Tecellî* fikrine büyük önem veren Baklî tecellîyi hulul* den farklı görür. Onun engin ve derin tefekkürü esas itibariyle melekût âlemine (âlem-i gâyb) inhisar eder. Bu bakımdan âdeta muhayyel bir âlemde yaşar. Bu âlemde yaşadığına öylesine inanmıştır ki söylediklerinin ve yazdıklarının hayalî olduğunun farkında bile değildir. Bir defasında ilâhî sıfatların güzelliğini düşünerek geçirdiği hayalî bir gecenin fecrinde dünya ona tamamen ilâhî bir hakikatle dolu olarak görünür. Bunun üzerine kendinden geçer; Allah kendisine tecelli eder ve bu suretle Allah ile buluşur. Baklî bu buluşma sırasında yaşadığı halleri şathiyyât tarzında ifadelerle ayrıntılı olarak anlatır. Bu vecd halinden sonra kendine gelir. Ancak akşam olunca Allah yine tarif edilemeyecek bir güzellikte ve vahdet denizinde ona kendisini gösterir. Keşfü'1-es-râr adlı eserinde naklettiği hayaller, Meş-
reb ü 1- er vah 'ta süfînin aşması gereken 1001 makamı açıklarken öne sürdüğü fikirler ve Kur'an âyetlerine te'vil yolu ile verdiği bâtınî mânalar, onun olağan üstü bir hayal gücüne sahip olduğunu göstermektedir. O remz* ile temsil* arasındaki bütün iltibası kaldırır. Nitekim kendisinden önceki birçok sûfînin vecd halinde söylediği şathiyyât türünden sözleri şerhederek bunları şeriatla bağdaştırmaya çalışmıştır.
Bakirde kırmızı bir gül renginde vuku bulan ilâhî tecellî bütün manzarayı boyar, hatta göller bile kırmızı olur. Onun mânada gördüğü şey şarap ve kan kırmızısı renktir. Bu şarap gerçekte Allah âşıklarının O'na duydukları özlemin kanıdır. Baklî kendi kanının da âlem-i gay-ba saçıldığını görür. Güzel yüzlülerin aşkını tarikatının temeli kabul eden Baklî, sadece kronolojik olarak değil aynı zamanda güzelliği müşahede fikrinin gelişmesi bakımından da Ahmed el-Gazzâ-lî ile Fahreddîn-i Irâkî arasında yer alır. Ona göre sûfînin zahiri de bâtını da Yûsuf gibi güzel olmalıdır. Hz. Yûsuf Rûz-bihân'da cemalin timsalidir. Ya'küb peygamberin, oğlu Yûsuf'a olan derin sevgisi insanî aşkın tecrübî bir delilidir. Çünkü Ya'küb'un aşkı Hakk'a aşktan ibaretti ve Yûsuf'un cemali de Hakk'ın cemaline âşık olma vesilesi idi.
Aşk ve muhabbeti tasavvuf nazariyelerine esas yapanlardan biri olan Baklî, bu konudaki düşüncelerini 'Abherül-câşıkin adlı eserinde açıklamıştır. O aşkı Allah'ın kadîm ve ezelî bir sıfatı olarak telakki eder-, Allah kendisini sevdiği için aşk, âşık ve maşuk sûfînin nazarında birleşir ve tek kavram haline gelir. Allah'ın tabiatın güzel şekilleri içinde tecelli ettiğini, Allah'a yakın olan kimsenin her güzel şeyle yakınlık kurmuş olduğunu, gerçek sûfîlerin bu güzelliklerin sırlarını tanıyıp idrak ettiklerini, ancak bunları bilmeyenlere açıklamayı doğru bulmadıklarını söyler. Baklî'ye göre semâ ve raks sâlikin Allah yolunda varacağı birer makamdır. Onun çok tesirli semâ meclisleri tertip etmiş olduğu belirtilmektedir. 560'ta (1165) Şiraz'da inşa ettirdiği ribâtında kendi adını alan Rûzbihâniyye tarikatının temellerini atan Baklî'nin tarikat şeceresi, Hafîfiyye tarikatının kurucusu Ebû Abdullah Muhammed b. Hafife ulaşır.
