Ahmet Akgündüz Bilinmeyen Osmanlı



Yüklə 3,77 Mb.
səhifə5/83
tarix12.01.2019
ölçüsü3,77 Mb.
#95873
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   83

Osmanlı Devleti'nin örnek aldığı devlet, çeşitli milletlerin elinde gelişip büyüyen İslâm Devletidir. Bilindiği üzere, her şeyde olduğu gibi siyasî, hukukî ve askerî bir teşkilât olan devletin gelişmesinde de tedrîcilik esastır. Her şey gibi İslâm devleti de basitten daha mükemmele doğru gelişmiştir. Hz. Peygamber kendi devrinde yasama, yürütme ve yargının başıdır. İlk yazılı anayasayı kendisi hazırladığı gibi, ihtiyaçlara göre devlet teşkilâtını da kurabilmiştir. Kur'ân'ı ve önemli belgeleri kaleme alan vahiy kâtiplerinin tesbiti, kendisine danışmanlık yapan kimselerin tayin edilmesi, vergi tahsili için âmillerin (vergi memurlarının) çevreye gönderilmesi, belli merkezlere kadı tayini yapılması ve benzeri hususlar, Asr-ı Sa'âdette de önemli bir devlet teşkilâtının bulunduğunu göstermektedir.

Hz. Ömer zamanında devletin malî ve askerî meselelerinin yürütülmesi için, Sasânî devletinde bulunan divan sisteminin benimsenmesi, İslâm devlet teşkilâtında önemli bir gelişme olmuştur. Eski Türk kurultay ananesinin de tesiriyle, bütün Müslüman Türk Devletlerinde devlet merkezinde bulunan ve devletin işlerini birinci derecede görmeye yetkili kılınan bir divan, daima bulunmuştur.

İdarî teşkilâtın oturması Abbasîlerde mümkün olmuştur. Abbasî Devletinin idarî teşkilâtı, kendisinden sonraki bütün İslâm devletlerini ve özellikle de Osmanlı Devleti'ni ciddi manada etkilemiştir. Bazı ifade değişiklikleri dışında, Divan-ı Hümâyûn'un da, Kazaskerlik müessesesinin de, eyâlet sisteminin de, başta Abbasî Devleti olmak üzere Müslüman devletlerden alındığı kesindir.

B) İslâm Hukuku, Kur'ân ve Sünnet'in esaslarına aykırı olmamak şartıyla, diğer devletlerin idarî teşkilâtlarının ve askerî-malî kanunlarının Müslüman devletler tarafından alınmasında beis görmemiştir. Selmân-ı Fârisi'nin tavsiyesi üzerine Divan sisteminin Sasanîlerden alınması ve Hz. Ömer'in İran'daki bazı vergilerin, mahiyetleri şerl hükümlere aykırı olmamak şartıyla aynen bırakılmasını emretmesi bunun en müşahhas misâlidir. Nitekim İslâm Hukukunun kaynaklarından biri de, Şerâ'iu Men Kablenâ yani eski hukuk sistemleridir. Bu manada, Osmanlı Devleti'nin Bizans'a ait muhâberât sisteminden yararlanmış olması; sorguçlar, solaklar ve peykler gibi bazı giyim ve protokol kurallarının Bizans'tan ilham alınarak düzenlenmiş bulunması; Sırbistan'ı fethettiklerinde, "mirî arazi üzerindeki madenlerin işletme esasları ülü'l-emr tarafından tanzim olunur" şer'î hükmüne uyularak, eski Sırp Kanunlarının tadil edilerek kabul edilmesi, hep bu esasların bir meyvesidir. Bu uygulamalar, Osmanlı Devleti'nin hukuk ve devlet teşkilâtını Bizans'tan aynen aldığı manasına da gelmemektedir.

Özellikle bazı örfî vergilerin Bizans yahut bir başka devletten alınması ise, İslâm'ın esaslarına uymak şartıyla, İslâm Hukuku tarafından caiz görülmektedir. Kaldı ki, bu iktibas iddiaları da doğru değildir. Hele hele öşür vergisinin Bizans'tan alındığını iddia etmek, İslâm Hukukundan haberdar olmamak demektir.

