304
BİLİNMEYEN OSMANLI
BILINMr™*/'1» :
ve vatanın sahipleri sahipsiz olarak yâd ellere gönderildi. Dünyanın çeşitli yerlerine giden Hânedân'ın çoğunlukla Beyrut ve Fransa'nın Nice şehrini tercih ettikleri ve sonra da Kahire ve İskenderiye'ye geldikleri görülmektedir. Halife Abdülmecid, sıkıntı ve yokluklar içinde 23 Ağustos 1944 tarihinde Paris'de vefat etti. Vasiyetine rağmen cenazesi kabul edilmeyince, Paris'de 10 yıl bekledi ve sonra da Medine'de Harem-i Şerife defn edildi. Son oturduğu evde kira ile ikamet ediyordu.
KADIN EFENDİLERİ: 1-Şeh-süvâr Baş Kadın Efendi. 2- Hayrünnisâ İkinci Kadın Efendi. 3- Atıyye Mehistî III. Kadın Efendi. 4- Bihrûz 4. Kadın Efendi. ÇOCUKLARI: 1-Fârûk Efendi. 2- Hatice Hayriyye Dürr-i Şehvâr Sultân177.
tân, N-Osmanuyıu vu
182. Ohısi duju
181. Osmanlı Hanedanı, daha sonra ne zaman anayurtlarına dönme imkânlarını elde etmişlerdir ve şu anda yaşayan Osmanlı Şehzadeleri var mıdır?
Osmanlı Hanedanı, Türkiye dışına ihrâc edilince, aslında Müslüman bir ülke olan Mısır'a gitmek istediler; ancak Melik Fuad onları kabul etmedi. Bunun üzerine Beyrut ve Fransa'nın Nice Şehrini tercih ettiler. Ancak bir kısmı da Amerika'ya gitti. İngiltere ve Almanya'ya kimse gitmek istemedi. Sonradan Kahire ve İskenderiye'de kısmen toplandılar. Ancak önemli bir kısmı da, Halife Abdülmecid dahil olmak üzere, Paris ve Nice'd e kaldılar.
Anavatanlarına dönme noktasında, maalesef Cumhuriyet Hükümetleri ve özellikle de Halk Partisi çok cimri davrandı ve onların gölgelerinden bile korkuyordu. Ancak 1950'de demokrasinin doğum sancıları başlayınca, bu konuda ilk adımlar atılmaya başlandı. Olayların gelişimi şöyledir: 1939'da Enver Paşa'nın sultan-zâde çocukları ve iki hanım sultân Türkiye'ye kabul edildiler. Zira ne de olsa İttihâdcılarm çocuklarıydılar. 25 Mart 1949 tarihli Kanun ile sadece karı veya kocaları vefat edip de çocukları olmayan Şehzade Zevceleri ve Damadlar Türkiye'ye kabul edildi. 16 Haziran 1952'de Şehzadeler dışındaki bütün Hanedan üyeleri, Demokrat Partinin gayretleriyle Türkiye'ye kabul edildiler. 1974'de yani tam 50 yıl sonra Osmanlı Şehzadeleri de Türkiye'ye dönebilme imkânlarını elde ettiler. Hanedan mensuplarının Türkiye'den transit vize ile turist olarak geçmeleri bile yasaktı.
Kısaca Osmanlı Hanedanı, 1231'den 3 Mart 1924'e kadar bu memlekette 693 yıl hâkim olmuşlar; 407,5 yıl halifelik yapmışlardır. Bu kadar hizmetlerinin karşılığı olarak da, tam 50 yıl büyük sıkıntılar içinde sürgün hayatı yaşamışlardır. 1924'de alınan haksız sürgün kararı ile, 37 Şehzade ile 42 Sultân yani toplam 79 Hanedan üyesi; 15 Kadınefendi, 16 Sultân-zâde, 15 Hanım Sultân, 20 Damad ve 40 Hanımefendi olmak üzere toplam 106 Hanedan mensubu yani toplam 185 kişilik Osmanlı Hanedanı Türkiye dışına çıkarılmıştır.
