İNSAN, VERİ TABANINDAKİ
VERİLERE DAYANARAK,
HAYÂLİNDEKİ DÜNYASINI YARATIR!
Her insan hayâllerinin sonuçlarını yaşar!. Bazen müsbet bazen de menfi şekilde!.
İnsanoğlu, çevresindeki insanları da, hiçbir zaman olduğu gibi görmez; kendi hayâlinde tasavvur ettiği şekilde görür; düşünür. “Olduğun gibi görün” sözü yetersizdir. Çünkü temelde mümkün değildir. Görünen değil, ALGILAYAN esastır!
Düşüncenin bir mekaniği vardır;
Genetik ve astrolojik veriler, birimin veri tabanının neleri kabullenebileceğini düzenlerken; içinde yaşadığı çevresinden kendisine ulaşan veriler de onun düşünce sistemine yön verir değer yargılarını oluşturarak!.
Birim, veri tabanındaki bu sistemin çalışmasıyla, hayâlinde dünyasını yaratır!.
Karşılaştığı olayları veya kişileri, veri tabanında bulunan –doğru ya da yanlış bilgilere göre oluşmuş- o konuya ait yerlere oturtarak, o olayı ya da kişiyi değerlendirir.
Esasen daha önce de açıkladığım üzere, herkes karşısındakileri değil, kendisine yansıyandan algılayabildiği kadarıyla, hayâlindekini görür ve değerlendirir.
Meselâ…
Kişi tasavvufla ilgilendi ve “veli” kavramını edindi veri tabanına… “Veli”lik kavramıyla ilgili bazı özellikler öğrendi… Bu özelliklerden bazılarını benzettiği birine hemen o montajı yapar ve artık kafasında onu “veli” olarak hayâl ederek; yaşamını buna göre yönlendirir!.
Oysa o kişinin “veli”lik kavramıyla uzaktan – yakından ilgisi yoktur! O özelliklere sahip değildir!.
Bunun gibi, kimini şeyh, kimini mehdi, kimini gavs, kimini kahraman, kimini büyük adam, kimini âlim, kimini başka bir şey hayâl eder, öylece hayâller içinde ömrü tüketir!.
“Veliler”, “tanrılar” yaratır kurabiyeden, sonra da onları yeriz!.
YETERSİZ BİLGİYLE DOLDURULMUŞ
VERİ TABANLARININ SONUCU,
HAYÂLİ SUKÛTU YAŞAMAKTIR!
Yetersiz bilgiyle doldurulmuş veri tabanları gerçekleşmesi mümkün olmayan ham hayâller kurarlar; sonucunda da sukûtu hayâller yaşarlar.
Kim ne zaman sukûtu hayâle uğramışsa, bu, onun kurduğu yanlış veya geçersiz hayâllerinin sonucudur!.
İnsan veri tabanındaki verilere dayanarak hayâl kurar. Bu kurduğu hayâllerin de gerçek olmasını bekler. Oluşması için kuvvelerini harekete geçirir!. Sonuçta da hayâlleri gerçek olabilir!.
Ne var ki, o isteklerinin hayâlleri doğrultusunda gerçekleşmesi çoğu zaman da mümkün olmaz!. Çünkü oluşturmak istediği ya da oluşmasını beklediği konuda yanlış veriler edinmiştir. Bu yüzden de sukûtu hayâl mukadder olmuştur kendisine, elleriyle yaptıklarının sonucu olarak!.
“Herkes elleriyle yaptıklarının sonucunu yaşamaktadır” hükmünü aklımızdan hiç çıkartmayalım, eğer tanrının varlığına inanmayanlardansak!.”
BEYİN, NE ZAMAN ÂFÂKÎ VE ENFÜSÎ
İLHAMLAR ALMAYA BAŞLAR?
"NEFS" bu eksiklerini farkedip bunları tamamlama yolunda bir takım düşünsel ve bedensel gerekli çalışmaları yaptıktan sonra, beyinde belli hassasiyetler oluşur.
