"-MÜFLİS kimdir biliyor musunuz?.. diye sordu Resûlullah. Ashab:
-Bizce müflis parası ve malı olmayandır, Yâ Resûlullah!.
Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
-Benim ümmetimin müflisi o kişidir ki, kıyâmet günü namaz, oruç, zekât getirecek. Fakat, buna zinâ isnad etmiş, bunun malını yemiş, bunun kanını akıtmış, bunu dövmüştür!..
Sonra oturacak; kısas olarak bu onun sevaplarından alacak, o da bunu sevaplarından alacaklardır. Şayet, sevapları üzerinde bulunan hataların karşılığı ödenmeden tükenirse bu defa, onun hatalarından (doğan günah) alınıp buna yüklenecek ve sonra da ateşe atılacaktır!.."
Şeytan, en büyük şeytâniyetini insanları birbirleriyle uğraştırmak sûretiyle ortaya koyar.
Günümüzün büyük kısmını, dikkat edin, “Falanca böyle yapmış, filânca şunu demiş, Ahmet bunu yapmış, Ayşe böyle demiş...” diyerek geçiriyoruz.
Bu şekilde geçirdiğimiz her dakika ve saat, Şeytan’a kulluk etme ve ona tapınma hâlindeyiz demektir.
Allah bizleri, birbirimizle uğraşmak, birbirimizin dedikodusunu yaparak ömür tüketmek için yaratmadı.
Önemli olan, falancanın filâncanın ne yaptığı değil, senin kendi geleceğine dönük bir biçimde ne yaptığındır.
Hiç kimseye hiçbir şey zorla verilmiyor.
Eline geçeni alırsın, işe yarıyorsa değerlendirirsin. İşine yaramıyorsa değerlendirmezsin! “Benim yolum, kendi doğru yolum bu!.” dersin. Kendi yolunu kendin çizersin...
Ama, şu önümüzde kalan kısacık zamanı başkalarının hakkında konuşarak tüketecek kadar lükse hiç birimiz sahip değiliz!.
Ölüm sonrası yaşamı ne kadar biliyoruz?. Ve, bu yaşama kendimizi ne kadar hazırlıyoruz?.
Sualler bu kadar basit!.
Eğer, bir daha dünyaya gelip yapmadıklarını yapma şansın yoksa?... Ki, bu durum kesin bir hükümdür.
Eğer, şu dünyada geçireceğin vakit, daha sonraki sürecin milyarlarca ve milyarlarca sene sürecek boyutuna göre, okyanusa dalmış bir kuşun gagasındaki damla kadar az ve kısa ise;
Ve sen, geleceğini sadece bu süreç içinde kazanma şansına sahip isen, halâ daha dedikodu ile, gıybet ile etraf hakkında konuşmakla vaktini harcayacak lükse sahip olduğunu mu zan ediyorsun?.
Aklı olan, zorunlu konuşmanın haricinde kalan tüm vaktini zikir ile değerlendirir, tesbih ile değerlendirir.
Nerede olursa olsun, abdestli veya abdestsiz her halükârda zikir yapılabilir.
Öyleyse yapılacak şey, yanlışlardan en kısa zamanda dönmektir.
Fazilet; yanlışını idrâk ettiğin anda kendine itiraf edebilmek ve onun gereğini uygulayabilmektir.
İnsan, dün ile oyalandığı takdirde, yarınını kaybeder.
Yarınını kazandırmayacaksa dünden bahsetme!
Asr sûresi, bunu anlatır.
Hak olanı, gerçek olanı, sana bir şeyler kazandıracak olanı elde et ve kendinde oturtmaya çalış!.
Ve, bunları yapma, gerçekleştirme konusundaki güzellikleri çevrene de tavsiye et!..
Kurân’ın uyarısı bu!..
Yer yüzündeki hiçbir değerin ölçemeyeceği, içinde yaşamakta olduğumuz zamanı süratle yitiriyoruz.