Şu anda hayatta olan Hanedan mensuplarından Sultân Abdülhamid'in torunlarından Nisan 1999'a kadar yaşadığını bildiğimiz Mehmed Orhan (Hanedan Reisi), Osman Nami Osmanoğlu (Kızı Ayşe Âdile Osmanoğlu) ve Sâtıa Turan; Abdülmecid Efendi'nin kızı Dürrüşehvar Sultân (Berar Prensesi); Sultân Vahidüddin'in torunları Neslişah Sul-
parça!, içinde sın ise,î yazlar S kunun ı Osmanlı t olarak kul Osms Fâtih! Venedikli Devlel yon alan! kapitüfas kapitffli Devrinde d metgâh i vergi mm! hakkına s ticarî etmişti
Ka( istiyoruz..!
arasını tabiiyi kona
görütüv: Ağustos i| lar, Taııil temas::'|
177 Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 676-679; Devletler ve Hanedanlar, c. II, sh. 346-353.
Murad,y.1 11.
BİLİNMEYEN OSMANLI
305
tân, Necla Sultân ve Hümeyra Hanımsultân; Sultân Reşâd'ın torunu Emine Mukbile Osmanoğlu ve Abdülmecid'in torunu Ahmed Kemâleddin Keredin özellikle zikr edilebilir178.
182. Osmanlı Devleti'ni yıkan sebeplerden birinin de kapitülasyonlar olduğu söylenmektedir. Kapitülasyonlar ne demektir ve İslama uygun mudur?
Sözlükte, kapitülasyon, savaş sonunda bir düşman kuvvetin belirli bir toprak parçasının teslimi için yapılan anlaşma yahut bir devletin diğer bir devletin sınırları içinde bulunan vatandaşları hakkında kazaî yetki imtiyazları tanıyan antlaşmalar manâsını ifade eder. Fâtih devrinden itibaren başlayan Osmanlı Devletindeki kapitülasyonlar ise, devletin güçlü olduğu dönemlerde, dost ülkelere verilen siyasî, adlî ve malî imtiyazlar fermanı mahiyetindedirler. Bu dönemde kapitülasyonlar İslâm devletler hukukunun sınırları içinde kalmıştır. Devletin zayıfladığı dönemlerde ise, kapitülasyonlar Osmanlı Devleti üzerinde zimmî ve müste'menlerin hakları konusunda bir baskı aracı olarak kullanılmış ve demoklesin kılıcı haline gelmiştir.
Osmanlılardan ticarî ve siyasî imtiyazları yani ilk kapitülasyonları elde edenler ise, Fâtih Sultân Mehmed'den konu ile ilgili 1454 tarihli Nişân-ı Hümâyûnunu alan Venediklilerdir. 1535'de Kanunî tarafından Fransızlara verilen imtiyazlar ise, Osmanlı Devleti'nin en büyük imtiyaz muâhedesidir. Gerçekten Osmanlı Devleti'nden kapitülasyon alan devletlerin başında 1535 tarihli mukaddes yerlerin kurulması hakkını veren kapitülasyonla Fransa ve Katolik din adamlarının ibadet hürriyeti ile alâkalı 1617 tarihli kapitülasyonla Avusturya gelmektedir. Bu kapitülasyonlar, 1740 tarihinde I. Mahmûd Devrinde daha da genişletilmiş ve konsoloslara şu imtiyazlar tanınmıştır: Şahıs ve ikâmetgâh dokunulmazlığı; ceza ve hukuk davalarında mahallî yargıya bağlı olmamaları; vergi muafiyeti; elçilerin sahip olduğu protokol hakları; kendi tebaları üzerinde yargı hakkına sahip olmaları. İlk dönemlerde yabancılara lütuf olarak verilen bu siyasî ve ticarî imtiyazlar yani kapitülasyonlar, sonradan Osmanlı Devleti için problem teşkil etmiştir. Zira imtiyazlar, daima tek taraflı olarak işlemiştir.