Eserleri. Hayatının büyük bir kısmını Şiraz'daki dergâhında ve camide vaazla ve eser yazmakla geçiren Bakirnin tefsir, hadis, fıkıh ve özellikle tasavvuf sa-
hasında değerli eserleri vardır. Ölümünden sonra eserlerinin dağıldığını, birçoğunun kaybolduğunu söyleyen Tuhfe-tü'l-cirfân yazarı torunu Şerefeddin İbrahim bulabildiklerinin adlarını kaydetmiştir. Ancak Şerefeddin İbrahim, Şed-dü'1-izâr yazan Ebü'l-Kâsım Cüneyd-i Şîrâzf ve bu eserin naşiri Kazvînî'nin verdiği bilgilerle birlikte eserlerinin tam listesi tesbit edilebilmektedir. Günümüze kadar gelmiş olan eserleri şunlardır: 1. Meşrebü'I-ervâh*. Tasavvuf hakkında geniş bilgi veren en önemli eserlerden bindir. Arapça yazılmış olan eserin Farsça adı Hezâr ıı Yek Makam'dır. Meşrebü'I-ervâh, kulun manevî yolculuğu sırasında aşması gereken makamlardan bahseder. Günümüze kadar gelen 1001 makam üzere yazılmış tasavvufT tek eser budur. M.eşrebü'1-ervah, tasavvuf edebiyatında o döneme kadar bilinmeyen birçok yeni makam ve terim ihtiva etmesi bakımından da ayrı bir değer taşımaktadır. Eser Nazif Hoca tarafından yayımlanmıştır (İstanbul 1974], 2. cArâ3i-sii'l-bey&n" îîhakâ3ikı'i\-Kur3 ân. Bak-lî'nin, Kur'ân-ı Kerîm'in işârî tefsir*i hakkında günümüze ulaşan iki eserinden biri olup Arapça yazılmıştır. Eserde Sülemfnin Haka3iku't-teisîr'ı ve Kuşey-rînin Letâ3iîü'l-işörât'ından faydalanılmış ve tasavvufî terimlere geniş yer verilmiştir iHaydarâbâd 13011. 3. Mantıku'l-esrâr bi-beyâni'1-envâr. Baklî bu Arapça eserini ruhun bir nevi taşkınlığı olan şathiyeleri izah etmek için yazmıştır. Meşhur ve büyük sûfflerin şathiyyâtının söz konusu edildiği eserin sonunda Hal-lâc'ın Kitâbü't-Tavâsîn'mm şerhi ve tasavvuf terimlerinin bir fihristi yer alır. Eserin üç yazma nüshası bilinmektedir (bk. GAL SuppL, 1, 735). Manpkul-es-râr'm içinde bulunan Hallâc'ın Kitâbü't-Tavâsîn şerhinin bir kısmı L. Massignon tarafından yayımlanmıştır (Paris 1913). 4. Şerh-i Şathİyyât*'. Arapça olan Manp-kü'I-esrâr'm üç kat genişletilmiş ve Farsça olarak kaleme alınmış şeklidir. Baklî kendisinden önce yaşamış birçok âşık sûfînin vecd halinde söyledikleri şathiy-yâtı bu eserinde toplayıp açıklamıştır. Eser H. Corbin tarafından neşredilmiştir. (Tahran 1966, 1981). S. Risâletü'1-üns lî rûhi'l-kuds. Kaynaklarda çeşitli isimlerle kaydedilen bu Farsça risale Risâ-letü'1-kuds adıyla es-Seb'u.'1-mesânî ile birlikte basılmıştır (nşr. Muhsin Hâlî tmâdü'l-fukara, Şiraz 1342). 6. 'Abherü'İ-câşıfcih\ Beşerî (mecazi) aşk ile ilâhî (hakiki) aşktan bahseden bu eser, sûfıyâne aşk ve güzellik hakkında Farsça yazıl-
mış ilk eserlerdendir. Kitap M. Moin - H. Corbin tarafından yayımlanmıştır (Tah-ran-Paris 1953). 7. Şerhu'î-hucüb ve'l-estâr îî makâmâti ehli'l-envâr ve'l-esrar {Kitabü'l-İğâne}. Baklî bu Arapça eserinde bir hadiste geçen "el-igâne" (örtmek) kelimesinden hareket ederek Allah'a vâsıl olma yolundaki altmış altı perdenin (hicâb) esrarını açıklamaya çalışır. Eserin yazma bir nüshası Londra'da bulunmaktadır (İndia Office, nr. 1285; bk. GAL SuppL, I, 735). 