GALAKSİDEKİ 400 MİLYAR GÜNEŞ…
Şimdi şu anda üzerinde yaşadığımız dünyayı düşünün... Bu dünya, içinde bilimsel olarak yapılan araştırmalara göre dört yüz milyar yıldızın yer aldığı bir galaksinin kenarında bir yerde...
Dört yüz milyar tane güneş ne demek, bunu hiçbir insanın aklı hafsalası alıp kavrayamaz.
SİSTEM DIŞINDAKİ TÜM GÜNEŞLERİN DE
DÜNYA VE CANLILAR ÜZERİNDE
SAYISIZ TESİRLERİ VARDIR
Dünya üzerinde bilebildiğimiz kadarıyla yukarıda saydığımız dalgalar; bilemediğimiz kadarıyla da bunun sayısız misli dalgalar her an çeşitli etkiler meydana getirmektedir.
Hiç olmazsa en azından Güneş radyasyonunun dünya ve canlılar üzerinde pek çok tesirini artık kesinlikle bilebilmekteyiz. Bundan kıyasla, sistem dışındaki tüm güneşlerin de sayısız tesirleri olduğu ortaya çıkar. Ayrıca bilimin henüz tespit edemediği güneşin çok daha değişik tesirleri olduğu gibi, diğer yıldızların dahi pek çok değişik tesirleri söz konusu olmaktadır. Madde, kendi kanunları içerisinde yaşamını yürütürken, maddeler üzerindeki tesirleriyle kozmik ışınımda da kendi oluş prensipleri ve kanunları içerisinde tesirlerini ortaya koymaktadırlar.
GÜNEŞ SİSTEMİNİN DE BİR RUHU VAR
İnsan bedeni milyarlarca hücreden oluşmuş... Sen, vücudundaki o hücrelerin farkında mısın?. Hayır! Ama, o bütün hücreler, bütün olarak bir kişisel ruh, kişisel yapı, düşünce meydana getiriyor ve bundan da senin şuurun meydana geliyor.
Ama senin şuurun, senin şuurunu meydana getiren bu bedenin parçalarından oluşmasına rağmen, bunun farkında değil!.
İşte bunun gibi, sade insanın ruhu değil, tüm kütlelerin dahi ruhları vardır... Dünyanın ruhu vardır, Güneş`in ruhu vardır, Merkür`ün, Venüs`ün, diğer planetlerin ruhları vardır.
Bunların ruhu olduğu gibi, bunların tümünü oluşturan Güneş Sisteminin de bir ruhu vardır.. Boyut boyut!.
“GÜNEŞ” İSİMLİ YILDIZ
ALLAH’IN “HAYAT SIFATI”NIN
“SİSTEM”DEKİ ZUHUR KAYNAĞIDIR!
Hatırlayınız ki, Dünya, Güneş`in yörüngesinde ve çekim alanı içindedir!.
Dünya üzerinde varolan her canlı, hayatının kaynağı olan Güneş enerjisiyle varolmuştur!.. Ki, Din dilinde buna Allah`ın "hayat sıfatının" sistemdeki zuhûr kaynağı "Güneş" isimli yıldızdır da denilebilir.. Ya da "Güneş enerjisi-ışınları" yerine "o yıldızın varlığını oluşturan olan melekî kuvvet" diyebiliriz!..
TÜM UYDULARDAKİ CANLILARIN HAYAT KAYNAĞI
GÜNEŞ IŞINLARI –ENERJİSİDİR!
(GÜNEŞİN BOYUTSAL DERİNLİĞİNDEKİ
MELEKİ KUVVETLERDİR)
Aslında şu anda da biz, Güneş’in ışınsal platformu üzerinde yaşıyoruz; dünya üzerinde hayat bulmuş her canlının hayat kaynağı, güneşten gelen ışınlar!