Kapitülasyonlarla sağlanan imtiyazlardan özellikle adlî imtiyazlara dikkat çekmek istiyoruz. Adlî imtiyazlar özellikle konsoloslara tanınmıştır. Aynı tabiiyetteki yabancılar arasındaki ceza davaları kendi konsolosluklarında^ mahkemelerinde görülüyordu. Ayrı tabiiyetteki yabancıların ceza davaları ise Türk mahkemelerinde görülüyor idiyse de, konsoloslukların tercüman bulundurması şarttı. Hukuk davaları da konsolosluklarda görülüyordu. Bunlar İslâm hukukunun tanıdığı hak ve yetkiler ile teyid ediliyordu. 26 Ağustos 1914'de Osmanlı Devleti tarafından tek taraflı olarak ilga edilen kapitülasyonlar, Tanzîmât sonrası dalgalanmaların birinci sebebini teşkil ettiğinden burada kısaca temas ettik.
Batılı devletler, Osmanlı ülkesindeki zimmîlerin hukukî statüsüne antlaşmalarla da müdahale etmekten kaçınmamışlardır. Ruslara Ortodoks zimmîleri himaye hakk veren
178 Öztuna, Osmanlı Devleti Tarihi, c. I, sh. 677-679; Devletler ve Hanedanlar, c. II, sh. 407-422; Bardakçı, Murad, Son Osmanlılar, Osmanlı Hanedanının Sürgün ve Miras Öyküsü, İstanbul 1992, sh. 167-218; Şahbaba, 10-
11. ¦ ¦ ;.. •¦> ..-.-¦
306
BİLİNMEYEN OSMANLI
1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşmasını ve Katoliklerin dinî hayatının korunması toplacç ı
arzusunu taşıyan Rusya ile yapılan dostluk antlaşmalarını buna misâl olarak zikredebili- ayff- • ai
riz179. Adâ-c
t
183. Osmanlı Devleti'nin duraklama, gerileme ve yıkılış sebeplerini kısaca özetler misiniz?
Osmanlı Devleti'nin duraklama, gerileme ve yıkılış sebepleri, onları zaferden zafere koşturan sebeplerin ortadan kalkışıdır. Bunlar, Osmanlı tarihlerinde, kanunnamelerde, adâletnâmelerde ve siyâsetnâmelerde açıklanmıştır. Biz, özet halinde önemli olanları zikredeceğiz. Ancak şunu ifade etmek gerekiyor ki, her ne kadar, Osmanlı tarihçileri, devletin duraklamasını ve gerilemesini, III. Murad devrinden başlatıyorlarsa da, doğru olan, Osmanlı Devleti'nin Kanuni'nin son zamanlarında duraklamaya başlamış olduğudur. Nitekim Koçi Bey de bu noktayı vurgulamaktadır. Şimdi sebeplere geçelim.
1) Osmanlı Devleti'ni zaferden zafere koşturan i'lây-ı kelimetullah ruhu zayıflamış; İslama sımsıkı sarılma yerine, ondan uzaklaşma; rızây-ı ilahî yerine mal ve makam elde etme gibi dünyevî talepler birinci plana alınmıştır. Bunun neticesi olarak, her alanda çürüme ve dağılma süreci başlamıştır. Viyana'da Avrupa'nın en güçlü ve düzenli ordusu olduğu inkâr edilemeyen Merzifonlu'nun askeri, Allah için gaza yapmayı değil, gayr-i müslimlerden ganimet elde etmeyi birinci derecede düşünür olmuş; ganimet toplama derdine düşen asker düşman tarafından gafil avlanarak perişan edilmiştir. Aynı durumu, III. Selim devrindeki Nizâm-ı Cedid tartışmalarında da görüyoruz. Nizâm-ı Cedid adı altında devleti ıslâh etmek isteyenlerin dahi, kayık gezileri ve boğaz safaları ile, Nizâm-ı Cedid için toplanan paraları kendi zevkleri için harcamaları tarihçe çok iyi bilinmektedir. Hedef Allah rızası ve fazilet değil, menfaat olmaya başlamıştır. Tanzîmât hareketiyle yara teşhis edilmişse de, iyileştirici değil yarayı azdırıcı reçeteler uygulanmıştır. Abdülaziz'i katleden Mithad Paşalar ve Abdülhamid'i hal' eden İttihâdcılar, tam manasıyla bir menfaat şebekesi halinde çalışmışlardır. Zaten II. Mahmûd'dan itibaren i'lây-ı kelimetullah değil, sadece adı bulunan adalet, hukuk, mü-sâvât ve hürriyet gibi kavramlar, yenileşmenin ruhu olurken, İslâmî hayattan hızla Avrupaî hayata kayma başlamıştır. 1908'de II. Abdülhamid'in ittihâd-ı İslâm felsefesini yıkmaya çalışan İttihâdcılar, 1913'lerde Ziya Gökalp'ın dahi tenkid edeceği kadar dinden ve imandan uzak bir Turancılık fikrine saplanmışlardır. Neticesi, koca Osmanlı Devleti'nin kısa zamanda parça parça olmasıdır. Bunun acı misâlleri çoktur.