8. Seyrü7-ervd/ı (e/-Mişbâh fîmükâşefâü bacşi'l-eruâh). Ruhların yaratılmadan önceki ve sonraki durumlarıyla insanın yaratılışından bahseder. Baklî bu Arapça eserinde muhtelif tecellî şekillerini düşünür ve bunların mânalarını izaha çalışır. Eserde bir çeşit narsisizm nazariyesi ele alınmıştır. Allah kendi aksi olan insanda güzelliğini temaşa etmekten hoşlanır. Kendisinin Allah'ın tecellîgâhı olduğunu bilen insan da kendine âşıktır (eserin yazmaları için bk. Hoca, s. 79). 9. Kitâbü'n-Nükât {Ga-latâtü's-sâlikîn). SûfT ıstılahlarının bir lu-gatçesi olan bu Farsça eserin tek nüshası Paris Bibüotheque Nationale'dedir (bk. Hoca, s. 79). 10. Keşfü'l-esrâr ve mükâşefetü'l-envâr. Bazı kaynakların Kitâbü'î-Envâr iî keşii'l-esrâr olarak da zikrettiği bu eser Arapça'dır. Bakir -nin elli beş yaşında iken yazdığı Keşffi'J-esrûr onun ruhî hayatını anlatan bir otobiyografidir. Bu kitabında çocukluğundaki ilk hayallerinden başlayarak manevî ve ruhî yükselişini, mükâşefe* halinde başından geçen hadiseleri ve müşahede esnasında kendisine görünen sırları anlatmaktadır. Baklî'nin bu eseri bilhassa din psikolojisi bakımından çok önemlidir (nşr. Nazif Hoca, İstanbul 1971; Baklî'nin kaynaklarda adlan geçen, fakat günümüze intikal etmemiş olan eserleri için bk. Hoca, s. 83 vd.).
Baklî'nin Dîvânü'l-ma'ârif adlı manzum bir eserinden de söz edilmektedir. Kaynaklarda geçen bazı şiirlerini M. Moin 'Abherü'l-'âşıkîn'in önsözünde yayımlamıştır. Muhtemelen divanından alınmış on bir bölüm ve 231 beyitten meydana gelen, Tuhfetü'l- c irfan veya sonundaki kayda göre Tuhfetül-Curefâ adını taşıyan mesnevi tarzındaki şiirinin tek nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüpha-nesi'nde bulunmaktadır (FY, nr. 538, vr. 567a-57f/|. Bu mesneviyi Dânişpejûh Rûz-bihânnâme adlı eserinde yayımlamıştır (s. 375-386). Baklî'nin Konya İzzet Koyu-noğlu Müzesi Kütüphanesi'ndeki numarasız bir mecmuada bulunan şiirleri Nazif Hoca tarafından Rüzbihan al-Bak-
lî ve Kitab Kaşî al-Asrar'ı ile Farsça Bâzı Şiirleri adlı eser içinde neşredilmiştir (s. 119-138).
BİBLİYOGRAFYA:
İbnü'l-Arabî, ei-FüLÜhât, Bulak 1293, II, 417; Fahreddîn-i Irâkl, Külliyyât (nşr. Saîd Nefîsî), Tahran 1336 hş., s. 362; Şerefeddîn İbrahim, Tuhfetü'l''irfan (nşr. Muhammed Takî Dânişpejûh), Tahran 1347 hş., s. 1-150; a.e, İran Kütüphâne-i Melik, nr. 4020; Müstevfî, Târîh-i Güzîde (Browne|, !, 793; a.mlf., Nûzhetü'l-ku-lûb (Strange), s. 116; Cüneyd-i Şîrâzî, Şeddü'l-izâr {nşr. Mirza Muhammed Han Kazvînî — Ab-bas ikbS), tahran 1328 hş., s. 243-253; Ah-med-i Zerkûb-ı Şîrâzî. Şîrâznâme (nşr. Behmen Kerîmî), Tahran 1310 hş., s. 116-117; Lâmiî, ISefehât Tercümesi, s. 298; Fasih Ahmed-i Hâ-fî, Mücmel-i Faşfhr(nşrr Mahmûd Ferah), Meş-hed 1341 hş., 1, 284; îsâ b. Cüneyd, Hezâr Mezar, Şiraz 1320 hş., s. 110-114; Zeynelâbidrn-i Şirvânî, Riyâzü's-seySha [nşr. Asgar Hâmidî), Tahran 1339 hş., s. 878; Reyhânetü't-edeb, II, 398; Hidâyet, Mecma'u'l-fuşahâ, s. 235-236; a.mlf.. Rİyâzü'l-'ârifîn, Tahran 1316 hş., s. 128-129; Hasan-ı Fesâî-yi Şîrâzî, Fârsnâme-i İVâşırf {nşr. Ali Kulı Uuhbirüddevle), Tahran 