Bu ışınlar, ATP denen bir ana yapıyı meydana getiriyor ve o yapı dünyadaki hayatın kaynağı. Yani ALLAH'IN HAYAT SIFATI, Güneşin üzerinden Dünyaya ulaşan ışınlarla bize hayat ve canlılığı ulaştırıyor. Yani,
Gözümüzü açıyoruz, Güneş platformunda...
Yaşıyoruz, Güneş platformunda...
Ölümle birlikte boyut değiştiriyoruz, yine Güneş platformunda!.
Güneş sistemi içindeki tüm uydularda bulunan canlılar, hayatiyetlerini ve yapılarını, Güneşin boyutsal derinliklerinde varolan bu melekî kuvvetten alırlar ve sürdürürler..
BEYİN
GÜNEŞTEN YAYILAN HAYAT ENERJİSİ OLAN
“CAN”LA BESLENİR VE GELİŞİR!
Beyin de aldığı gıdalarla, glikoz ve oksijenlerle yaşam enerjisini temin ederken; Güneş’ten yayılan hayat enerjisi olan “CAN”la beslenir ve gelişir.
GÜNEŞ ASLA DOĞMUYOR
VE BATMIYOR…
Güneşin asla doğmadığını ve batmadığını... Zorunlu olarak bağımlı bulunduğu dünyanın dönmesi nedeniyle, doğma-batma kavramlarının yaratıldığını...
Avını yerken aslanda; ya da, aynı işi yapan timsahta akan gözyaşlarının acıma duygusundan kaynaklanmadığını ve doğada acıma kavramının bulunmadığını...
Elmanın ağaçtan, yere olan aşkından düşmediğini...
Cinselliğin hormonal dürtüden gayrı bir şey olmadığını...
Sevgiyle beğeninin; sevdiğinde yok olmayla, beğendiğine sahip olma arzusunun bir olmadığını...
Tanrısallık ve kutsallıkların kozadan çıktıktan sonra hiçbir değeri ve varlığı kalmayacağını...
Toplumsal şartlandırmaların genelde, toplumdan yarar sağlamak isteyenlerin, çıkarları doğrultusunda yönlendirmelerden başka bir şey olmadığını...
“ İnsan’ın kozaötesi gerçek evreni”nin bilinç ve bilgi boyutu olduğunu...
Bilgeliğin kula kullukla elde edilemiyeceğini...
Bilgelerin, kendi önlerinde elpençe divan duran mukallitler ordusuna değil; dediklerini anlayıp, gerçekleri farkedip, “insan” olmaya çalışan bilinçli mukallitlere değer verdiğini...
Bireysel ve bedensel çıkarları için yaşayan insansı ve mukallitlerin boyut değiştirdikten sonra kozalarını asla terkedemiyeceklerini...
Bilgenin bilgilerini değerlendirmenin ötesinde, şefaat olmadığını; kimsenin kimseyi kolundan çekerek bir koltuğa oturtamıyacağını; ya da cehenneminden çıkartamıyacağını; bunlardan kurtulup bir yerlere gelmenin tek yolunun bilgeliği değerlendirmek olduğunu...
Bilgeliği değerlendirmenin, bilgi ezberlemek olmadığını...
Kutsal kurabiyelere ve tanrılara tapınılarak; kozadan çıkılmadan geçirilen bir ömrün, en büyük ve telâfisiz bir zarar olduğunu...
Ancak “insan” olanın, “Allah” için yaratılmış olup; kurabiye ve rablerden- tanrılardan yüzçevirip yalnızca “Allah”a yönelmenin sadece “insan” olana kolaylaştırılmış olduğunu...
“İnsan” olmayanın, paranın ve cinselliğin kulu olarak kozasıyla birlikte –boyut değiştirse de- ebeden dünyasında yaşamını devam ettirip; bilgelik masallarıyla ömür tüketmekten başka eline geçecek bir şey olmadığını...