Bu hassasiyetler sonucunda beyin, âfâkî veya enfüsî belli ilhamlar almağa başlar! Bu ilhamların bazıları neticesinde o Nefsin bilinci, aklını üst düzeyde kullanır. Aklı da, Akl-ı Küll`den ilham almağa başlar.
Çünkü Nefs`in aslı Nefs-i Küll olduğu gibi, kendinde mevcut bilinci de, Akl-ı Küll`den akıl almağa başlar.
Ve, bütün bunlar kendisine ilham yollu gelir.
BEYİN, NASIL DEĞERLENDİRME YAPAR?
Beyin, tümüyle bir değerlendirme merkezidir.
Esasen beyin içinde görüntü, ses gibi nesneler mevcut değildir. Bunun en iyi misâli bir televizyonun ya da bilgisayarın içidir. Televizyonun içinde ses ya da görüntü diye bir şey yoktur.
Televizyona dışarıdan gelen 220 volt elektrik, insanın yiyip-içtikleri gibi enerji teminine dönüktür. Televizyonun içinde bulunan transistorlar, diodlar, entegreler, mikroçipler ise gelen bilgilerin değerlendiği merkezdir. Dışarıdan, antenden ya da herhangi bir kablolu yayından gelen “dalga” adını verdiğimiz ışınsal mesaj, bu merkezde değerlendirilerek görüntü ya da ses oluşturacak bir biçimde ekran veya hoparlöre yansıtılır.
İnsan bedeni, dışarıdan aldığı gıdayı, bir organik fabrika hükmünde olan bedeninde analiz ederek bioelektrik enerjiye dönüştürür. Bu bioelektrik enerji hem insan beyninin ihtiyacı olan bioelektriği oluşturur; hem de “sinir sistemi” dediğimiz bioelektrik sistem ile vücudun canlılığını sağlar, tüm hücrelere kadar; hem de vücutta bir manyetik alan meydana getirerek ruhu kendisinde muhafaza eder!. Beynin aldığı bu bioelektrik, tıpkı bilgisayarın 220 volt girdisi gibidir.
Her şeyi değerlendirme mekanizmamız olan «beyin»; mevcut, algılayageldiğimiz terkibi itibariyle, kimyasal bir bileşimdir.
Bu kimyasal bileşim, bir bioelektrik faaliyet ile çeşitli fonksiyonlar ortaya koyar ve varlığımızda görülen tüm oluşları meydana getirir.
Kimyasal bileşimi meydana getiren moleküler yapı ve özellikle DNA ve RNA dizini, bir yandan yapısı itibariyle hücre biokimyası ile bioelektrik iletişim hâlinde iken; diğer yandan da atomaltı boyutun canlıları olan kozmik ışınlar ile etkileşim içindedir..
Eğer, bilinen bir misâl vermek gerekirse, Güneş füzyonundan yayılan bir tür kozmik ışınımdan bahsedebiliriz... Bu ışınlar, 8 dakikada Güneşten dünyaya ulaşıp, bizim her zerremizden, her hücremizden ve bunun çok daha alt yapılarından, belirli etkiler oluşturarak, sâliselerle bahsedilecek bir zaman içerisinde geçmektedir. Yine bu ışınlar tüm dünyanın da içinden geçtikten sonra uzayda yolculuklarına devam ederler... Ve bizler, tüm yaşamımız boyunca, her sâlise, kesintisiz bir biçimde, bu ışın yağmuru gibi, uzaydaki çeşitli takımyıldızlardan, eski adıyla «burçlardan» gelip, her an dünyaya ve üzerinde yaşayanlara ulaşarak, onların tüm yapılarından geçmekte olan ve bu arada onların içlerinde belli etkiler oluşturan nice ışınsal kozmik tesirlere mâruz kalmaktayız.
Ne yazık ki, insanlık bilimi bu oluşumu çözmekte, deşifre etmekte henüz son derece «ilkel» bir düzeydedir.
Beyin hücreleri, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir bioelektrik akış ile faaliyet gösterirken, aynı zamanda kozmik yağmura da mâruz kalmakta ve böylece bütün bu etkiler, girdiler sonucunda çeşitli aktiviteler ortaya çıkmaktadır.