1310-13; Muhammed-i Fursat-ı Şîrâzî, Aşâr-ı "Acem, Bombay 1354, s. 462; Ma'sûm Ali Sah, Tarâ'ik, II, 640; Brockelmann, GAL, I, 436; SuppL, I, 730, 735; L. Massignon, La Vie et les oeuores de Rüzbehân Bağlı, Hauniae 1953, s. 275-288; Baklî, 'Abherü'l-'âşıkin (nşr. H. Corbin — Muhammed Muîn), Paris 1958, naşirlerin girişi; Muhammed Takı Dânişpejûh, Rüzbihânnâme, Tahran 1347 hş., s. 375-386; Nazif Hoca, Ruz-bihân al-Bak.ll ue Kitâb Kaşf al-Asrâr'ı ile Farsça Bâzı Şiirleri, İstanbul 1971 (ayrıca bk. bu eserde verilen bibliyografya); W. Ivanov, "A Biography of Rüzbehân al-Bagli", JASB, XXIV/ 4 (19281, s. 353-361; a.mlf., "More on Biography of Rüzbehân al-Baglî", JRAS (Bombay), VII (1931), s. 1-7. m
Mü Nazif Hoca
BAKÜYYE
Hicrî III. yüzyılın sonlarında
Vâsıt civarında ortaya çıkan ve
hayvan eti yemeyi haram kabul edip
sadece bakliyat cinsi gıdaları mubah sayan bir grup Karmatî'ye
verilen ad (bk. KARMATÎLER).
BAKT
Halife Hz. Ömer zamanından XIII. yüzyılın sonuna kadar
Nûbe hıristiyanlarmın Mısır valisine ödediği vergi.
Kelimenin aslının Latince pactum olduğu ve bunun Grekçeleşmiş şekli olan paktondan Arapça'ya geçtiği kabul edilmektedir. Helenistik dönemde karşılıklı
547
mükellefiyetler doğuran antlaşmaya ve bununla ilgili ödemelere pakton denilirdi. İslâm tarihindeki uygulama da bu tarife uymaktadır. Bu vergi İslâm tarihinde ilkdefa Amr b. Âs'ın Mısır valiliği zamanında 20 veya 2i'de (641-642) Abdullah b. Sa'd b. Ebû Şerh tarafından alınmıştır. Ancak bu onun tarafından ihdas edilmiş bir vergi değildi. Yörede daha önce de mevcut olan bu sistem Abdullah b. Sa'd tarafından yeniden uygulanmaya başlanmıştır. Müslümanlar Mısır'ı fethedince Amr b. Âs'ın gönderdiği Abdullah b. Sa'd b. Ebü Şerh kumandasındaki birlik Kuzeydoğu Afrika'da, sınırları Kızıldeniz'den Libya çöllerine ve Hartum'a kadar uzanan Nûbe (Nüb-ye) topraklarına girdi ve burada çetin bir mukavemetle karşılaştı. Abdullah b. Sa'd Nûbeliler'le anlaşma yaparak onları vergiye bağladıktan (bakt) ve burada bir müddet kaldıktan sonra geri döndü (Makrîzî, I, 200). Nûbeliler Hz. Ömer'in ölümü üzerine anlaşmayı bozarak Yukarı Mısır'a saldırmaya başladılar. Hz. Osman tarafından Mısır valisi tayin edilen Abdullah b. Sa'd b. Ebü Şerh Nûbeliler üzerine yürüdü ve sonunda Nûbeliler yeniden barış yapmak mecburiyetinde kaldılar (Ramazan 31/Nİsan - Mayıs 652). Antlaşmaya göre taraflar birbirlerinin topraklarına serbestçe girebilecekler, fakat buralarda devamlı olarak yerleşip oturmayacaklardı. Nûbeliler vergi olarak her yıl 360 köle vereceklerdi. Buna karşılık müslümanlar da kıtlık ve sıkıntı içindeki Nûbeliler'e başta yiyecek ve giyecek olmak üzere çeşitli yardımlar yapacaklardı. Nûbeliler'den İslâm hâkimiyeti altına girerek zimmî* olmayı kabul edenler müslümanlarla savaşmayacak ve Nûbe'ye kaçan köleleri iade edeceklerdi. Dongala'da yapılacak bir caminin inşaat masraflarına katılmayı da kabul eden Nûbeli hıristiyanlar ayrıca 360 kölenin müslümanlara teslim edilmesi sırasında görev yapan memurlara da kırk köle karşılığı vergi ödeyeceklerdi.