Yalan-dolan, dedikodu, hakaret gibi mukallitlerde görülen hayvandanöte davranışların bilgisayar bilgeliğiyle eşleşebilmesine rağmen; gerçek bilgelik yaşamıyla hiçbir ilgisi olmadığını...
Siyasî veya dinî veya kültürel otorite kavramının, yaratılmış kutsallık olup; kurabiyelikten öteye geçmediğini...
Bilgiyle “ölmeden evvel ölüp” bilgeliğe doğmayanın, koza dışı evrensellikte yeralamıyacağını!...
Bilgeliğin bir yaşam tarzı olup; bilgisayar-bilgeliğiyle karıştırılmaması gerektiğini...
“Ehlullah” diye tanımlanan geçmişteki bilgelerin anlattıklarının, nasıl tanrısallık, kutsallık amacına dönük kullanılıp kurabiye yapıldıklarını...
Ve daha bir nice toplumsal ve bireysel kurabiyenin, yendikten sonra hiçbir değeri kalmayacağını; “insan” olmayana ya da mukallite anlatabilmek, çok zordur; diye duymuştum.
Sürç-i lisân ettiysek, bağışlana... Garîpliğimize verile!.
GÜNEŞ, ATOMALTI BOYUTA AİT
IŞINSAL İKİZİ İTİBARİYLE “CEHENNEM”DİR!
Bkz. C / Cehennem
GÜNEŞ DÜNYAYI KUŞATACAK…
VE BİZ HÂLÂ ÖTELERDE BİR CEHENNEM ARIYORUZ!
Bkz. C / Cehennem
GÜNEŞ’İN “CEHENNEM” OLDUĞU
NİÇİN AÇIKÇA BELİRTİLMEMİŞTİR?
Bkz. C / Cehennem
GÜNEŞİN RADYASYON ALANI
Soru: Güneşin görünmeyen radyasyon kütlesi, tüm planetleri kapsıyor mu?..
Satürn’e kadar alanı, sanırım.
CEHENNEMİN RADYASYON AZÂBI
MİKRODALGA BEDENİNİ DARMADAĞIN EDER; YAKAR!
Bkz. C / Cehennem
GÜNEŞİN NURUNUN ALINMASI
Güneşin gelip dünyayı kuşatacağı ve dünyanın içinde bir su damlası gibi buhar olacağı; hadiste belirtildiği halde, sırf bugüne kadar bu gerçeği duymadığı için reddeden, hased ehline ne cevap verelim bilemiyoruz.
“Güneşin nurunun alınması” âyet-i ise, daha sonraki safhada güneşin büzülüp nötron yıldızı hâline gelmesine işaret etmektedir.
Unutulmamalıdır ki, bütün bu safhalar milyonlarla sene alacaktır. Sadece “Sırat” denilen dünyadan ruhların kaçış süreci bir hadise göre 3 bin senelik yoldur
GÜNEŞİN KADERİ
Güneşten 1 milyon 303 bin defa küçük olan; çapı yaklaşık 12.500 kilometrelik dünya üzerinde yaşıyoruz. Güneşten şu andaki uzaklığımız yaklaşık 150 milyon kilometre.
Çevresinde saatte 108.000 kilometrelik hızla dönmekte olduğumuz Güneş’in şu anda yüzeyinden yükselen alevler 800 bin kilometreye kadar ulaşmakta. Güneş’in yüzey ısısı da son tespitlere göre 6000 santigrat derece!. Yâni, bir diğer anlatım tarzı ile, 60 tane dünyayı üst üste dizip güneşin yüzeyine oturtursanız, güneşin yüzeyinden yükselen alevlerin boyunu bunların hepsini içine almış olarak görürsünüz.
Güneş’in yüzey harareti olarak verilen 6000 derece ne demektir?.
Şöyle bir misalle o derece hararetin ne olduğunu anlatmaya çalışalım.