Her biri, tüm diğer hücrelerin yaptığı görevleri yapabilecek kâbiliyette ve 16.000 (onaltı bin) hücre ile bağlantı hâlinde 120 milyar hücre, beyin! Ve günümüz bilimine göre bu kapasiteye sahip beynin sadece yüzde yedi ilâ yüzde onikisini kullanabilen insanlar!.
Biz, bu yüzde yedi ile oniki arasında değişen oranı kullanırken, gerçekte, kelimelerle ifade ettiğimiz pek çok olay olmuyor beynimizde!.
Meselâ, “görüyoruz” diyoruz... Oysa, beyinde görüntü ya da ses yoktur!.
Gerçekte, beyin içinde görüntü yoktur! Beyin içinde sadece hücreler arasında bir bioelektrik akış sözkonusudur.
Göz, beynine birtakım veriler ulaştırıyor; beyne belli bir bioelektrik mesaj ulaşıyor ve beyin tahayyül yoluyla bu nesneyi değerlendiriyor. Bu mânâyı algılıyor. Algıladığı mânâyı algılamasına yardımcı olması yönünden de hayâl gücüyle belli bir görüntü tahayyül ediyor.
Beyin için algılama, idrâk sözkonusu! Görüntü, algılamaya yardımcı bir faktör.
Beyin, kendisine gelen görüntü sinyallerini değerlendirerek ilim sahibi olan bir merkezdir.
Gerçekte, beyin ne görür, ne de işitir!. Beyin, bir tür bilgisayar gibi çalışır... Sadece kendisine ulaşan çok değişik frekanslı dalgaları, kendisindeki daha önce aldığı verilere kıyaslayarak değerlendirip; bundan bir sonuç çıkartır!.
Kozmik yağmur ile de etkilenen beynin, küçüklükten itibaren aldığı çeşitli programlamalar istikametinde yaptığı değerlendirmelere biz «görüyoruz» demişiz...
«Görüyoruz»un gerçek ifadesi, «beynimizin değer yargısıdır»!.
Ya da “işitiyoruz” demişiz ki; diğer ifade ile, “işitiyorum” veya «görüyorum»un anlamı, «algılıyorum»dur!. Ve gerçekte, doğrusu da bu ifadedir. Çünkü, görme aracı ve kapasitesi değiştikçe «algılama»da değişir, algılamanın getirdiği değer yargısı da değişir!.
(Soru: Her hangi bir objeyi, insanlar değişik şekilde görebilir mi?.)
Beyine ulaşan frekanslar aynı ise, veri tabanı da aynı ise tesbitler de aynıdır, değişmez!. Zaten, hepimizin objeleri aynı şekilde görmemizin, algılamamızın sebebi, algılama araçlarımızın eş değer kapasitelerde olmasından kaynaklanır.
Gözün görme sınırları, kapasitesi belli… Aynı ışınlar, bir göze de gelse, bin göze de gelse sonuç aynıdır. Hepsi aynı şeyi söyleyecektir!. Çünkü, bin tane ayrı ayrı kapasitede göz yok!. Tek kapasiteye sahip bin göz var.
(Soru: “Kırmızıyı, bir renk körü, başka bir renk olarak algılıyor.” Neden?.)
Beyinlerde de fark var aslında.. Bakın!. Hem fark yok diyorum, hem var diyorum. Neye göre fark yok?.
Temelde, ham madde olarak iki beyin de aynı. Fakat, körün beyninde gözün geçirdiği o frekanslar gerekli açılımı yapmadığı için gören kişinin beyniyle körün beyni arasında açılım yönünden fark var. Yâni, beyne ulaşan veriler yönünden, beyinler arasında farklılıklar var.
Beyin, veri birikimi ile belli bir kapasiteye ulaşır.
Sen anandan doğduğun zaman, beynin, sadece genetik ve astrolojik verilerle oluşan veri tabanına tâbi idi. Dünyaya geldiğin andan itibaren sürekli şekilde yeni veriler yükleniyor.
Yeni doğan çocuk ilk anda bir çok şeyi göremiyor, göz de değerlendiremiyor.
Niçin?.
“Değerlendiremiyor” ne demek?..