İçinde yaşamakta olduğumuz zaman, yeryüzünde hiçbir değerin ölçemeyeceği konumdadır.
Ölüm ötesinde; “Ahh!.” diyeceksin. “Neden bir nefesi dahi boşa harcayıp zâyi ettim?..”
Bana ne!.. Falanca ne yapmışsa yapmış. Ben bunları konuşayım diye gelmedim ki dünyaya!.
Onu bunu konuşayım derken geçen bunca zamanda neler yitirdim?. Neleri elde edebilirdim?.
Bir adam, yemeğini yemiş, sofrada bir dilim ekmek bırakmış. Ona, “ ne müsrif insan!.” diyoruz.
Yalnız O adam değil!. Hepimiz istisnasız müsrifiz, iflâstayız... Çünkü, içinde yaşadığımız anları, ölümden sonraki hayatta bize yararlı olacak şekilde değerlendiremiyoruz.
Ne kadar büyük bir yanlıştır ki, zikri veya ibadeti sadece câmiye ve seccadeye tahsis etmişiz. Onun dışında kalan zamanın hepsini de dedikoduya gıybete ayırmışız.
Televizyon seyreder dedikodusunu yaparız. Gazete okur, dedikodusunu yaparız. Komşuya gider, dedikodusunu yaparız. İki kişi bir araya gelir hemen dedikoduya başlarız.
“ Ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek ” diye bahsedilir bu olay yüce kitabımız Kurân’da...
Ölen kardeşini kim sofraya koyup, etini kesip, üzerine tuz biber ekip, yanına da turşu alıp yer?. Kimse böyle bir şeye kalkışmaz!
Ama Kur’ân, gıybeti dedikoduyu, ” ölmüş kardeşinin çiğ etini yemek“ diye tasvir ve tarif ediyor...
Mevlâna’nın bir sözü var;
“Ben kötüysem, kötülüğümle gittim Cancağızım!.” diyor.
Kendim, yaptığımın neticesi ile karşılaşacağım. Ben iyi isem, benim iyiliğimin de sana bir faydası yok!
Sen, kendin için ne yapmadasın?. Kendi geleceğin için yaşamı nasıl değerlendiriyorsun?.
GIYBET EDEN,
GIYBET EDİLEN
AFFETMEDİKÇE AFFOLMAZ!
Niye Rasûlullah aleyhi's-selâm bu mevzûda bu kadar şiddetli konuşmuş da şöyle buyurmuştur:
-GIYBET ZİNADAN OTUZ ALTI DEFA DAHA ŞİDDETLİDİR.
Câbir ve Ebû Said radıyallahu anh naklediyor
“Rasûlullah salla'llâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Gıybetten sakınınız!. Zirâ gıybet zinâdan daha şiddetlidir!. Çünkü zinâ eden kimse tevbe eder, Allah da afveder. Fakat gıybet eden, gıybeti yapılan afvedinceye kadar, afvedilmez!.. (Gazalî-İhya)
HERŞEY
YERLİ YERİNDEDİR!
Karşınızdakini saygıyla dinleyin... İlminize uyanı alın; uymayanı kendisine iade edin.
Kimseyi hor hakîr görmeyin; ayıplamayın ve dil uzatmayın; dedikodusunu yapmayın!. Ondaki de Allah’ın bir tecellisidir; ve hikmeti vardır!. Her şey yerli yerindedir!.
“Görelim mevlâ neyler; neylerse güzel eyler”!.
FÂİLİ HAKİKİ’Yİ GÖR
VE O’NU GIYBETTEN
UZAK DUR!
(Soru: Fâsık ve Fâcir kişilerin gıybetini yapmak mübahtır… diye bir kitapta okumuştum. Bu doğru olabilir mi?)
Tamamıyla gaflet eseri olan bir ifadedir bana göre.... Fâili hakikiyi gör ve “O”nu gıybetten uzak dur!..