Dünya üzerinde ısıya en dayanıklı maden bildiğimiz kadarıyla “kadmiyum”dir. 6000 derecede sıvı hâle dönüşür. Yâni, şayet dünya ve üzerinde bulunanların tamamı “kadmiyum” madeninden meydana gelmiş bir kütle olsaydı, 6000 derecelik hararette sıvı hâle gelecek idi. Ve de akabinde buhar olup gidecekti!.
Bir an, Hazreti Muhammed aleyhisselâmın şu işaretine kulak verelim:
“Dünyanız, içindekilerle beraber cehenneme atıldığı zaman, bir su damlası gibi buharlaşıp yok olacaktır!”
Evet, şu anda, dünyadan 1.303.000 defa büyük olup, merkezinde sıcaklık 15 milyon derece olan Güneş... Şu anki hâli itibariyle, hayat vesilemiz olan Güneş!.
Güneş nereden nereye geldi ve nereye gidiyor?.
Modern kurama göre Güneş sistemi belirli bir biçime sahip olmayan bir gaz kütlesiydi. Gerçek bir güneş ve nükleer enerji yoktu. Mevcut gaz bulutu hidrojenden ibaretti. Yâni suyun ana maddesinin üçte ikisi.
Zaman geçtikçe bu gaz kütlesi biçim almaya başladı ve sıcaklıkta belirgin bir artış ortaya çıktı. Buna rağmen henüz Güneş ortalarda belirginleşmemişti. Daha sonra gaz bulutu sıkışmasını sürdürdü. Çekimin etkisi altında kalan en yoğun kısım merkezi oluşturmaya başladı. İşte bu, merkezde toplanıp ışınım yaymaya başlayan kısım, Güneş cevheri idi.
Güneşin parlaklığı arttıkça gaz bulutunun homojenliği kaybolmaya başladı ve sıkışma iç kısımlarda devam etti. Bu, çevredeki maddeleri toparlayarak gezegenleri oluşturmaya başladı. Çevrede oluşan proto-gezegenlerin boyutları büyüyüp kütleleri arttıkça çekim güçleri de yükseldi. Çevrelerindeki maddelerden ve bulutsulardan daha fazla madde toplamaya başladılar.
Güneş bulutsusu sıkıştıkça gezegenler daha fazla madde soğurdu. Bu arada güneşteki ışınım da artıyordu. Güneş sistemi hâlâ belirgin bir hâl almamıştı. Ana proto-gezegenler gitgide büyüyor ve kendilerinde oluşan yüksek çekim güçleri ile daha fazla maddeyi kendilerine çekiyordu. Böylece proto gezegen sayısı iyice azalıp merkez büyümeye, belirgin bir hâl almaya başlıyordu. Bu arada Güneş de artık termonükleer tepkimelere girmeye başlamıştı. Uzun bir proto gezegen oluşumu devresinden sonra Güneş sistemi bugünkü hâlini aldı ve Güneş şu andaki durgun düzeye girdi.
Her yıldızın kendi kaderi, ya da bir diğer ifade ile akış çizgisi gereği doğumu, gençliği, büyümesi, olgun hâle gelişi ve ölümü söz konusudur.
Güneş de bir yıldız olarak bugünkü hâlinden sonraki devresinde, hidrojenini yakarak helyuma dönüşecek ve yapısı değişmeye başlayacaktır. Çekirdek sıkışacak, yüzey büyük ölçüde genişlemeye başlayacaktır. Güneş artık bir kızıl yıldıza dönmeye başlamıştır!. Hacmi genişlemeye başlamış ve enerjideki toplam artış dolayısı ile yakın gezegenleri yok etmeye yönelmiştir!.
Çekirdek sıcaklığının daha da artması ile Güneş helyumunu yakmaya başlamış hem sıcaklıkta hem de boyutta son derece büyük artışlar meydana gelmiştir.
Güneşin artan hacmi ve ısısı dünyayı yutmuş ve dünya yok olmuştur!.