Beyinde, onu değerlendirecek belli bir veri birikimi yok demek!. Çünkü ancak, beyinde mevcut olan şeyi açığa çıkartıyorsun; beyin veri tabanında var olan kadarıyla kendindekini deşifre edebiliyorsun. Yani, genetik ve astrolojik etkilerden kaynaklanan bir tabanın, özelliklerin, ham madden var. Bu özellikler, kendi kendine açığa çıkmaz!. Giren yeni veriler istikametinde bunlar açığa çıkar. Bir örnek verelim...
Meselâ: Güzeli seçme ve güzele yönelme..
Güzeli seçme ve güzele yönelme, beyindeki bir özellikten meydana gelir. Genetik özellikten veya beyinde astrolojik olarak Venüs tesirlerinin kuvvetli olmasından meydana gelir. Venüs tesirlerinden meydana gelen veya genetikten gelen bu güzeli seçme özelliği, İran`daki bir insanda başka türlü, Amerika`daki bir insanda ise başka türlü bir gelişme gösterir, Afrika`dakinde ise daha başka.. Yâni, güzeli seçme duygusu ve arzusu başkadır, güzeli bulma olayı başkadır. Veriye göre değişir. Temelde, baz olan özellikler genetik ve astrolojik tabanda vardır. Bunun açığa çıkması, daha sonraki, dıştan alınan verilere bağlı olarak meydana gelir kişide.
BEYİN, HER AN KOZMİK BOMBARDIMANA
TÂBİ OLDUĞU HALDE NİÇİN
TÜM KOZMİK IŞINIMI DEĞERLENDİREMEZ?
Beyin, dıştan gelen çeşitli dalga boylarındaki kozmik ışınları alır ve programlanışı sırasında bilgilendirilmediği konularda, algıladıkları olsa dahi onları değerlendiremez. Ayrıca kendisinin açılmamış alanlarının değerlendireceği sayısız dalga boylarını dahi değerlendiremez.
Oysa, gerçekte her biri ayrı bir mânâ ihtiva eden evrendeki her bir dalga boyu, ışın sürekli olarak beynimizi bombardıman etmektedir... Ne var ki bizim bu mesajları çözmemiz, bu canlı- anlamlı varlıklarla iletişime girmemiz mümkün olmamaktadır!.
BEYİN, NASIL HÜKÜM VERİYOR?
Bugün şu anda düşünüyoruz.
Neyle?
Beynimizi kulanarak!. Beynimiz algılama araçlarına dayalı alıp değerlendiriyor yani gözle kulakla, özellikle...
Şurayı şu göze dayanarak göz verilerine göre burada bu kadar kişinin varolduğunu şurda şu kadar eşyanın varolduğunu kabul ediyor ve hattâ iddia ediyor.
Ben aynı beyni alıyorum, aynı gözle birlikte... Yalnız bu göze bir takviye araç koyuyorum, 1 milyar defa büyütebilme kapasitesine sahip elektron mikroskobu.
Sonra bu salonu olduğu gibi alıyorum, tavanını açıyorum ve o Elektron mikjroskobunun lâmına koyuyorum. Ve seni alıyorum, getiriyorum; “O mikroskobun üstünden lama bir bak“ diyorum...
Sen o bir milyar defa büyütülmüş görüntüyle buraya baktığın zaman burda bu insanların ve eşyaların hiçbirini göremez oluyorsun ve burda bileşik homojen atomik bir kütle görüyorsun... Burdaki demir, bakır, magnezyum atomları; burda azot, oksijen ve hidrojen atomlarıyla bileşik bir halde sadece atomik bir kütle görüyorsun.
Beyin aynı beyin, değişmedi!.
Göz aynı göz, yalnız araya bir mercek katıverdik ilâve... Ve “bak burada ne var?” dedim...
Sen diyorsun ki: “burda ne insan var ne başka şey..burası sadece atomlardan ibaret bir kütle!”
Yani bizim verdiğimiz hükümler, gözün algılama kapasitesine göre ortaya çıkan hükümler! Yani 4000-6000 angström arasındaki dalga boylarıının beynimizde deşifresiyle ortaya çıkan hükümler!.