“GÖK”
Yer bedendir; gök bilinçtir...
Bilinçte yedi mertebeyi açığa çıkarttı ki, yedi kat göğü aşanlar kendine ulaşsın diye...
“GÖLGE”
Bkz. V / Vahdet-i Vücud
“GÖNÜL”
İslâm terminolojisinde “şûur” ya da bugünkü deyimiyle “bilinç”, “kalp” kelimesiyle, “gönül” kelimesiyle tanımlanır.
“GÖRMEK”
(ALGILAMAK)
(BEYNİN DEĞER YARGISI)
’Gözden öz’e’’ değil;
‘’Öz’den göze’’ bakmak gerek!.
-
Kaç gözümüz var?
-
Hepimizin görme kapasitesi aynı mıdır?
-
Başgözüyle gördüklerimiz bize gerçeği ne kadar yansıtır?
-
Allah'ı, melekleri, âlemleri ve oralarda yaşayan varlıkları görebilir miyiz?
-
Sadece uyanıkken mi görürüz?
-
Rüyada nasıl görürüz; gördüklerimiz gerçek midir?
-
Gördüğümüz Tek midir?; çok mu?
-
Varolan sadece Tek ise neden çok görüyoruz? Bu değerlendirme nasıl ve nerede oluşuyor?
-
Her zaman aynı şeyi mi görürüz? İlk ve sonraki görüşler arasında fark mıdır; varsa bu farkı oluşturan nedir?
-
Şimdi gördüklerimiz "Sonra" değişir mi?
-
Görmeyi etkileyen etkenler nelerdir?
SOMUT BİR VARLIKTAN
SÖZ EDİLEMEYEN
DALGALAR ÂLEMİNDE
İNSANIN GÖRME SINIRI
Ünlü batılı düşünür George Berkeley 1750'lerde düşüncesini şöyle dile getiriyordu:
“Kâinatın muazzam yapısını meydana getiren cisimlerin, onu değerlendirecek bir zihin olmadığı sürece bir cevher olmasına imkân yoktur. Bütün bunlar benim veya başka bir yaratılmışın zihnine hitap etmediği sürece mevcudiyetinden söz edilemez; ya da Ebedî Ruh'un zihninde mevcuttur denebilir.”
Berkeley'den sonra yapılan araştırmalar özellikle son yüzyıl içindekiler insanlara çok değişik fikirleri kabûl ettirmek durumuna geldi. Son yüzyılın araştırma ve bulguları âlemin yapısı hakkında özetle şu neticeyi ortaya koyuyordu: Madde moleküllerden, moleküller atomdan, atomlar da elektromanyetik dalgalardan meydana gelmiştir.
Öyle ise âlem, elektromanyetik dalgalardan ibaret bir tek kütledir. Kâinat kısacası tek bir enerji kütlesidir. Çok kaba bir tâbirle, dalgalar âleminde gerçek, mutlak somut madde varlıktan söz edilemez.
İnsan açısından bakılınca ise…
İnsanın görme sınırı morötesi ışınların dalga boyunun başladığı 0.0004 cm. ile kırmızı ışınların dalga boyunun başladığı 0.0007 cm. arasında dalgalar.
AYRI AYRI KAPASİTEDE ÇOK GÖZ YOK…
TEK KAPASİTEYE SAHİP ÇOK GÖZ VAR…
Peki, gerçekte bir rüya olduğu açıklanan Dünya yaşamı görüntüleri nasıl oluşuyor?..
Bu da, demin açıkladığım, melekî yapının beyindeki deşifresi ile aynı tarzda bir olay... Aslında ben, burada beynin çalışma sistemini anlatıyorum...