C) Tamamen faraziyeler halinde kalan ve ama ispat edilmiş mesele olarak takdim edilen bu görüşlerin aksine, Osmanlı Devleti'nin müesseseleri, Bizans'tan değil, eski İslâm Devletlerinden, İslâm'a aykırı olmamak şartıyla eski Türk Devletlerinden ve özellikle de Anadolu Selçuklu Devleti ila Anadolu Beylikleri'nin siyasî ve idarî teşkilâtından ve ayrıca Moğol asıllı Müslüman devletlerin, mesela İlhanlı Devleti'nin müesseselerinden

ciddi manada etkilenmiştir. A gördüğü yeni bir müesseseyi I Mülk'ün Siyâsetnâmesi ile 112 mukayese ederseniz, bu söyleı lirsiniz.

Mesela, Osmanlı mâyûn, Abbasîler'den I rinde bulunan Dlvan'ların devan tefviz makamının sadece olduğu hemen anlaşılacaktı beylerbeyillk usulünü I ti'nde de olduğunu A'şâ'sına havale ediyoruz.f

Nihayet hukuk ılı manii Devleti, İslâm hukıi farklı bir yol izlememiştir,] kitaplarındaki Hanefi muhalif bir görüşü ı mayı bile çok ciddi şekil j ye (ülü'l-emre) içi boş) takip ederek örfi hukuk < kullarının maslahatlarını i lıkları "şer'-l şerif ve I Mültek'al-Ebhur 1648 ve j kodu olarak kabul edilir

Kısaca, Osmanlı I tertip ve tanzim ed Bizans'tan etkilenerek I na-gelen kanun hfikı Osmanlı Devleti'nin I mıştır.

Yapılan incelemek!"»} ğini göstermektedir., Bizans'tan gelmesi İse, ( ve zaten daha ı lâmlaşmış hail diyet

' Başbakanlı Osm*»* nln Osmanlı ^ Nebevlyye, MI, I Sultânlyye, Kah» I Ömer Lütfü, XV, V 1943, sh. IX »d.; 1 İstanbul, 1337, II sh. 1 mi.; t Giriş, İstanbul, t*

BİLİNMEYEN OSMANLI

25

ciddi manada etkilenmiştir. Ancak kendini yenilediği, Bizans veya başka bir devlette gördüğü yeni bir müesseseyi tadil ederek kabul ettiği de bir gerçektir. Eğer Nizâm'ül-Mülk'ün Siyâsetnâmesi ile Uzunçarşılı'nın Osmanlı Devlet Teşkilâtı ile alakalı eserlerini mukayese ederseniz, bu söylenenlerin ne derece doğru olduğunu daha rahat anlayabilirsiniz.



Mesela, Osmanlı Devleti'nin asırlarca en mühim devlet organı olan Divan-ı Hümâyûn, Abbasîler'den itibaren Anadolu Selçuklularına kadar bütün Müslüman devletlerinde bulunan Divan'ların devamıdır; eğer İslâm hukuku eserleri incelenirse, vezâret-i tefvîz makamının sadece isim değişikliğiyle Osmanlı Devleti'ndeki sadrazamlık makamı olduğu hemen anlaşılacaktır. En çok itiraz edilen ve Bizans'tan alındığı iddia edilen iki beylerbeyilik usulünü ise, Anadolu Selçuklularında, Memlüklüler'de ve Altınordu Devle-ti'nde de olduğunu söylemek yeterlidir. Merak edenleri, Kalkaşandî'nin Subh'ül-A'şâ'sına havale ediyoruz.

Nihayet hukuk sistemi ile ilgili olarak da şunları söylemek yerinde olacaktır: Osmanlı Devleti, İslâm hukukunu tatbik hususunda diğer Müslüman Türk Devletlerinden farklı bir yol izlememiştir. İslâm Hukukunun açıkça hüküm vaz' ettiği alanlarda fıkıh kitaplarındaki Hanefi görüşleri esas alınarak uygulamaya gidilmiştir. İslâm Hukukuna muhalif bir görüşü uygulamak şöyle dursun, Hanefi mezhebine aykırı görüşleri uygulamayı bile çok ciddi şekil şartlarına bağlamıştır. Ancak İslâm Hukukunun yüksek otoriteye (ülü'l-emre) içi boş yasama yetkisi tanıdığı sahalarda, belli bir yasama formalitesini takip ederek örfî hukuk diye bilinen kanunnâmeleri de tanzim etmişlerdir. "Allah'ın kullarının maslahatlarını şer' ve kanun üzere" görmüşler, bütün hukukî anlaşmazlıkları "şer'-i şerif ve kanun üzere ahkâm-ı şerife" vererek halletmişlerdir. Zaten Mültek'al-Ebhur 1648 ve 1687 tarihli fermanlarla Osmanlı Devleti'nin resmî hukuk kodu olarak kabul edilmiştir.