Nûbeliler daha sonra bu vergiyi muhtemelen savaş esirlerinin bulunmayışı sebebiyle düzenli olarak ödeyemediler. Zaman zaman esir yerine halktan bazı kimseleri vermek zorunda kaldıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca özellikle fil, zürafa ve leopar gibi hayvanlar da göndermişlerdir. Abbasî halifeleri Mehdî ve Mu'ta-sım dönemlerinde baktla ilgili yeni düzenlemeler yapıldı. Mu'tasım müsamahakâr bir yol takip ettiyse de bu vergiyi temelden değiştirme yönüne gitmedi,
548
sadece Nûbeli hıristiyanlara mükellefiyetlerini üç yılda bir ödeme mecburiyetini getirdi. Bu arada onların, Nûbe sınırları içinde bulunan ve Nübeliler'in vergilerini teslim ettikleri yer olan Kasr'da-ki İslâm askerî birliklerinin kaldırılması konusundaki isteklerini de reddetti.
Memlûk Sultanı I. Baybars Nûbe'nin merkezi olan Dongaia'yı fethettikten ve Nübe Devleti'ni ortadan kaldırdıktan sonra (674/1276) bölge müslümanların eline geçerek süratle İslâmlaşmış ve bakt vergisi de sona ermiştir.
BİBLİYOGRAFYA:
FTrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-muhü, "bkt" md.; Kamus Tercümesi, "takt" md.; R. Blachere v.dğr.. Dictionnaire Arabe-Français-Anglais, Paris 1970, II, 751-752; İbn Abdülhakem, Fü-tûhu Mışr (Torrey), s. 189; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 339-342; Mes'ûdî, MûrCLCü'z-zeheb (İb-nü'1-Esîr, el-Kâmi! içinde), Kahire 1303, III, 108-111; İbn Hallikân, Vefeyât, IV, 155; Makrîzî, el-Hıtat, I, 199-202; M. C. Şehabeddin Tekindağ. Berktik Devrinde Memlûk Sultanlığı (XIV. Yüzyıl Mısır Tarihine Dair Araştırmalar), İstanbul 1961, s. 30; J. Cuoq, Islamisation de la Nuble chrĞüenne, V!I<-XVIe siecles, 1986, Bİbliotheque d'Etudes ]slamiques, 9; Fethi Gays, el-İslâm ue'l-Habeşe, Kahire, ts. (Mektebetü'n-Nehda-ti'1-Mısriyye), s. 77; P. M. Holt - M. W. Daily, A History of the Sudan, Hong Kong 1988, s. 16, 19, 22; C. H. Becker. "Bakt", !A, II, 258-259; S. Hillelson, "Nûbe", a.e., IX, 341-342; F. Lokke-gaard, "Bakt", E^(İng.), I, 966.
\m Hulusi Yavuz BÂKÜM er-RÛMÎ
f ^jJ] pA )
Sahâbî.
L J
Asıl adı Bakom'dur. Hz. Peygamber için minber yaptıkları rivayet edilen yedi kişiden biri olup Rum asıllıdır. Adının Bâkül veya Belküm olduğu da nakledilen bu sahâbî Ümeyye oğullarının köle-siydi. Medine'ye hicret ettikten sonra ensardan bir hanımın hizmetinde bulundu. Hz. Peygamber bu hanımdan, marangoz olan kölesine halka hitap ederken üzerine oturabileceği bir minber yaptırmasını istedi. Bâküm da ılgın ağacından üç basamaklı bir minber yaptı.
Kaynaklarda İslâmiyet'ten önce Ku-reyşliler'in Bâküm adında Rum asıllı bir kimseye Kabe'yi yeniden yaptırdıkları kaydedilmektedir. Bu rivayete göre hem mimar hem de tüccar olan Bâküm'a ait bir gemi fırtınaya yakalanarak parçalanmış, aktaş, tahta ve demir yüklü olan gemi Cidde Şuaybiye Limanı önlerine sürüklenmişti. Bu haber üzerine Mek-
keliler Cidde'ye giderek geminin enkazını satın almışlar, Bâküm'la da Kabe'yi yeniden inşa etmek üzere anlaşmışlardı. O sıralarda otuz beş yaşında bulunan Hz. Peygamber'in Kabe inşaatı için sırtında taş taşıdığı ve kabileler arasında hakemlik yaparak bir ihtilâfı ortadan kaldırdığı bilinmektedir. Süheylî ve İbn Hacer el-Askalânî'nin de kaydettikleri gibi Mescid-i Nebevî'ye minber yapan Bâköm ile Kabe'yi yeniden inşa eden bu zatın aynı kişi olması ihtimal dahilindedir. Bâküm'un Kabe inşaatında sadece mimarlık yaptığı, marangozluk işlerini ise Mekke'de bulunan bir Kıptî'nin üstlendiği rivayeti de vardır.