Bu 4000-7000 arasındaki sınır, 7000 in üstüne çıktığı zaman- 4000 in altına düştüğü zaman görüntüler değişiyor. O zaman dünya renksizleşiyor.
Biz renkli bir dünya görüyoruz ama bundan daha 20 sene evvel renksiz televizyonlara bakıyorduk, siyah beyaz görüyorduk. Hayvanların zaten birçoğu siyah beyaz görüyor zaten. Hayvanlar siyah beyaz görüyor; biz onlardan farklı olarak renkli görüyoruz..
Acaba bizim gördüğümüz renkler, acaba daha üst kapasiteli bir gözün yanında da renksiz kalmaz mı? Bizim görme sınırları içinde kaldığı için “şöyledir” diye hüküm verdiğimiz bu ortam çok daha farklı algılama boyutuna sınırlarına sahip bir görücü araç (diyeyim) bakıldığında ne ifade eder?
Gelelim sese..
16-16.000 heartz arasındaki ses dalgaları adını verdiğimiz dalgalar geliyor kulağımıza çarpıyor, ondan sonra bioelektriksel mesaj şekline dönüşerek beyine ulaşıyor.
Beyin kâh 4000-7000 arasındaki dalgaları alıyor deşifre ediyor kâh “ses dalgalar”ı dediğimiz dalgaları tesbit ediyor..
Ama netice olarak beyne ne ses gidiyor ne görüntü gidiiyor. Netice olarak, beyne belli dalga boyları gidiyor. Bu dalga boyları beyinde deşifre edilerek bir anlam ortaya çıkartılıyor.
Yani beyin çeşitli dalga boylarını değerlendiren bir merkez! Gelen dalga boylarına göre DÜNYA VE VARLIKLAR TASAVVUR EDİYOR!
Beyin, kendisine ulaşan dalga boylarına göre dünya ve nesneler tasavvur ediyor.
Gerçekte o nesneler ve o dünya acaba öyle mi???
Eğer bunu daha basite indirgemek gerekirse, kuşun beyni de gözünün verdiği verilere göre bir dünya tasavvur ediyor. Dünya acaba kuşun gözünün gördüğü gibi mi; ya da bir sineğin bir arının gözünün gördüğü gibi mi Dünya ???
O verilere göre o beyin öyle değerlendiriyor. Veri aracına göre beynin hüküm verdiği ortaya çıkıyor..
Ben 5 duyu tâbirini kullanmayı sevmiyorum.Çünkü 5 duyu tabiri çok yanlış mânâlar ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu sebeple ben 5 duyu tâbiri yerine KESİTSEL ALGILAMA ARAÇLARI tâbirini kullanıyorum.
Beynin kesitsel algılama araçlarından bir tanesidir göz..
Beynin kesitsel algılama araçlarından bir tanesidir kulak...
Beynin kesitsel algılama araçlarından bir tanesidir burun, vs.. vs...
Niçin “kesitsel algılama aracı” diyorum?
Dedik ki: “görüntü” dediğimiz şey, cm.nin 10 binde dördü ile santimetrenin 7 si arasındaki dalga boylarıdır. Ses ise 16-16.000 heartz arasındaki dalga boylarıdır.
Esasen varlık, maddeötesi yapısı-orijini itibariyle sayısız dalga boylarından meydana gelmiş bir orijin varlıktır. Yani maddeboyutunun altına atom boyutunun altına indiğimiz zaman, atomaltı boyuta indiğimiz zaman kuantsal yapıya doğru gittiğimiz zaman “dalgaboyları”yla karşılaşırız.
Evrenin orijini-evrenin aslı (Dünyanın aslı demiyorum... Evrenin aslı!) bu dalgaboylarından ibarettir. bu dalgaboylarından meydana gelmiş âdeta bir elektromanyetik kütledir. Tabii elektromanyetik kütle tâbiri kalıyor bugünkü gerçekler yanında.
İşte bu santimetrenin milyarda birinden başlayıp milyonlarla km.ye ulaşan dalgaboyları madde skalası içinde sadece belli kesitlere saptama yaparak sadece o kesitleri değerlendirebilen algılama araçlarıyla beyin birtakım yorumlarda bulunuyor.