Kısaca, Osmanlı Devleti müesseselerinin, İstanbul'un fethinden sonra yeni baştan tertip ve tanzim edildiğini söylemek, tarihî vakıalara terstir. Fâtih Kanunnâmesi de, Bizans'tan etkilenerek hazırlanmış bir Kanunnâme değil; belki o zamana kadar uygula-na-gelen kanun hükümlerinin resmi bir şekilde tedvîn edilmiş bir halidir. Fâtih devrinde Osmanlı Devleti'nin hukuk sistemi veya müesseseleri köklü bir değişikliğe tabi olmamıştır.

Yapılan incelemeler, Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine etki etmediğini göstermektedir. Alay ve efendi gibi bazı tabirlerin yahut bazı giyim tarzlarının Bizans'tan gelmesi ise, daha önce aktardığımız İslâm Hukuku kuralına dayanmaktadır ve zaten daha önceki dönemlerde geçmiştir. Öyleyse, Osmanlı Devleti'ni Bizans'ın İs-lâmlaşmış hali diye takdim etmek, tarihi bilmemek demektir1.

1 Başbakanlı Osmanlı Arşivi, (bundan sonra BA), YEE, nr. 14-1540 sn. 14; Köprülü, Fuad, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İstanbul 1986, sh. 3-199; El-Kettâni, Et Terâtib'ül-İdâriyye Nizâm-u Hükûmetln-Nebeviyye, MI, Rabat, 1346/1296, 1/225 vd.; EI-Ferrâ, Ebû Ya'lâ Muhammed bin El-Hüseyin, El-Ahkâm'üs-Sultâniyye, Kahire 1938, 220 vd.; Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi MTM, c I, sh. 498-500; Krş. Barkan, Ömer Lütfü, XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, İstanbul, 1943, sh. IX vd.; İlmiye Salnamesi, İstanbul, 1334, sh. 316 vd.; Ergin, Osman Nuri, Mecelle-i Umûr-i Belediye, İstanbul, 1337, 1/273 vd.; Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti'nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı, Ankara, 1984, sh. 1 vd.; Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, İstanbul, 1983, 346 vd.; Togan, Zeki Velidi, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul, 1981, 338 vd.

26

BİLİNMEYEN OSMANLI



BİLİNMEYEN OSMANLİ

2. Osmanlı Devleti'nde savaş esas mıdır? Bu devlet harp ile mi gelişmiştir? Böyle bir anlayış İslâm'ın manasına uygun mudur? Osmanlı fetih politikasının hukukî esasları nelerdir?

Bu sorunun cevabını verebilmek için, Osmanlı Hukukunda harbin yani cihadın tarifini ve sebeplerini özetlemek gerekir. Hukukî yönünü ortaya koyduktan sonra, tarihî olaylarla meseleyi izah etmek daha kolay olacaktır.

Osmanlı Hukukunda gaza, cihad ve kıtal gibi kelimelerle ifade edilen harb, değişik şekillerde tarif edilmiştir. Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşmak ve bu uğurda elinden geleni yapmak şeklindeki tarif cihadın umumî tarifidir. Harbin karşılığı olan cihâd ise, İslâm'a davet ve bu daveti kabul etmeyenlerle savaş diye tanımlanmıştır. Bu manada harp, normal zamanlarda Müslüman toplumun dinî görevidir (farz-ı kifâye); düşman İslâm ülkesine hücum ettiği zamanlarda ise savaşa ehil her Müslümanın zaruri görevi haline (farz-ı ayn) gelir. Bu gibi durumlarda nefîr-i âmm (umumî seferberlik) dinî ve zarurî bir görevdir.