Bu anlattıklarım, dünyanın bir numaralı nörofizyoloğu, Stanford Üniversitesi profesörlerinden Karl Pribram ve, ünlü fizikçi David Bohm`un, "Beyin ve Evren" konusundaki görüşleri ile aynı… Dünyanın bu iki ünlü bilim adamı ile, bu konulardaki görüşlerimiz tamamen çakışıyor.
(Soru : Her hangi bir objeyi, insanlar değişik şekilde görebilir mi?.)
Beyine ulaşan frekanslar aynı ise, veri tabanı da aynı ise tesbitler de aynıdır, değişmez!. Zaten, hepimizin objeleri aynı şekilde görmemizin, algılamamızın sebebi, algılama araçlarımızın eş değer kapasitelerde olmasından kaynaklanır.
Gözün görme sınırları, kapasitesi belli… Aynı ışınlar, bir göze de gelse, bin göze de gelse sonuç aynıdır. Hepsi aynı şeyi söyleyecektir!. Çünkü, bin tane ayrı ayrı kapasitede göz yok!. Tek kapasiteye sahip bin göz var.
“GÖRÜYORUM DEDİĞİN ŞEY
BEYNİN İÇİNDE OLUŞAN HAYÂLDİR
Sen, karşımda oturuyorsun, senden çıkan ışık dalgaları geliyor, benim göz bebeğime vuruyor, göz bebeğimden sarı noktaya aksediyor. Sarı noktadan beynime bioelektrik bir mesaj geliyor, görme siniri ile... Beyin, gelen bu bioelektrik mesajı kendi hücreleri arasında değerlendirerek bir hayâl oluşturuyor.
İşte senin, "görüyorum!..." dediğin şey, o beyninin içinde oluşan hayâldir...
Nasıl ki rüya görüyorsun... Rüya gördüğün anda gözün kapalı, dışarıdan gelen hiç bir şey yok!.. Ama, beynindeki bilgiler, senin hayal mekanizman sonucunda bir hayâl görüntü şekline dönüşüyor.
HİÇBİRİMİZ DIŞARDAKİ
DÜNYAYI DEĞİL,
BEYNİMİZDEKİ DÜNYAYI
GÖRÜYORUZ!
Kurân’da geçen “Dünya” kelimesi, fizik olarak Dünyayı değil; “DünyaNI” anlatır!
“DünyaN”dır!.
Bunun ilmî izahına girmeme gerek var mı?...
Hiç kimse, hiçbir insan, Dünyayı göremez! Çünkü beyinde bizim anladığımız mânâda bir görme olayı yok zaten..
Dışardan gelen çeşitli verilerin beyinde değerlenerek hayâl âleminde bir sûret oluşmasıdır, “Dünya”!
Dolayısıyla hiçbirimiz dışardaki Dünyayı değil; beynimizdeki DünyaMIZI görüyoruz!.
DÜNYADA GÖRDÜKLERİMİZ,
BİR BAKACAĞIZ Kİ…
YALNIZCA RÜYADAN İBARETMİŞ!
Hazreti Muhammed aleyhisselâm diyor ki:
"İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar!."
İnsanlar, dünya yaşamında iken uykudadır, ölünce uyanırlar!..
Peki, uykuda görülen şey, rüya değil midir?. Bu durumda, demektir ki, bu dünyada gördüğümüz her şey, gideceğimiz ölüm ötesi yaşam boyutuna göre rüya hükmünde olacak, rüya olacak!.
Bu dünyada iken yaşadıklarımız, gördüklerimiz, ciddiye aldıklarımız, bir bakacağız ki, rüyadan ibaretmiş!.
“İLK GÖRÜŞ“ ESASTIR...
SONRAKİLER, O “İLK“İN TAFSİLİDİR
Bir şey bir kere müşahede edilir!. Müşahede ettiğin anda da onu etmişindir!.
Pencereden dışarıya bir ilk bakışın vardır, ondan sonra bakışın vardır, ondan sonraki bakışların, o bakışın devamıdır, tafsilidir!. Bir kere “Lâ ilâhe illâllah” sözünü söyleyebilirsin; ondan sonrakiler o sözün devamının gelmesinden başka bir şey değildir...