Kısaca, şer'-i şerif ve kanun-ı münifden ayrılma, devletin her alanında gerileme ve çözülmeleri meydana getirmiştir.
2) Osmanlı hukuk sistemi, müslim-gayr-i müslim bütün re'âyânın haklarını koruyamayacak kadar bozulmaya; adaletin yerini zulüm; hukukî hükümlerin yerini bazı devlet adamlarının emirleri almaya ve kısaca her alanda adalet yerine baskı rejimi kendini hissettirmeye başlamıştır. Böylece adaletin bir şemsiye gibi devletin etrafında
tirrj
top s
ItfTŞ i
ye',
rı!"<
de.a m. i:
IMjlİ
179 Mecmûa-i Muâhedât, C. 1, sh: 14 vd.; Düstur, II. Ter. VI/1273; Karakoç, Külliyât-ı Kavânin, Dosya nr. l'deki orjinal belgeler; Mehmed Cemil, 178 vd.; Reşad Ekrem, Osmanlı Muahedeleri, Kapitülasyonlar, İstanbul 1931, sh. 135 vd.; Çelikel, Aysel, Yabancılar Hukuku Dersleri, İstanbul 1983, 44 vd.; Cin-Akgündüz, Türk Hukuk Tarihi, c. II, OSAV, sh. 355.
BİLİNMEYEN OSMANLI
307
topladığı insanlar, gruplar halinde devletten uzaklaşmaya başlamışlardır. Bu hukuka aykırılık öyle bir hal almıştır ki, bazı Osmanlı Padişahları, kanunlara uyulması yolunda Adâletnâme denilen yazılı kararlar neşretmeye başlamıştır. Ancak bunların da yararlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Rüstem Paşa ile başladığı iddia edilen rüşvetle iş yapma virüsü, Sadrazamları cumhurun işlerini göremez hale getirmiştir; il yazıcıları tımarları liyakata göre değil, yapılan dalkavukluğa göre tefvîz eder olmuştur; yeniçeri teşkilâtının temelini teşkil eden acemi oğlanı devşirme usulü, devşirme kanununa göre yapılmak yerine zorla ve zulümle çocukların alınması şekline dönüşmüştür; iş erleri, kadılar ile halkın arasına girerek mahkemeleri adalet yerine zulmün mekânları haline getirmişlerdir; kadılar ve beyler gibi devlet memurları, iltizâm ile veya başka yollarla aldıkları mansıp ve makamları, verdikleri sözleri yerine getirebilmek için zulümle para toplanan kasalar haline sokmuşlardır. Osmanlı Devleti'nin cephelerde arka arkaya sıkıntılara maruz kalması, hazinenin malî krize girmesi ve devlet adamlarının ehil olmayanlardan seçilmesi ve benzeri sebeplerle, hukuk devleti anlayışını devam ettirememesi, vilâyetlerdeki valilerini ve sancaklardaki mutasarrıflarını ihmâle ve gevşekliğe itmiştir. Valiler ve mutasarrıflar, bazan tayin edildikleri yerlere gitmeden kendi adlarına yetkili kıldıkları mütesellimler ve yargı konusunda yetkili olan voyvodalarla işi yürütmeye başlamışlardır. Devletin hukukî ve idari açıdan zaafa uğramasından dolayı, vilâyetlerde ve sancaklarda idareyi ele geçiren; hatta bazı yerlerde devletin kendilerini vali veya mutasarrıf olarak tayin ettiği yerli idareciler yani, Rumeli'de a'yânlar ve Anadolu'da ise genellikle derebeyleri türemiştir. Bunların da 1700-1800 yılları arasında tam bir zulüm idaresi tesis ettiklerini maalesef bilmeyen yoktur.