Harbin gayesi ile ilgili olarak şunlar söylenebilir: Bilindiği gibi Osmanlı devleti (umumî manâda), vatan ve ırk gibi maddî değerler üzerine değil, manevî değerler ve bütün insanlığın iki dünya mutluluğunu temin etme mefkuresi üzerine kurulmuş bir devlettir. Bu manâda Osmanlı Devleti'nin cihaddan gayesi, bütün insanları zorla Müslüman etmek değildir. Amaç, isteyenlerin İslâm'a girmelerini, istemeyenlerin ise İslâm'ın hâkimiyeti altında huzur ve refah içinde yaşamalarını temindir. Bu yüce gayeye ulaşmak için, son başvurulacak çare cihaddır. Hz. Peygamber'in şu hadisi bunu gayet güzel açıklamaktadır: "Ey insanlar! Düşmanla karşılaşıp savaşmayı arzu etmeyin. Allah'tan afiyet ve huzur dileyin. Düşmanla karşılaşınca da, sabır ve sebat gösterin ve bilin ki, cennet, kılıçların gölgesi altındadır". Kısaca cihadın gayesi, netice itibariyle sulhdur ve tevhid inancının düsturları ile insanlığı daimi bir barışa davettir.

Osmanlı Hukukunda meşru addedilen harplerin gerekçelerini şu haller teşkil eder:

1) İ'lây-ı kelimetullâh veya fî sebilillâh cihâd dedikleri, Allah'ın kelâmını ve dinini yüceltmek için Allah yolunda yapılan savaştır. Bunun içine, aşağıda belirtilen usule riayet etmek şartıyla, İslâm'ın bütün insanlara anlatılması ve davetin dünyadaki herkese yapılması gayesi girdiği gibi, İbn-i Kemal'in yerinde ifadesiyle, saf İslâm inancının sapık inançlardan ve mezheplerden korunması da girmektedir. Nitekim Yavuz'un İran'a karşı ilan ettiği savaş, son sebebe dayanmaktadır. Özellikle yükselme döneminde bazı harplerin, İslâm'ın davetini yaymak için yapıldığını ifade etmek gerekmektedir. İnsanları zorla Müslüman yapmak için savaş yapılmadığı ortadadır. Ölçü şu âyetlerdir: "Fitne ortadan kalkıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerler ise, bilin ki, düşmanlık ancak zâlimlere karşıdır"; "Dinde ikrah ve icbar yoktur". Osmanlı Padişahlarının fethettikleri toprakları, cizye ve haraç vermek şartıyla tekrar eski Hıristiyan idarecilere teslim etmesi, bu dediklerimizin en büyük delilidir. Bu konuda Halil İnalcık Hocamızın Balkanlardaki fetih politikası ile ilgili makalelerine bakılabilir.

2) Düşmanın İslâm toprağını istila etmesi veya tahammül edilemez bir şekilde hareket etmesi halinde, müdafaa harbi yapmak gerekir. Müdafaa, can, aile, din veya vatan için olabilir. Bunu kısaca nefsi müdafaa diye özetlemek mümkündür. Zaten cihada müsaade eden Kur'ân âyeti de buna dikkat çekmektedir: "Artık saldırıya uğrayan

mü'mlnlere zulmedlldljj! I

tamamen sulha tarafta Segedin'e göndermiş id mez, Papa'nın tahrikiyle den haçlı ordular; Kosova Meydan M önemli bir kısmı, Mohaç seferlerin olarak iptal yolı

3) Gayr-I

meleri de meşru I yet altına almak destek olmak

Rodos'un fethi on

ahaliye bile zuln

adada esir tutmu

bir hayata mecb

Macar Valilerinin i

çiler dahi,

den yardım ist

4) Münafıkla leri, isyancıları' rekçeleridir. askerî hareketleri I ler, mesela Karan devleti mağlup ı rarlanarak, Bursa i çaktır. Mesela Karamanoğlunun I lu'ya geçmek r

Osmanlı Hut müslimlerle ya lere mürted veya ı neleri izale edıif Vazgeçmezler»^ Mevcut bir nizJır Osmanlı hanedanı | lan) bu gruba j lara karşı' ceğini Kur'ân i