Diyelim ki Kâbe’yi ilk defa görüyorsun; ne diyor Hz.Muhammed aleyhisselâm;
“Kâbe’yi ilk görüşte dua edin, o duanız kabul olur”
diyor! ”Ne zaman görürsen gör” veya “devamlı bakarken” demiyor!. ”İlk görüş” diyor!.
Peki ilk görüş görüş de sonrakiler görüş değil mi?... Onlar da görüş!. Ama ilk görüştür esas!. Bir defa gördüğün zaman, onu görmüşsündür!.
Görmenin ikinci defası olmaz!. ,Bir şey bir kere görülür... Ondan sonrakiler o şeyin devamıdır… Devam edegitmesidir!.
“GÖRÜYORUM“UN
GERÇEK İFADESİ,
KOZMİK YAĞMURLA
ETKİLENEN BEYNİMİN
“DEĞER YARGISI“DIR!
(“ALGILIYORUM”DUR!)
Beyin hücreleri, az önce de bahsettiğimiz gibi, bir bioelektrik akış ile faaliyet gösterirken, aynı zamanda kozmik yağmura da mâruz kalmakta ve böylece bütün bu etkiler, girdiler sonucunda çeşitli aktiviteler ortaya çıkmaktadır.
Her biri, tüm diğer hücrelerin yaptığı görevleri yapabilecek kâbiliyette ve 16.000 (onaltı bin) hücre ile bağlantı hâlinde 120 milyar hücre, beyin!.. Ve günümüz bilimine göre bu kapasiteye sahip beynin sadece yüzde yedi ilâ yüzde onikisini kullanabilen insanlar!..
Biz, bu yüzde yedi ile oniki arasında değişen oranı kullanırken, gerçekte, kelimelerle ifade ettiğimiz pek çok olay olmuyor beynimizde!..
Meselâ, görüyoruz, diyoruz... Oysa, beyinde görüntü ya da ses yoktur!.. Gerçekte, beyin içinde görüntü yoktur!. Beyin içinde sadece hücreler arasında bir bioelektrik akış söz konusudur.
Kozmik yağmur ile de etkilenen beynin, küçüklükten itibaren aldığı çeşitli programlamalar istikametinde yaptığı değerlendirmelere biz “görüyoruz” demişiz... “Görüyoruz”un gerçek ifadesi, “beynimizin değer yargısıdır”!. Bir diğer ifade ile “görüyorum”un anlamı “algılıyorum”dur!.. Ve gerçekte, doğrusu da bu ifadedir.
Çünkü, görme aracı ve kapasitesi değiştikçe “algılama”da değişir, algılamanın getirdiği değer yargısı da değişir!..
Esasen, beyin, bir yönüyle çeşitli frekanstaki dalgaları, kozmik ışınımı değerlendirerek, programı istikametinde yorumlayan değerlendirme mekanizmasıdır.
GÜNDÜZ VE GECE
UYKU HÂLİNDE GÖRDÜKLERİMİZ
BEYİNDE PROGRAMLANMIŞ
VERİ TABANLARININ ÜST YAPI ŞUURUNDA
AÇIĞA ÇIKIŞIDIR
Karşımızdaki bir objeden bizim gözümüze yansıyan dalgalar, eğer santimetrenin onbinde 4 ile 7 si arasında ise, gözbebeğimiz bunu bioelektrik dalgalara dönüştürerek göz siniri dediğimiz hat üzerinden beyne ulaştırır..
Beyinde bu dalgalar, daha önceden yüklenmiş veri tabanına GÖRE, onlarla birleştirilerek bir sentez oluşturmak suretiyle değerlendirilir; sonra da hayâli oluşturan görme grubu içinde, bir hayâli imaj oluşur. İşte bu hayâli imaja, biz, “görüyoruz” lâfzını kullanırız.
