 1989, s. 597; Se-lahaddin el-Buhârî, Enîsü't-tâlibîn, Bodleian Library (Oxford), nr. Persian e 37; a.e., Maka-mât-ı Şâh-ı Hakşibend (trc. Süleyman İzzî), İstanbul 1328; Câmî, Hefehat, s. 381, 384-388, 426; Reşahat Tercümesi, s. 78-84; LâmiT, /Ve-fehât Tercümesi, s. 418-428; a.mlf. Ser-rişte-i Tartk-i Hâcegân (nşr. Abdülhay Habîbî), Kabil 1343 hş.; Fahreddin Ali Safî, Reşahât, Taşkent 1329, s. 54-58; Ebü'l-Hasan Muhammed Bakır b. Muhammed Ali, Makâmât-t Şâh-ı hak-şibend, Buhara 1327; Muhammed er-Rehâvî, el-Envârü'l-kudsiyye, Kahire 1344, s. 126-142; Mevlâna Şehâbeddin, Menâkıb-ı Emîr Külâl-ı SuhSrî, Zeytinoğlu Ktp. (Tavşanlı), nr. 169, vr. 40a-49a; Keşfü'z-zunûn, II, 2042; Zebîdî, 7fcd, s. 106; Harîrîzâde, Tibyârı, III, 1956; Gulâm Server LâhOrî, Haztnetü'l-aşfiyâ*, Bombay 1290,
Dostları ilə paylaş: |