Minberi hicretin 6 (627-28), 7 veya 9. yılında yaptığı söylenen Bâküm'un nerede ve ne zaman öldüğü bilinmemektedir.
BİBLİYOGRAFYA:
İbn İshak, es-Sîre, s. 83; İbn Sa'd, et-Taba-kât, I, 145; Süheylî, er-Rauzü'l-ünüf, II, 277-278; İbnü/1-Esîr. Üsdü'l-ğabe, I, 195; ibn Hacer. el-İşâbe, I, 136-137, 166; a.mlf.. Fethu'l-ban (Sa'd), 111, 39-40; V, 59-60; Tecrid Terce-mesi, II, 323-324; III, 73-74; Diyârbekrî. Târî-hu'l-hamîs, II, 68; Koksal, İslâm Târihi, Mekke Devri, İstanbul 1981, s. 112-113; Johs. Pedersen. "Mescid", İA, VIII, 32.
İAİ İsmail L. Çakan el - BAKÛRETÜ's-SÜLEYMÂNİYYE
Nusayrîlik'ten Hıristiyanlığa geçen
Adanalı Süleyman Efendi'nİn
(ö. 1863 [?])
Nusayrîler'in
gizli inanç ve ibadetlerini ifşa ve tenkit amacıyla yazdığı eseri.
Tam adı el-Bâkûretü's-Süleymâniy-ye fî keşfi esrâri'd-diyâneti'n-Nuşay-riyye olan ve yedi bölüm (fasıl) ile bir hatime kısmından meydana gelen eserin ilk bölümüne müellif kendi hayatını ve Nusayrîliğe girişini anlatmakla başlar. Buna göre Süleyman Efendi 1834'te Antakya'da doğmuş, yedi yaşında o devirde Ezene denilen Adana'ya gitmiş, on sekiz yaşında "Meşveret Cemiyeti" denilen bir toplantıya katılarak Nusayrîliğe ilk adımını atmıştır. Kırk gün sonra düzenlenen "Melik Cemiyeti"nde bir kadeh içki içerek A. M. S. (Ali-Muham-med-Selmân) sırrını öğrenmiş, ondan bu sırrı hiç kimseye ifşa etmemesi istenmiştir. Altı ay sonra tekrar cemiyete çağrılan Süleyman Efendi'ye iki kişi kefil olmuş, kendisine "Ali b. Ebû Tâlib'in
ilâh olduğu ve ancak ona ibadet edileceği" sırrı öğretilmiş ve bu sırrı ifşa ettiği takdirde öldürüleceği ihtar edilmiştir. Bu arada ibadet için bazı duaları da öğrenen müellif böylece Nusayri olmuştur. el-Bâkûre'rim birinci bölümü, Hüseyin b. Hamdan el-Hasîbî tarafından yazılan ve Nusayrîliğin kutsal kitabı sayılan el-Mecmû*üan kendilerinin "sûre" adını verdikleri on altı bölümün metni ve tefsiriyle sona erer. Bu kısımda Ali b. Ebû Tâlib'in ilâh olduğu ısrarla tekrarlanmaktadır.
Eserin ikinci bölümünde Nusayrîler'in bayramları hakkında bilgi verilir; ayrıca ramazan ayının 1, 17, 19, 21, 23 ve 27. gecelerinin de Nusayrîler'ce kutsal sayıldığı kaydedilir ve bayram âyinlerinin icra tarzı anlatılır.