3) Osmanlı Devleti'ni geri bırakan ve hatta yıkan sebeplerin biri de devletteki ilmiye sınıfının bozulmasıdır. İlmin yerini cehaletin alması, Osmanlı Devleti'ni batırmıştır. İlmiye sınıfının bozulmasını üç şekilde anlamak lâzımdır:
Birincisi; Tıpkı günümüzde olduğu gibi, II. Selim'den itibaren Osmanlı Devleti'nde de, ilim makam ve unvanları ehil olmayanların ellerine geçmeye başlamıştır. II. Selim'e kadar, Osmanlı Devleti'nde ilmin milleti ve sınırı yoktur. Kahire, Tebriz, Bağdad, Venedik veya Paris'te herhangi bir dalda uzman olan bir âlim, Osmanlı ilmiye müesseselerinde en yüksek makama namzeddir. Fahreddin Acemi'ler, Emir Sultân Buhari'leri, Herevîler ve benzeri simalar bunun misâllerini teşkil ederler. Halbuki II. Selim'den itibaren ilmî rütbe ve makamların, az da olsa, rüşvetle ve iltimasla elde edilmesi, ilmiye müesseselerini mahvetmiştir. III. Mehmed, "Dünyada sözü doğru ve hak tanır bir adam bulamadım" mealindeki ifadesini Şöyle açıklamaktadır: "Şeyhülislâm Bostan-zâde Efendi'ye iltifat eyledim; derhal bir câhil kardeşini Rumeli Kazaskeri yaptı ve yine bir cahil gence Selanik Kadılığını verdi. Sonra babamın hocası Sa'deddin'de doğruluk ve hak bilirlik ümit eyledim; derhal o da bir genç oğlunu Anadolu Kazaskerliğine ve birini de Edirne Kadılığına arz edip mevâlî ve ulemâ arasında beni bednam ve kendisini rüsvay eyledi". Bu ifadeler, tam doğru ve mevsuk olmasa bile, II. Selim'den itibaren beşik ulemâsı gibi tabirlerin yayılması, 1006 tarihli İlmiye Kanunnâmesinde bazı suiistimallerin zikredilmesi boşa değildir.
İkincisi; İlmiye sınıfının ikinci bozuluşu, ehliyet ile birlikte ilmin kalitesinin düşmesidir. Elimizde Fâtih Medreselerinde okutulan ders kitapları da, II. Selim'den sonra okutulan ders kitapları da bulunmaktadır. Hem muhteva ve hem de ihtisas açısından aralarında dağlar kadar farklar bulunmaktadır. Tıp alanında Fâtih Medreselerinde İbn-i
308
BİLİNMEYEN OSMANLI
BİUNMEVt1.
Sina'nın El-Kanun Fît-Tıb adlı eseri okutulurken daha sonraları bu seviye 200 sayfalık El-Hidâye (Fıkıhtaki Hidaye değil) isimli kitaba kadar düşmüştür; kelam ve felsefede yükseliş dönemlerinde Şerh-i Mevâkıf, Şerh-i Makasıd ve Tavâli' Şerhi gibi dev eserler okutulurken, daha sonraları Şerh-i Akaid'lere düşülmüştür. Önceleri İbn-i Rüşd, İmam Gazali ve İbn-i Sina'yı tartışan Osmanlı âlimleri artık müsbet ilimlerin okutulup okutulmayacağım tartışmaya başlamıştır.
Üçüncüsü; Bizi dünya rahatından ve gayr-i müslimleri de ahiret saadetinden mahrum eden bir hal de, maalesef bazı ilimden nasibi az olanların ve ehliyetsiz âlimlerin etkisiyle, İslâmiyetin zahirî bazı nasslarıyla ilmin meseleleri arasında sanki bir tezat var olduğunun sanılmasıdır. Halbuki İslâmiyet bütün fenlerin efendisi, gerçek ilimlerin babası, kaynağı ve reisidir. Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve evlad pederine nasıl düşman olabilir? İmam-ı Şafii'nin ve Fahruddin-i Râzi'nin eserlerinde halledilmiş olan yerküresinin yuvarlaklığı mevzuunu, Avrupa'daki bazı yanlış inançların etkisiyle kabul etmeyen bazı hocalar çıkabilmiş ve bu yüzden İslâmiyet çok şey kaybetmiştir. Kâdî-zâde ile Sivâsî arasındaki tartışmalar, bu acı sahnelerden bazılarıdır. İstanbul Rasadhânesinin yıkılması için uğraşan bazı âlimleri de bu gruba sokmak gerekmektedir.