Güneş artık durgunluğunu tamamiyle yitirmiş, dünyadan 400 milyon defa daha büyük yanar bir kütle hâline gelmiştir. Böyle bir şeyi tasavvur ve tahayyül son derece güçtür.
Güneşin içindeki çeşitli tepkimeler çekirdek ısısını daha da artırmıştır ki, bu yüzden artık sistem içindeki yıldızların bildiğimiz şekilde varlıklarını devam ettirme imkânı büyük ölçüde yitirilmiştir.
Güneş içindeki nükleer enerjinin tümü kullanıldıktan sonra, güneş birden bire büzülmeye başlayacak ve bir “cüce yıldız” durumuna gelecektir. Ancak buna rağmen bir süre daha parlamasını sürdürebilecektir. Ve nihâyet Güneş, tüm enerjisini tüketmiş olarak korkunç bir yoğunluğa sahip “Black hole” yâni “karadelik” hâline gelecek ve bırakın üzerinden bir şeyin kaçabilmesini; çevresinden geçen gezegenleri bile içine çekip yutacak hâle ulaşacaktır.
Evet... İşte 1980’lerdeki son bilimsel verilere göre güneşin kaderi!.
GÜNEŞ PLATFORMU
GÜNEŞ YAŞAM BOYUTU
BERZAH ÂLEMİ
GÜNEŞİN ATOMALTI BOYUTA AİT
IŞINSAL İKİZİ
Nasıl bizim bir biyolojik, maddi, atomüstü boyuta ait bir bedenimiz var ve buna karşılık bu bedenin dalga atomaltı boyuta ait "İKİZİ" mevcut ise; aynı şekilde Güneşin de bir atomaltı boyuta ait ışınsal ikizi mevcuttur ki, işte esas "CEHENNEM" oluşu o boyutu itibariyledir.
Ve bu sebepledir ki biz şu anda bu bedenin duyularıyla cehennemi göremeyiz!. Tıpkı atomaltı boyuta ait ışınsal türler olan insan ruhlarını, cinleri ve melekleri göremeyişimiz gibi!.
Buna karşın, madde beden yaşamından "ruh beden = dalga beden" yaşamına geçmiş kişiler ise hem ortamlarına geçmiş oldukları ruhları görürler, hem o ortamda yer alan cinleri görürler, hem de o boyutun meleklerini görürler.
Ve dahi Cehennemi, içindeki canlıları tıpkı yanıbaşlarını seyrediyormuşçasına seyrederler. Çünkü ruh görüşünde mesafe kavramı yoktur!.
İşte Din’de bahsedilen, ölümü tatmış kişilerin kabir âlemlerinde cehennemi seyretmeleri olayı bu şekilde gerçekleşir… Kezâ, “Samanyolu” dediğimiz yıldızlardaki cennetler dahi, bu görünen madde yanları itibariyle değil; algıladığımız madde yapılarının atomaltı boyutunu teşkil eden dalga ikizleri itibariyledir!
ÖLÜMÜ TATMIŞ BİRİMLER
GÜNEŞ ZAMAN BİRİMİNE TÂBİDİRLER;
KIYÂMETE KADAR!
Dünya üzerinde varolan insan dahi, varoluş aşamasında her ne kadar biyolojik bir bedenle oluşmuşsa da; yaşamın daha sonraki evresinde, biyolojik beynin ürettiği astral-ışınsal bedenle hayatını sürdürür!..
"Ölümü tatmış" bir kişi madde bedenden ayrıldığı ve kendi kabir âlemine girdiği veya berzah içi serbest yaşama geçtiği için; artık algılamakta olduğumuz Dünya, görüş alanından tamamiyle kaybolup; Dünya`nın manyetik çekim alanı halkası içinde ve Güneş yörüngesinde; Güneş tasarruf ve enerji alanı içinde yani Güneş platformunda yaşar!... Ve de Güneş zaman birimine tâbidirler!.. KIYÂMETE KADAR!..