Üçüncü bölümde Nusayrî şeyhlerinin görevleri ve bayram âyinleri tanıtılır. Buna göre Nusayrî şeyhleri yönettikleri farklı merasimlere göre imam, naklb ve necîb olmak üzere üç sınıfa ayrılırlar. Sayıları çok olan âyinler içinde "tîb, ba-hûr, ezan, işâre" âyinleri meşhurdur. Müellif burada aynca Adana, Tarsus, Antakya, Dursuniye ve Harbiye yörelerinde ikamet eden Şimalî ve Kilâzî Nusay-rîleri ile bunların farklı inanç ve uygulamaları hakkında bilgiler de vermektedir.
el-Bâkûre'rim dördüncü bölümünde Nusayrîler'in yaratılış felsefesi ve "ulvî âlem"den "süflî âlem"e indiklerine dair inançları anlatılır. Buna göre Nusayri'ler âlem yaratılmadan önce parlak ve nû-rânî yıldızlar halinde bulunuyor, yiyip içmiyor, defi hacet etmiyor, 7077 yıl yedi saat süresince ilâhları olan Ali'yi mü-
şahede ediyorlardı. Bundan dolayı gururlanarak kendilerinden daha üstün bir varlık bulunmadığına inanmışlar, bu gururun cezası olarak 7000 yıl Ali'yi görmelerine mâni bir hicap yaratılmış ve bu süflî âleme atılmışlardır. Bundan sonra işledikleri günahlardan şeytanlar ve iblisler, onların günahlarından da kadınlar yaratılmıştır.
Beşinci bölümde Nusayrîler'in yazdığı dinî mahiyetteki bazı şiirler açıklamalarıyla birlikte yer almaktadır.
Altıncı bölümde Nusayrîler'in bazı inançları hakkında bilgi verilmektedir. Buna göre ilim ve şeref sahibi müslü-manlar öldüğünde ruhları eşek cesetlerine, hıristiyan âlim ve ruhbanlarının ruhları domuz cesetlerine, yahudi âlimlerinin ruhları da maymun cesetlerine hulul edecektir. Ölen Nusayrîler'in ruhları ise Ali'ye ulaşacak, içlerinden kötülük yapanların ruhları da eti yenen hayvanların cesetlerine intikal edecektir. Müellife göre Ali'yi ayda ve güneşte düşünerek bunları kutsal sayma Mecûsîlik'-ten kaynaklanmıştır. Yazar ayrıca Nu-sayrîlik'ten çıkıp başka dine geçen kimsenin annesinin o dinden olan biri ile zina ettiğine inanıldığını, takıyye* uygulamasının Nusayrîler arasında çok yaygın olduğunu, birbirini tanımak için bazı işaret ve alâmetler kullandıklarını, Ali ve "Ali - Muhammed - Selmân" adına yapılan yeminin en sağlam yemin kabul edildiğini kaydeder.
Yedinci bölümde müellifin din değiştirmesi ve Nusayrîlik aleyhindeki çalışmaları hakkında bilgi verilir. Süleyman Efendi burada üç yıl kadar Nusayrîliğe bağlı kaldığını, fakat Nusayrîler'in ba-
zı görüşlerini tenkit ederek özellikle Ali b. Ebû Tâlib'in tanrılığını kabul etmediğini, zaten kendisinin İslâm dini ve Ali hakkında doğru bilgiye sahip bulunduğunu, bununla birlikte rahatsız edecekleri endişesiyle ibadetlerine katıldığını belirtir. Eserde bildirildiğine göre, Antakya'nın Dursuniye köyünden Ali b. Şeyh Hasan adlı bir Nusayrî Ali'nin Allah, Mu-hammed'in isim, Selmân'ın da bâb olduğu (A. M. S.) vb. Nusayrî sırlarını kendisine açıklamış, o ise bunları reddetmiş, şeyh de bu hareketiyle dedelerinin dininden çıkmış olacağını ihtar edince durumun tehlikeye gittiğini anlayarak tartışmayı bırakmıştır. Daha sonra da mezhebin bâtıl olduğuna kanaat getirerek Nusayrîler'le ilişkisini kesmiş, bu arada herhangi bir Nusayrî komplosuna karşı tedbir almıştır.