Her şeyi, ötelerde ve asılsız hayâllerde değil; içinde yaşadığımız boyut ve sistemde bulmaya çalışırsak isabet etmiş oluruz...
İşte bu anlayışla beynimizi değerlendirirsek...
Beyin gerek göz görme sınırları içinde kalarak kendisine ulaşan dalgaları ve gerekse de bunun dışında, direkt olarak aldığı dalgaları değerlendirerek düşünür, hisseder, ve gerekirse hayâl merkezini devreye sokarak görür!.
Esasen beynin değerlendirmelerinde, görme bir ara işlem değil, bir son işlemdir... İsterse, görme devresi oluşmadan da değerlendirmeleri yapar!.
Şunu çok iyi anlayalım;
Yukarıdan, tanrının ruhundan, belli özelliklere sahip bir ruh kopup geldi, bizim bedenimize girdi; o kendisindeki tanrısal güçle görüp biliyor; bedende terbiye oluyor; sonra çıkıp onun huzuruna gidecek; o da onu yargılayıp cehennemine atacak, ya da cennetine sokacak; işte bu yüzden biz o ruhla görüp işitiyoruz görüşü sembolik anlatımların yanlış deşifresinden doğan bir ham hayâlden başka bir şey değildir!.
“Görme” dediğimiz olayın aslı ve hakikatı ne?
Şu gördüğümüzü az çok herkes görüyor, ne olduğunu bilmese de görüyor da hele hele “rüya”dediğimiz olay rüyada ruhbedenden çıkıp bir yerlere mi gidiyor, bir yerleri mi görüyor?
Genel anlatım içinde söylenen; gece uykuda ruhun serbest kalması, bir yerlere gitmesi-bir olayları görmesi, özellikle kişinin bilmediği yerleri rüyasında görmesi diye anlatılan bir olay var.
Şimdi bizim anlatımımızda ruhun beyin tarafından üretilen dalgalardan meydana geldiği konusu işleniyor. Ayrıca rüyanın dışında “Telepati” diye bir olay da biliyoruz ve telepatinin iki beyin arasındaki karşılıklı gönderilen dalgalar olduğunu da biliyoruz. Yâni beynin belli dalgalar göndererek bir beyine ulaştığını, ona çeşitli mesajlar verdiğini biliyoruz fakat bu kopuk kopuk bildiğimiz hususları biraraya getirip bir sonuca varmayı genelde hiç düşünmüyoruz.
“Telepati” dediğimiz olayı gerçekleştiren beyin esasen bunun benzeri bir hususu hemen herkeste yaşamakta...
Beynin yaydığı radar dalgaları, uyuduğumuz zaman ruhbedenden ayrılıp bir yerlere gidip orada birşeyleri görüp veya birisi ile görüşüp gelmez!.
Bizim tesbitimize göre; beyin gündüz olduğu gibi gece uyku hâlinde de radar dalgalarını yaymaya devam eder ve gündüz beyin birçok kanaldan veri toplarken gece bu özellikle beş duyuya dayalı alanlar kapalı olduğu için yaydığı radar dalgalarının getirisini beynin görüntü merkezinde değerlendirerek sùretlendirir. “Bu ruh gitti de falanca ile görüştü “denen görüntüleri meydana getirir.
Dua; beynin yönlendirilmiş dalgaları olduğu gibi, rüyaların bir kısmı da beynin radar dalgalarının tesbit ettiği olaylardır.
“Rüya”lar; kâh sizin o ana kadar mevcut veri tabanınızdaki mânâların açığa çıkmasıdır yâni bilgisayarınızın harddiskindeki birtakım verilerin ekrana yansıması, görüntüsüdür, kâh da ekranınıza internet aracılığı ile gelen verilerin bilgisayarınızda işlenerek ekrana yansımasıdır.