İlmin yerini cehaletin aldığı bütün devletler yıkılmaya mahkûm olduğu gibi, Osmanlı Devleti de kendi yıkılışını bunlarla hazırlamıştır. Artık dünyada bilim adamlarının hicret ettiği bir devlet değil; medrese talebeleri arasında çok basit meselelerin tartışıldığı bir Osmanlı Medresesi söz konusudur. İlmiye mensuplarının bozulması, Osmanlı Devleti'ndeki eğitim ve yargı sistemini de doğrudan etkileme başlamıştır. Ayrıca Avrupa'daki sanayileşme ve makinalaşma da yeteri kadar bize ulaştırılamamıştır.
4) Devleti ayakta tutan para sisteminde sarsıntılar meydana gelmeye başlamış ve Kanuni zamanına kadar altın veya gümüş olan Osmanlı parası, III. Murad zamanından itibaren mağşuş yani ayarı bozuk para haline gelmiştir. Akçenin değerindeki bu kararsızlık malî alanda olumsuz etkiler yapmaya başlamıştır. Yani asker ve memurların maaşları yetmemeye; satubazarda kullanılan akçe ile re'âyânın alım gücü düşmeye; parasının değeri azalan ve masraflarını karşılayamayan devlet ise, tekâlif-i divâniyye adıyla yeni ve bazan da haksız vergiler koymaya başlamıştır. Hatta 1589 yılında meydana gelen Beylerbeyi Vak'ası'nın bir diğer adı da akçe ihtilâlidir. Artık devlet hazinesi boşalmaya ve gittikçe artan savaş ve maaş masraflarını karşılayamamaya başlamıştır. Devletin geliri arttırmak için aldığı her tedbir, devlet ile re'âyâ arasını soğutmaya sebep olmuştur. Para kıtlığı, her açıdan devletin kurumları üzerinde olumsuz etkiler meydana getirmiştir. Neticede Osmanlı pazarlarında Avrupa yapısı mallar artmaya, fiyatların artışı koşmaya; iltizâm ve benzeri vergi toplama yollarında yolsuzluklar çoğalmaya ve nihayet sosyal düzen bozulmaya başlamıştır. Devlete olan vergi borcunu ödeyemeyen çiftçiler artınca çiftini terk ederek kaçan çift-bozanlar çoğalmaya başlamış; işsiz ve evsiz kalan levendler, Celâlî isyanlarına sermaye haline gelmenin yanında şehir hayatını mahveder olmuş; boş kalan insanlar şurada burada türeyen umut taciri Molla Kâbız, Oğlan Şeyh ve benzeri fikri bozukların âleti olarak kullanılmış; boş ve işsiz levendlerin artması, XVIII. yüzyılda isyanları arttırmıştır.
5) Dinî hayattaki zayıflama, Hazinenin ve halkın fakirliğine rağmen israf ve sefâheti celb etmiştir. Sefâhet ve israf da Osmanlı Devleti'ni kemire kemire bitirmiştir. Lale devrindeki helva sohbetleri, daha sonraki dönemde bir türlü önlenemeyen Kayık safaları, III. Selim zamanındaki Nizâm-ı Cedid adına toplanan paraların ciddi anlamda
eğlence' belli srr rin Dar" ve ruşve
dır. Viya
VakV Hüsey-isyan,-'
6j-nuşt/
Bfrırcrl 6.00C i sonra «• sınaa secep ;•
SUı'StT!"