Müellif bu bölümde, incelemek için bir Tevrat aradığını, bu maksatla Antakya'ya giderek orada Süleyman eş-Semmâs adlı şahıstan Tevrat aldığını, bu arada İbrânîce öğrenerek Tevrat'ı aslı ile karşılaştırdığını ve aynı olduğunu görünce onu bütün ilâhî kitapların aslı kabul edip Yahudiliğe geçtiğini belirtir. Aynı bölümde anlattığına göre Süleyman Efendi Adana'ya dönünce Yahudiliği benimsediği haberi yayılır. Bir müddet sonra Nusayrîler'in kendisini rahatsız etmesi sebebiyle Beyrut'a gitmeye karar verir. Bu arada Hoca Mihâil adlı papazın ed-De-lfl ilâ tâ'ati'I'încîl adlı eserini okuyan müellif, bu defa Hıristiyanlığın hak din olduğuna inandığını ilân eder. Hz. İsa'nın, "Kim insanlar karşısında bana mensup oluşundan utanırsa, ben de semalarda bulunan babamın önünde ondan utanç duyarım" şeklindeki sözüne dayanarak Nusayrîliği ifşa etmeye ve köylere Nusayrîliğin putperestlik olduğunu ifade eden mektuplar göndermeye başlar. Nusayrîler'in kendisini bu çalışmalarından vazgeçirmek için yaptıkları çeşitli teklif ve vaadleri reddeder. Nihayet Nusayrîler'in kendisini resmî makamlara suçlu diye ihbar ederek Dımaşk'a gönderilmesini sağladıklarını belirten müellif, Allah'ın lutfu ile beraat edip mücadelesine devam ettiğini anlatır.
el-Bâkûre'nm sonuç bölümünde Nusayrîliğin bâtıl olduğu, Tevrat, İncil ve Kur'an'ın onların akîde ve ibadetlerini reddettiği belirtildikten sonra Nusay-rîler'in çeşitli inanç ve telakkilerinden örnekler verilerek bunlar şiddetle tenkit edilir. Ali b. Ebû Tâlib'in ilâh oldu-
549
ğu inancını da reddeden müellife göre Nusayrîlik'teki en kötü şey, Allah'ın As-hâb-ı Kehf'in köpeği (rakım), Mûsâ kavminin ineği (bakara), Salih peygamberin devesi... şeklinde tecelli ettiği tarzındaki inançtır. Nusayrîler'in çeşitli te'villere dayanan görüşlerini de reddeden müellif, Nusayrîliğin tamamen bâtıl bir mezhep olduğunu ifade ederek kitabını bitirir.
Süleyman Efendi bu eseri neşrettikten sonra muhtemelen 1863'te Tarsus'ta öldürülmüştür.
el - Bâkûretü 's - Süleymâniyye, 119 sayfa olarak 1859'da Halep'te ve 1862'-te Beyrut'ta basılmıştır. Kısmî bir İngilizce tercümesi Salisbury tarafından yapılmış ve JAOS'ta (1868, s. 227-308] yayımlanmıştır. Eserin yazma bir nüshası Dârü'l-kütübi'l-Mısriyye'de bulunmaktadır (Teymûr, Akâid, nr. 564).
BİBLİYOGRAFYA:
Süleyman Efendi, el-Bâkûretü's-SüleymS-niyye, Beyrut 1863; îzâhu'l-meknûn, I, 162; Brockelmann, GAL Suppi, II, 778; Loııis Massig-non, "Nusayrîler", İA, IX, 369. m
m Mustafa Öz
BAKU
Azerbaycan Cumhuriyeti'nin başşehri.
Hazar denizinin batı sahilinde yer almaktadır. Apşeron (Âbşârân) yarımadasının güneyinde tabii bir liman şehri olup sanayi, ticaret, bilim ve kültür alanlarında Sovyetler Birliği'nin başlıca merkezlerinden biridir. Ne zaman kurulduğu bilinmeyen şehrin adına ilk defa X. yüzyıl İslâm coğrafyacılarının eserlerinde Bâ-kü, Bâkûh, Bâkuh ve Bâkûye şekillerinde rastlanmaktadır. Bazı eski kaynaklarda bu ismin aslında Farsça Bâdkûbe olduğu ve "rüzgârın döğdüğü yer" anla-
mını taşıdığı ileri sürülmekte ise de bu görüş ilim adamları tarafından kabul edilmemektedir (bk. İA, II, 259). Yazın sıcak ve kurak, baharların ılık ve yağmurlu geçtiği Baku Sovyetler Birliği'nin en kalabalık şehirlerindendir. XIX. yüzyılın başında 3000 olan nüfus petrol endüstrisinin gelişmesiyle birlikte hızlı bir artış gösterip 1927'de 300.000'e, 1990'da da 1.772.000'e yükselerek kozmopolit bir yapı kazanmıştır. Halkı Azeriler, Ruslar, Tatarlar ve Dağıstanlılardan oluşan şehirde çoğunluğu Azeriler teşkil etmektedir.
Dostları ilə paylaş: |