Yani Evrenin yapısından bazı kesitler alarak bu kesitlerin verilerine göre hüküm vermek mecburiyetinde kalıyor beyin. Oysa beyin bu algılama araçları dışında gelen pek çok sayısız dalga boylarını dahi almada ve değerlendirmede fakat biz bunun farkında değiliz.
Esasen beyni tanıyabildiğimiz oranda neleri ne kadar yapıp ne kadar değerlendirebildiğimizi farkedicez. ve şartlanmalara dayanan düşünce blokajlarınmızı kopartmağa ve elimizden geliyorsa kırıp parçalamağa ve orijinal ve gerçekçi düşünmeye başlayacağız.
İnsan, bilimsel veriler toplamı ile sezgisel veriler toplamının sentezine gidemediği sürece şekille kayıtlı olarak, şartlanmalarla bloke olmuş bir beyinle ömrünü tüketmek ve de kendisindeki âdeta tanrısal güçleri farketmeden bu dünyadan geçip gitmek durumunda
Dinden bahsediyoruz değil mi!.???..
ALGILAMA ARACININ KAPASİTESİ DEĞİŞTİĞİNDE,
BEYİN HANGİ GERÇEĞİ FARKEDER?
Bize göre, yani beş duyulu birimlere göre, içinde yaşadığımız bir evren; ve gene bize göre makro-mikro sayısız âlemler mevcuttur... Ancak dikkat edelim, bütün bunlar, hep, gözle algıladığımız verilere göre, böyledir!.
Oysa...
Şu içinde bulunduğunuz mekânı alsalar, tavanını açarak, 60 milyar defa büyütme kapasitesi olan elektron mikroskobunun lâmına oturtsalar...
Ve sonra da siz geçip o mikroskobun üzerinden, az önce içinde bulunduğunuz mekâna baksanız...
Acaba ne görüyor olacaksınız?.
Bir milyar defa büyütme ile biz bir cismi değil, o cismin atom bileşenlerini görürüz!. Hele, bu sayı 60 milyara ulaştığında... Gözümüzde bütün insanlar, eşyalar, koltuklar, yazıhaneler veya odadaki diğer cisimler tamamiyle kaybolacak; beynimizin vereceği hüküm tümüyle değişecektir!.
Ve gayrı ihtiyarî ağzımızdan şu sözler dökülecektir; «Aaa, burada hiç bir şey yokmuş! Şuraya bak, sadece atomlardan, onların çevresinde dönen elektronlardan başkaca birşey göremiyoruz! Peki nereye gitti bunca insan ve eşya!?.»
Bu konuşmayı yapan beyin, az önce, mikroskoba bakmadan evvel, burada insanlar ve eşyalar var diyen beynin ta kendisidir!.
Beyin aynı beyindir de, değişen sadece algılama boyutu ve algılama aracına getirilen ek kapasitedir!
Demek ki beyin önce, mevcut algılama aracına göre çeşitli ve insanların varlığına dair hüküm verirken; algılama aracının kapasitesi genişletildiği anda, bu hükmünü değiştirerek, burada atomlardan, çekirdek etrafında dönen sayısız elektronlardan başka birşey yok şeklinde yargıya varmaktadır!.
Acaba, biz, bu güçlendirilmiş mercekler dizini ile yani elektron mikroskobu ile yaşamak, böyle doğup böyle ölmek zorunda olsa idik... Şimdi hâlâ, bugün varlığını iddia ettiğimiz şeylerin mevcudiyetini iddia edebilecek miydik?. Yoksa, üzerinde yaşadığımız dünyanın, uzayın ve algıladığımız her şeyin, atomların bileşmesinden meydana gelmiş tek bir yapı olduğunu mu savunacaktık?.
Şâyet beynimiz; altmış milyar büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu yerine, 10 trilyon defa büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu ile evrene bakmak durumunda olsa idi; biz, gene ayrı ayrı cisimlerin, insanların varlığından sözedebilecek miydik?.
Yoksa, algılayacağımız; mevcut, bölünmez, parçalanmaz, süregiden sonsuz, sınırsız TEK'mi olacaktı?.