Bizi bazı hükümleri v

İslâm I kanunu ne i

BİLİNMEYEN OSMANLI

27

mü'miniere zulmediidiği için cihada izin verildi". Buna en güzel misâl şu olaydır: II. Murad, tamamen sulha taraftar olarak, murahhaslarını barış antlaşmasını imzalamak üzere Segedin'e göndermiş idi. Kendisi oğlu Mehmed'i tahta oturtarak Manisa'ya çekilir çekilmez, Papa'nın tahrikiyle II. Murad'dan kendileri barış isteyen Macarlar ve Sırplar yeniden haçlı orduları teşkil ederek Osmanlı Devleti'ne hücum etmişlerdir. Bunu bilinen II. Kosova Meydan Muharebesi takip etmiştir. Kısaca Osmanlı Devleti'nin yaptığı harplerin önemli bir kısmı, müdafaa harbi niteliğindedir. Kanuni zamanında yapılan Belgrad ve Mohaç seferlerinin sebepleri ise, düşmanın yapılan andlaşmanın şartlarını tek taraflı olarak iptal yoluna gitmeleridir.



3) Gayr-i müslim bir ülkede azınlık halinde bulunan Müslümanların yardım istemeleri de meşru bir harbin gerekçesini teşkil eder. Buna biz, İslâm'ın davetini emniyet altına almak ve bu davete icabet etmek isteyen güçsüz ve zayıf kimselere destek olmak da diyebiliriz. Kısaca insanî sebepler de demek mümkündür. Mesela Rodos'un fethi orada bulunan 5-6 bin kadar Müslümana zulüm yapılması ve hatta yerli ahaliye bile zulmedilmesidir. Gerçekten buradaki Müslümanları, Hıristiyan idareciler, adada esir tutmuşlar; gündüz boyunları bukağıda ve gece ise ayakları zincirde işkenceli bir hayata mecbur etmişlerdir. İbn-i Kemal, Mohaç Seferinin sebeplerinden biri olarak Macar Valilerinin ahaliye yaptıkları zulmü göstermektedir. Nitekim gayr-i müslim tarihçiler dahi, Bizans'ın zulmünden dolayı çok sayıda Hıristiyan re'âyânın Osmanlı askerinden yardım istediğini açıkça ifade etmektedirler.

4) Münafıkları, dinden dönenleri, İslâm'ın kesin emirlerini (zekât gibi) inkâr edenleri, isyancıları ve andlaşmayı bozanları cezalandırma gayesi de meşru' bir harbin gerekçeleridir. Osmanlı Devleti'nin Anadolu Beylikleri ve Celâlî isyanları ile ilgili bütün askerî hareketleri bu manada harbe girmektedir. Gerçekten Osmanlı tarihini inceleyenler, mesela Karamanoğullarının, Osmanlı orduları Bizans'ı veya bir başka gayr-i müslim devleti mağlup edeceği çok kritik zamanlarda, ordunun Avrupa'da bulunmasından yararlanarak, Bursa gibi Müslüman bir şehri defalarca yakıp yıktıklarını çok iyi hatırlayacaktır. Mesela Yıldırım Bâyezid, tam İstanbul'u muhasara altına almışken, Karamanoglunun Osmanlı topraklarına girmesi üzerine muhasarayı terk ederek Anadolu'ya geçmek mecburiyetinde kalmıştır.

Osmanlı Hukukçuları düşman şahıslara göre harbi dörde ayırmışlardır: A) Gayr i müslimlerle yapılan savaş. B) Mürtedlerle yapılan savaş. İslâm Dinini terk edenlere mürted veya ehl-i ridde denilir. Bunlara karşı silaha müracaat etmeden önce, şüpheleri izale edilerek İslâm'a dönmeleri için gayret gösterilir. Bu işleme istitâbe denir. Vazgeçmezlerse savaş ilân edilir. C) Bâğilere (isyancılara) karşı yapılan savaş. Mevcut bir nizâma isyan eden âsiler, sulh yolu ile itaat etmezlerse, savaş ilân edilir. Osmanlı hanedanı arasındaki savaşlar ile isyancıları bastırma hareketleri (Celâlî isyanları) bu gruba girmektedir. D) Muhariplere yani milletlerarası haydut ve korsanlara karşı yapılan harpler. Yol kesme suçlarını işleyenlere karşı savaş ilân edilebileceğini Kur'ân açıklamaktadır.