rra<,:"
İtt
muş
(18i
buı riisvı
BİLİNMEYEN OSMANLI
309
eğlencelere sarfı; Tanzimat'ı takip eden günlerde dans, balo ve müziğin her çeşidinin, belli sınırlar içinde Osmanlı toplum hayatına girmesi, Osmanlı Devleti'ni yıkan sebeplerin başında gelmektedir. Helal kazanç sefahete yetmeyince, devlet adamları suiistimal ve rüşvete; kabadayılar soyguna ve masum halk tabakaları da bedduaya başlamışlardır. Viyana bozgununun ardında israf ve sefâhet bulunduğu gibi, Patrona Halil isyanının arkasında da Lale devrinin keyif ve safaları yatmaktadır. Kabakçı ve Alemdar Vak'aları'nın sebebi Nizâm-ı Cedidcilerin şer'-i şerifin dışına çıkmaları olduğu gibi, Şerif Hüseyin'in başını çektiği Arap İsyanının ve Esad Toptanî'nin başını çektiği Arnavud isyanının sebebi de İttihâdcıların gayr-i meşru dairedeki hayatlarıdır.
6) Askerin bozulmasıdır. Devleti ayakta tutan Osmanlı askeri iki açıdan bozulmuştur:
Birincisi; Askerin eğitiminin ve ahlakının bozulmasıdır. Yeniçeri ocağı, sayıları 6.000 ila 12.000 aded arasında iken yüzlerce zaferlere imza atmasına rağmen, daha sonra Yeniçeri Kanunnâmesinden öğrendiğimize göre, sayıları 60.000 ila 120.000 arasında dolaşmasına rağmen zafer kazanmaya değil, devletin başına bela açılmasına sebep olmaya başlamıştır. Yeniçeri Kanunnâmesinde ahlaklarının bozulması ve çeşitli suiistimallerle Yeniçeri Ocağına alınmayla alakalı hükümler, okuyanlara devletin yıkılmak üzere olduğu fikrini açıkça vermektedir. III. Selim zamanındaki Nizâm-ı Cedid arayışları sadece şekilde kalmış ve askerin itaatli ve ahlaklı olması meselesi ihmal edilmiştir. II. Mahmûd, Vak'a-ı Hayriye diyerek Yeniçeriyi lağvetmiş ise de, yeni teşkil ettiği askere mehter yerine tranpet çalmayı ilerleme kabul edecek kadar işin ruhundan u-zaklaştığından dolayı istenen başarıyı elde edememiştir. Balkan Savaşının kaybedilmesine tek sebep, askerin vasıfsızlığıdır demek maalesef mümkündür.
İkincisi; Askerin siyâsete karışmasıdır. II. Osman zamanına kadar da Osmanlı ordusu arada sırada iç siyâsetde rol oynamıştır. Ancak askerin siyâsete doğrudan müdahalesi II. Osman olayı ile müşahhas hale gelmiştir. IV. Murad zamanındaki olaylar bu mahiyetteki olaylardır. Askerin siyâsetin içine girmesi, Patrona Halil isyanı ile iyice belirgin hale gelmiştir. III. Selim'in şehid edilişi de bu yanlış hareketin acı meyvelerin-dendir. Ancak Osmanlı tarihinde devleti yıkan asıl hareket, Abdülaziz'in askerler tarafından şehid edilmesidir. O tarihten Osmanlı Devleti'nin yıkılmasına kadar (II. Abdülhamid'in hâkim olduğu dönemler hariç) asker tamamen siyâsetin içindedir. Bu yüzden 93 harbi kaybedilmiştir, Berlin Muahedesinin sebebi bu acı olaydır. 1908'de İttihâdcılar iş başına gelince ve özellikle de Posta Memuru Tal'at Bey Sadrazam Tal'at Paşa olunca, askerin siyâsete girmesi dozunu arttırmış ve denilebilir ki, Balkan mağlu-biyetindeki İttihada ve Halaskar tartışması Osmanlı Devleti'nin yıkılışına sebep olmuştur.
7) Osmanlı Devleti'ni yıkan sebeplerden biri de, devlet görevlerinin ehil olmayanlara, rüşvet ve iltimas ile verilmesi hadisesidir. .