Şâyet anlatmak istediğim bu hususu size ulaştırabildimse...
Geldiğimiz bu noktada size izaha çalışacağım şey şudur;
GERÇEKTE, mevcud olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK'tir!. AHAD'dır!. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro plânda kendisinin dışında hiç birşey olmayan ALLAH, “AHAD" dır!.
Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz... Çünkü, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!.
Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının, yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesiyle kayıtlı kalmasa... Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, yalnızca, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse...
Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden, daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse... Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel öz ile karşılaşsa... Ve nihâyet kendi "ben"liğinin dahi o evrensel "öz" içinde «yok» oluşunu farkedebilse...
İşte bu işin çok önemli birinci yanı!
Konunun ikinci önemli yanı da şurası…
Hazreti MUHAMMED'in açıkladığı “ALLAH”, «AHAD»; yani, sınırsız - sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil bulunduğuna göre; bu takdirde, O'nun varlığı yanısıra, varolabilecek ikinci bir varlık, nerede; hangi BOYUTTA; veya hangi başlangıç noktasında O'nun varlığına bir sınır çizerek kendine yer açabilecektir?!.
"AHAD ALLAH" dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI'nın yeri neresidir?.
“ALLAH”ın içinde mi, yoksa dışında mı?!
BEYİN, EN ÇOK ENERJİYİ
HANGİ İŞLEVLERDE HARCAR?
1 saat bilemedin 2 saat insanın kafası alır ondan sonra almaz...
Hazmedebilmek önemlidir ...
Taşan bardağı doldurmak akıl mantık işi değildir.
Taşan bardağı doldurmaya devam ediyormuyuz?!.
Taşıyor!!!.
En âzamî kapasite, tefekkürü geliştiren konularda, 3 saate tahammül edemez. 3 saat âzamî, en üst düzey beyinler için bir sınırdır!.
Koşu yapmış gibi güreş yapmış gibi yorgunluk duyarsın sohbetten çıkarken.
Beyin, en çok enerjiyi tefekkürde harcar. Tefekkürde harcadığı enerji, en üsttür; ondan sonra zikir gelir. 1.sırada tefekkür enerjisi gelir, 2.sırada zikir gelir..Ondan sonra diğer konular gelir.
BEYİN, “FİKİR”LERİ
TASVİR EDEREK (ŞEKİLLENDİREREK)
“İDRÂK”I OLUŞTURUR!
Fikir; çeşitli konularda aklımıza gelen yeni yeni düşüncelerdir.
Bize herhangi bir konuyu düşünmemizi sağlayan ana materyaldir.
Kökeni ya beynin üretimi ya da dış etkilerdir; ilham, astrolojik etkiler vs...
Sonrasında hayâl gelir. Yani, o fikirleri kafamızda hayâl ederiz.. Anlayıp kavramak için bir sûret hâline sokarız.
Bu hayâl edişe aynı zamanda "musavvire gücü" denilir. Yani tasvir etme, şekillendirme!.
Beyinde şekillendirme olayı vardır.
O fikirler, otomatikman şekillenerek anlaşılır.
O da nasıl anlaşılır?
Müdrike yani idrâk gücü ile, idrâk edilir.
GÖRDÜKLERİMİZ; BEYNİN,
“VERİ TABANINA GÖRE”
OLUŞTURDUĞU “HAYÂLİ İMAJ”LARDIR!
Karşımızdaki bir objeden bizim gözümüze yansıyan dalgalar, eğer santimetrenin onbinde 4 ile 7 si arasında ise, gözbebeğimiz bunu bioelektrik dalgalara dönüştürerek “göz siniri” dediğimiz hat üzerinden beyne ulaştırır.
Beyinde bu dalgalar, daha önceden yüklenmiş veri tabanına GÖRE, onlarla birleştirilerek bir sentez oluşturmak suretiyle değerlendirilir; sonra da hayâli oluşturan görme grubu içinde, bir hayâli imaj oluşur. İşte bu “hayâli imaja”, biz, “görüyoruz” lâfzını kullanırız.
Dostları ilə paylaş: |