İşte bu bilgisayara verilen internetten gelen veriler gibi beynin radar dalgalarıyla algıladığı bazı dış olaylar geçmişte ruhun bedenden ayrılıp bir yerlere gidip bir yerlerde görüşmesi veya o yerleri görmesi şeklinde değerlendirilmiştir.
Tabii bu geçmişte hiçbir şekilde izah edilmesi mümkün olmayan bir olaydır, bunu ancak bugünki şartlarda böylece açıklama imkânını bulabiliyoruz. Bilim ve teknoloji bu düzeye gelebildiği için telepatinin varlığını kabul eden her insan, beynin radar dalgalarını da doğal olarak kabullenmek zorundadır.
Beynin radar dalgalarının ve telepati dalgalarını kabul eden her insan güçlü bir kapasiteye sahip beyinli kişilerin geçmişin “Kerâmet” denen olaylarını yaşayabilmesinin de son derece doğal ve mâkul olduğunu rahatlıkla fark edebilirler.
Dışarıdan gelen veriler nasıl bilgisayarın harddiskine geçiyorsa daha sonra da bu harddiskten istenilenler ekrana yansıyorsa görünür hâle geliyorsa fakat bu bilgiler bilgisayarın içinde nasıl mevcut bilgi hâli ile değilde sadece 0-1 esasına dayalı iki tür kayıt ise; insan beyninde ve hücrelerinde de programlanmış veri tabanları vardır. Siz bunlardan hangisine yönelirseniz onlar sizin ekranınızda üst yapı şuurda meydana çıkar.
Önemli olan insanın kendi kapasitesini olabildiğince kullanabilmesini temin etmektir!
BEYİNDEKİ GÖRÜNTÜ
NÖRONLARIN MEYDANA
GETİRDİĞİDALGALARIN
GİRİŞİMİ SONUCU
HOLOGRAFİK ÖZELLİK
GÖSTERMEKTEDİR
Holografın elde ediliş şekli şöyledir. Laser ışınını ikiye ayırdıktan sonra, yarısını direk görüntüsü alınacak cisme, oradan resim plakasına, diger yarısını da bir ayna yardımıyla, aynı resim plakasına aksettirdiğimizde holografik görüntüyü elde etmemizi sağlıyacak girişimleri elde etmiş oluruz. Bu plakaya yönlendirilecek bir laser ışını üç boyutlu görüntü elde etmemizi sağlar.
Bunun en önemli özelliği de resmin en küçük parçasından dahi aynı, tüm görüntünün elde edlmesidir.
Önceleri beyinde görüntünün bire bir oluştuğu varsayılıyordu; ama Pribram'ın araştırmalarına göre, görme merkezinin %98'i alınmış olan bir kedide görüntü aynen alınmakta idi.
Bunun üzerinde çalışarak, beyindeki görüntünün, nöronların meydana getirdiği dalgaların girişimi sonucu, holografik özellik gösterdiği açıklandı.
Beynin ömür boyunca 2.8x10 üssü 20 bitlik görüntü kaydetmesi gerektiği; bunun nasıl olabileceği araştırıldığında ise 2.5 cm2.lik holografik filmin 50 incil bilgisi kadar bilgi yüklenebildiği; burada önemli olanın filme verilen laser ışını açısı olduğu anlaşılmıştır.
Bu yönüyle konu incelendiğinde, çağrışım ve unutma gibi kavramları, laser ışınının doğru açıyı bulması veya bulamaması şeklinde açıklayabiliriz.
Bizlerde kızgınlık, aşk, nefret, açlık gibi hisler içseldir. Müzik sesi, güneşin ısısı, taze ekmek kokusu ise dışsaldır. Fakat beynimizin bunları nasıl ayırtettiği belirsizdir.. Yanıt ise ancak "hologram" olabilir!