GÜNEŞ PLATFORMUNDA YAŞARKEN
FARK EDECEĞİMİZ GERÇEK…
İşte gerçekte bu üç-beş saniyelik Dünya yaşam süresi, -teknik nedenlerine girmek istemiyorum konuyu fazla yaymamak için- bize yıllar süren bir yaşam süreci gibi gelmektedir!.
Tıpkı en fazla 50 saniye civarında gördüğümüz rüyaların, o rüya içindeyken çok uzun süreler gelmesi gibi!. Ne var ki bir de, uyanıp aradan bir zaman geçtikten sonra, o rüyanın ne kadar sürdüğünü hatırlamaya çalışın!.
50 saniyelik bir rüya, uyandığımızda, hele ertesi gün ne ifade ediyor?...
Ya, 7-8 saniyelik bir "Dünya rüyası", ölüm sonrası berzah âlemi -Güneş boyutu yaşamı- içinde ne ifade edecek?.. Bir düşünün!.
Yani, gerçekte, bizim şu anda Güneş ışınsal platformu üzerinde, ve o değerlere göre yaşamamıza karşın; madde beden ve beş duyu kayıtlarıyla beynimiz bloke olmuş bir halde değerlendirmeler yaptığımız için, kendimizi Dünya`lı -madde- sanmaktayız!.. Ve tüm değer yargılarımız da Dünya`ya göre endekslenmiş olmakta!.
Oysa "ölümle birlikte" gerçeğin bundan çok farklı olduğunu; dünya yaşamının sadece bir rüya süresi olduğunu çok acı bir şekilde farkedeceğiz!.
Sonra da pek çok şeyi yapma fırsatını bilgisizlik ya da sabit fikirlilik yüzünden yitirmiş olduğumuzu anlıyacağız!
"İNSANLAR UYKUDADIR; ÖLÜNCE UYANIRLAR"
şeklindeki Allah Rasûlü uyarısını bir de bu gerçekle bir arada değerlendirmeye çalışalım bakalım...
"ONLAR ONU (kıyâmetlerini-ölümü) GÖRDÜKLERİ ZAMAN, SANKİ (Dünya`da) AŞİYYEN (Güneşin batımı ile karanlığın kaplaması arasındaki süreç) YA DA SABAHIN BİR VAKTİ KADAR YAŞADIKLARINI FARKEDERLER" (79/46)
"SİZ ORADA PEK AZ KALDINIZ!. EĞER BUNU BİLSEYDİNİZ"!. (23-114)
GÜNEŞ YAŞAM BOYUTUNA GEÇEN KİŞİNİN
DÜNYAYA DÖNME VE DÜNYADAYKEN
YAPAMADIKLARINI YAPABİLME ŞANSI ASLA YOKTUR!
“Ölüm” dediğimiz olayla birlikte yaşamın yeni bir boyutuna geçiyoruz.
Tabii yeni bir boyuta geçtiğimiz süreçteki bedenimiz, eskilerin “RUH” dedikleri veya bizim bugünkü ifadeyle “astral beden” dediğimiz veya “ışınsal beden” dediğimiz bir bedenle!
Ama işin çok önemli bir noktası var, gözardı etmememiz gereken...
O da, “Ruh” adı verilen bu “astral ışınsal beden”in şu anda dünya üzerinde yaşarken kendi beynimiz tarafından inşâ edildiği gerçeği!.
Yani biz, ölümötesi yaşamda kullanacağımız bedenimizi, “astral” veya “ışınsal beden” dediğimiz bedenimizi şu anda, bu dünya üzerinde yaşarken, bu biyolojik beynimizle inşâ etmekteyiz!.
İşte “Dünya âhiretin tarlasıdır; burda ne ekersen onu biçersin”in bir başka mânâsı:
Burada ektiğin, ürettiğin, inşâ ettiğin bedenini orada kullanacaksın!.