Ehliyetsiz kişilerin hatır-gönül hesabıyla devlet hizmetlerinde istihdamı, Osmanlı Devleti'ni çökerten en önemli sebepler arasında yer almıştır. Bu içler acısı yıkılışı, gayr-i müslim ve Hollandalı bir hukukçunun dilinden dinlemek, insan için daha acı oluyor (1897'de söylüyor):
"İslâmiyet, Osmanlı Devleti'nde şimdiye kadar uygulandığı gibi, şimdi de tatbik olunsaydı, bu memleket 20. asrın başından beri düçâr olduğu felâketlere düşmezdi. Adalet yok, kadılar rüşvetçi, müftüler câhil oldular. Bu hâl ve hareket, sarayında oturan Padişah'ı da rahatsız etti.
310
BİLİNMEYEN OSMANLI
BİLİNMEYEN OSM!"
Memurların irtikâb ve sû-i istimalleri ve her yerde meydana gelen karışıklıklar, Osmanlı Devleti'-nin yıkılışını ve Hilâl-i Muhammedi'nin batışını gösteriyordu. Bunun için Tanzimat'a sarıldılar. Bu kötülüklerin kaynağını, biz Avrupalılardın telkini ile dinleri zannetmeye başladılar. Oysa ki, kabahat din-i Muhammedide değil, devletin ehil olmayan ellere düşmesindedir. "
Buna misâl olarak, sadece ve sadece İttihâdcılar tarafından Posta Memuru Tal'at Bey'in Sadrazam Tal'at Paşa haline getirilmesi yeter kanaatindeyim.
8) Osmanlı Devleti'nin yıkılış sebepleri arasında yer alan kadınlar saltanatı meselesini ve Kösem Sultân'ları bir asra yakın devleti idare etme arzularını, ayrı bir soru halinde işlediğimizden, burada kısa kesiyoruz.
Osmanlı Devleti ve onu idare eden devlet adamları ile idare edilen halk, yukarıdaki sebepler neticesinde rüşvet, suiistimal, tembellik ve başıbozukluğun acı meyvesi olan ümitsizliğe kapılmışlar; akan zaman nehrine ayak uyduramamışlardır. Kader-i ilahî de, kötülükleri iyiliklerine galebe çalınca, bu uzun ömürlü İslâm Devleti'nin yıkılmasına hükmetmiştir180.
Medeni Kanı,-. Efendi ve Şe.v» Efgâni'nin de -= ^
Burada„: düşmanı der* localara kap: >:*^ olarak kabul K -^ çünciis" ti'ni nav
184. Osmanlı Devleti'nin yıkılışını hazırlayan İttihâdcı kadronun çoğunlukla mason oldukları ve bu sebeple de dış güçlerin kuklası haline geldikleri söylenmektedir. Bu iddia doğru mudur ve kimler masondur?
Bu zamana kadar gizliliğini koruyan Mason Teşkilatının özelliği sebebiyle, bu tür iddialar kolay isbat edilemiyor ve her şahsın masonluk belgesinin ortaya konması gerekiyordu. Ancak Mayıs 1999'da Masonlar, Osmanlı Devleti zamanından beri localarına üye olan ünlü kişileri deşifre ettiklerinden dolayı, bu gün bunların kimler olduğunu daha rahat öğrenebiliyoruz. Baştan önemle ifade edelim ki, Mason Localarının açıkladığı bu listelere de tam inanmamak gerekiyor. Zira propaganda gayesiyle bu listeleri abartıyor olabilirler. Gâzî Osman Paşa'nın bu listeye alınması gibi. İşte verilen listeden bazı şahsiyetler:
Padişah, Devlet Adamları ve Askerler: V. Murad, Şehzade Kemâleddin Efendi, Şehzade Nureddin Efendi, Mustafa Reşid Paşa, Keçeci-zâde Fuad Paşa, Mithad Paşa, İttihâdcıların üçlüsünden Sadrazam Tal'at Paşa ve Bahriye Nâzın Cemal Paşa, Maliye Nâzın Cavid Bey ve Gâz? Osman Paşa. Önemle ifade edelim ki, listede Enver Paşa yoktur. Zira Enver Paşa, samimi bir dindar Osmanlı Paşasıdır. Gâzî Osman Paşa'nın bulunması ise, bizi de şaşırtmıştır.
Dostları ilə paylaş: |