Bir holografik görüntünün içinden elinizi geçirebilirsiniz, orada enerji veya başka birşey olduğunu gösteren herhangi bir ölçü aleti de geliştirilmemiştir. Aynen aynadaki görüntümüz gibi buna hayâli yapı (Phantom Limb) adı verilmiştir.
1960`larda George Von Bekesy vibratörle gözleri kapalı deneklerin dizleri üzerinde yaptığı deneylerde, titreşim sayısını değiştirdiğinde, titreşim kaynağının bir dizden diğerine atladığını, hattâ dizlerin arasında dahi titreşim kaynağının hissedildiğini buldu. Bu durumda dokunma duyusu olmayan yerlerde dahi duyumsal verilerin algılanabildiğini ispatladı.
Buradan da kolu veya bacağı olmayan kişilerin hissettikleri krampların, kasılmaların, kaşıntıların gerçekte var olan bir kaynaktan değil beyne kayıtlı girişim modellerinden olduğunu gösterdi
“GÖRÜYORUZ”
DİYE İFADE ETTİĞİMİZ
İKİ BOYUT VAR
Şu, “gördüklerimiz” konusunu bir ele alsak, ne dersiniz?.
Gördüklerimiz ne kadar gerçek?.
Ne kadar gerçekleri görüyoruz; göremediğimiz neler var, algıladığımız ve algılayamadığımız ne tür boyutlar söz konusu?..
“Gördüğümüz” diye ifade ettiğimiz iki boyut var;
Birinci gördüğümüz boyut, şu yaşadığımız ortam… Burada birtakım şeyler görüyoruz.
İkinci gördüğümüz boyut; “rüya âlemi”… Rüyada da bir şeyler görüyoruz.
Bu ikinin dışında bazıları da böyle ayakta dolaşırken, gezerken birşeyler görüyor ve onu da bilmiyoruz. Hiç öyle ayakta dolaşırken, gezerken ben hayâl meyâl bir şey görmedim!. Onun için o konuda bir şey diyemem, gördüklerini söylüyorlar!.
Bir de cinleri görüyorlar!. Ben bugüne kadar cinleri görmedim. Onun için o konuda da hiç bir şey söyleyemem!.
GÖRME MERKEZİ
GÖRDÜĞÜNE DEĞİL;
KENDİSİNE ULAŞAN
FREKANSLARA GÖRE
KARAR VERİR
İlk defa 18. yüzyılda Fransız Fourıer herhangi bir modelin ne kadar kompleks olursa olsun basit dalgalarla ifade edilebileceğini ve bu formların orijinal modele dönüştürülebileceğini metamatik olarak ispatlamıştı.
Bunu tv kameralarının görüntüyü eloktromanyetik frekanslara, tv cihazının da bu frekansları tekrar görüntüye dönüştürmesi şeklinde örnekliyebiliriz. (Fourıer Transforms)
1960 ve 70`lerde birçok araştırmacı görme sisteminin, dalgaların saniyede ne kadar salınım yaptığını saptayan bir frekans analizörü gibi çalıştığını ispatladıklarını Pribram'a söylediler; ve beynin bu işlemde holografik işlev yaptığı görüşüne vardılar.
1976 da Berkeley'de, Russell ve Karen de Valois meseleyi keşfettiler.
Görme merkezi üzerinde yaptıkları çalışmalarda bazı hücrelerin yatay çizgilerin algılanmasında, diğer bazı hücrelerin de dikey çizgilerin algılanmasında devreye girdiklerini buldular; karakter algılayıcı dedikleri çok özel hücrelerin bizim göresel olarak algıladığımız dünyayı gösterdiğini belirttiler.
Deneyi ispatlamak için de Fourier denklemlerini kullanarak örnekleri dalga formlarına çevirdiler ve beyin hücrelerini kontrol ettiler. Buldukları, beyin hücrelerinin orijinal örneğe, değişik Fourier denklemlerine uygun tepki gösterdikleri idi.
Dostları ilə paylaş: |