Orada senin, artık bedeninin şartlarından şikâyet etme şansın yok!. Çünkü “bu bedenin özelliklerini sen dünyadayken kendin seçtin ve o özellikleri kendi beyninden üretmek suretiyle elde ettin!” gerçeğiyle karşılaşacağız.
Oraya gittikten sonra “Âhiret” denen - “Berzah” denen - “güneş platformu” dediğimiz o platformda yaşarken herbirimiz bu gerçeği göreceğiz ve diyeceğiz ki:
“”Keşke bu dünyaya geri dönsek de yapmadığımız ihmal ettiğimiz o çalışmaları yapma şansına kavuşsak; baştan, gerçek değerlere göre yeni verilerle ruh beden yeni bir astral beden inşâ ederek buradaki bu sıkıntıları çekmesek!”
İşte Kurân-ı Kerim’deki
“Onların her biri ölümü tattıktan sonra keşke dünyaya geri dönsek de yapmadıklarımızı yapsak derler. Fakat bu ASLA KESİNLİKLE MÜMKÜN DEĞİLDİR!”
diye bize gerçeği anlatmaya çalışan âyet, bu gerçeği vurguluyor.
Dünyadan ayrıldıktan sonra, o boyuta geçtikten sonra, bir daha geri dönüş, yani reenkarnasyon, yani yeniden bir bedene kavuşarak yapmadıklarını yapabilme şansı Kurân inancına göre, Müslümanlık inancına göre, Allah Rasûlü’nün getirdiği inanç sistemine göre asla ve kesinlikle mümkün değil!.
Dünyada ne yapmış olursak onu yapmak durumundayız.
Fakat “ölüm” denen olayla birlikte artık yeni baştan birtakım özellikler kazanma şansımız yok!
GÜNEŞ TUTULMASININ
İNSAN BEYNİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Gökte Güneş'in tutulması değil; İlim ve mantık ışığının tutulması insanın geleceğini karartır!.
Güneş tutulmasının da, bu ışık ile bir bağlantısı vardır!
Güneş tutulumunun hemen akabinde gelen bir tür dalgalar, özellikle doğum haritası üzerindeki güneş üstüne rastlıyorsa, beyinde ŞOK etkisi yaparak, daha sonraki süreç içinde yanlış yorumlar ve önemli mantık hatalarına yol açar!.
Güneş tutulumunu gören bölgede yaşıyorsa, herkes, kendi beyin açılımına GÖRE, bu tesirlerden etkilenir.
Muhakkak ki bu durum Allah'ın yaratmış olduğu mekanizmanın işleyişi ve SİSTEMİN (Sünnetullah) sonucudur.
ATMOSFER
ATMOSFER,
UZAYDAN GELEN KISA DALGA IŞINIMLARI
DURDURARAK CANLILARIN OLUŞMASINI
SAĞLAYAN TABAKADIR
Evet, bahsimiz olan bu güneş.
Düz bir dünyanın çevresinde dönen basit ateş top (!).
Bugün dahi, teyp-robot bileşimi halinde yaşayıp insan adını almış; sadece; eskilerden duydukları mecazları olduğu gibi kabûllenen, tefekkür yeteneğinden yoksun ilkel birimlerin 6 bin sene evvel yaratılmış düz bir dünyanın çevresinde dönen gökler, güneş ve nihayet tüm âlemler anlayışı sürüp gitmede.
Ya Dünya?..
Hani düz olup da altıbin küsur sene(!) evvel yaratıldığı iddia edilen Dünya!!!.
Radyoaktif yöntemler sonucu dünyanın 4.6 milyar yaşında olduğu bugün tespit edilmiş durumda. Dünyanın ağır ve içinde çok miktarda demir bulunan çekirdeği önemli bir manyetik alan meydana getirmektedir. Canlıların oluşmasını sağlayan atmosfer tabakası ise uzaydan gelen ve canlıların ölümüne sebep olacak kısa dalga ışınımları durdurmaktadır.
ATMOSFER TABAKALARI
Geçmişte kullanılan klâsik anlatıma göre, Dünyanın yaşadığımız zemini üzerinden, Ay yörüngesine kadar olan sahada yedi kat yer vardır. Ve bu anlayışa göre biz, şu anda yedi kat yerin dibinde yaşamaktayız...
Bizim üstümüzde altıncı kat yer, üstünde beşinci yer ve Ay’a kadar birinci kat yer vardır.
Esasen bu anlatım, bizim atmosfer tabakalarını tanımlamaktadır.
HER BEYİNDEN DIŞA YAYILAN DALGALAR
KENDİ ŞİFRESİNE GÖRE SANKİ BİR KİTAP GİBİ
ATMOSFERDE MUHAFAZA OLUR!
Beyin, bir yönüyle, çeşitli frekanstaki dalgaları-kozmik ışınımı değerlendirerek programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekanizmasıdır.
Beyin, bu değerlendirmeyle birlikte, tüm verileri ve bir yandan hologramik dalga bedene yüklerken, diğer yandan da tıpkı bir radyo vericisi gibi gücü nisbetinde dışarı yayar.
Bu dışa yayılan dalgalar, her kişinin kendi beyin şifresine göre sanki bir kitap gibi atmosferde muhafaza olur. Eğer bunu alıp çözebilecek bir cihaz gerçekleştirilebilirse, kişilerin tüm yaşamları bu dalgaları çözecek cihazın ekranında seyredilebilir.
Nitekim, kıyâmetten sonra herkesin bütün yaptıklarının yazılı olduğu kitaplar(?)ın havada uçuşarak herkesin eline geçeceğini belirten dinî kaynaklar, ruhtaki, bu dalgaları çözücü özelliğe dikkat çekmek ister!
MADDE BEDENİ TERKEDEN KİMİ
MİKRODALGA BEDENLER,
DÜNYANIN ATMOSFERİ İÇİNDE,
ÇEKİM ALANI İÇİNDE HAPİS KALIRLAR!
Elf, önce Gönül'e cevap verdi:
- Bedeni terkeden ruhlar iki sınıftır...
Bir kısmı sizin deyişinizle yedikat yerin altında hapis kalanlardır... Bir diğeri de semâlara yükselenlerdir...
Bunu size şöyle açıklayayım... Madde bedeni terkeden mikrodalga bedenler ya dünyanın atmosferi içinde, çekim alanı içinde hapis kalırlar, öteye geçemezler; veyahut da bu çekim alanının ötesine geçerek güneş sistemi içinde dünyadayken edinmiş oldukları manyetik güce göre diğer güneş uydularına kadar gidebilirler...
Cem az önceki sualini yineledi:
- Ya kıyâmetten sonra ?
-Dünya çekim alanı içinde hapis kalmış veya diğer bir deyişle dünyanın manyetik alanından kendini kurtaramamış hologramik mikrodalga bedenler, dünya ile birlikte güneşin bugünkü hacminin bin mislini bulan ateş topu içine düşeceklerdir... Ki artık oradan kurtulabilmeleri imkânsızdır.
- Ya diğerleri ?
-Mars’a kadar yükselebilmiş ruhlar için de aynı sıkıntı mevcutsa da, bunların bir kısmı, daha ötelere gidebilecek kadar güçlü olan ruhlar tarafından bu bölgeden çekilerek çıkarılırlar... Fakat bunlardan arta kalanlar içinse hayat artık bu içinde kaldıkları sistem içersinde ebeden devam eder!
- Peki ya güneşin çekim alanından kurtulabilenler ?
- Onlar ise galaksi içinde yeni bir yaşama başlarlar farklı bir boyutta!
Dostları ilə paylaş: |