Bizi burada asıl ilgilendiren birinci harp çeşididir. Diğerlerinin kendilerine mahsus bazı hükümleri vardır. Hususî hükümlerin dışında genel harp hükümleri tatbik edilir.

İslâm hukukunun ortaya çıktığı dönemlerde, insanî esaslarla bağdaşan bir harp kanunu ne Sâsanilerde, ne Romalılarda ve ne de başka bir millette mevcuttu. İnsanî

28

BİLİNMEYEN OSMANLI



BİLİNMEYEN OSMANU

esasları temel kabul eden İslâm orduları ve özellikle de Osmanlı orduları, meşru olan harp kanunlarını çok ciddi bir şekilde uygulaya gelmişlerdir. Başkasının malına müdahale etmeme yasağını çiğneyen bazı Sırp asıllı askerleri hemen idam ettiren I. Murad Hüdâvendigâr'ın bu hali, yüzlerce misâllerden biridir.

Cihadın ilânı, İslâm hukukunun emrettiği muamelelerin ifası demektir. Bu muameleler şunlardır: Savaşa başlamadan önce gayr-i müslimler mutlaka İslâm'a davet edilmeli, aksi takdirde savaş yapılacağı ihtar edilmelidir. Ayrıca düşman gayr-i müslimler, eğer zimmî olabilecek grupdan iseler, İslâm'ı kabul etmemeleri halinde cizye vererek, İslâm devletinin hâkimiyeti altına girmeleri teklif edilir. Bu iki teklife müsbet cevap alınamadığı takdirde fiilen harp başlar. Nitekim Petervaradin'in fethinden evvel, Kur'ân ve Sünnetin emrine uyularak sulh içinde itaatleri istenmiş ve İbn-i Kemal'in kaydına göre isyan ve zulümde inad edince cihad ilan edilmiştir. Osmanlı tarihleri, her Savaş Öncesi, "Kötülüğü en güzel bir şekilde bertaraf ediniz" hadisi ve "Rabb'inin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et" âyetinin emirlerine uyulduğunu açıkça beyan etmektedirler. Bu dediğimiz hususu, Batılı tarihçiler de kabul etmektedirler. Mesela Alman Tarihçi Lies aynen şunu söylemektedir: "Rum ve Acem ülkeleri feth edilince, Müslüman ordular bu ülkelerin insanlarını, İslâm ile kılıç arasında değil, İslâm ile cizye arasında serbest bırakmışlardır. Bu husus methe layıktır".

Kısaca Osmanlı Devleti'nin kuvvetle değil davetle yayıldığını ve diğer milletlerle o-lan savaşlarının, yukarıda zikredilen sebeplerle meydana geldiğini görüyoruz. Osmanlı Devleti'nin 400 atlı ile birden bire cihan devleti oluşunun izahı da sorumuzun cevabını teşkil etmektedir2.

3. 1999 yılı neden Osmanlı Devleti'nin 700. Yıldönümüdür? Osmanlı Devleti'nin 1299 yılında kurulduğu kesin midir?

Osmanlı tarih kaynaklarının bu konuda iki ayrı nakilleri bulunmaktadır: 1) Hicrî 699 yılını esas alan görüştür. Ancak 699 yılının hangi ayıdır? Elimizdeki bazı kaynaklar, 4 Cemâzîyelûlâ 699 tarihini vermektedirler ki, Miladi karşılığı 27 Ocak 1300 etmektedir ve Sultân Abdülhamid Hân'ın tesbit ettirdiği tarih de budur. Osmanlı Maârif Nezâreti, İstiklâl-i Osmânînin tam gününü tesbit etmek üzere, konuyu 28 Kânun-ı Sâni 1329 tarihli tezkire ile Tarih-i Osmanî Encümeni Başkanlığına havale eylemiştir. Encümenin görevlendirdiği tarihçi Efdalüddin konuyu bütün kaynaklardan araştırmış ve bazı sonuçlara ulaştıktan sonra bu tarih yani 4 Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 tarihi istiklâl kazanılan gün olarak kutlanmaya başlanmıştır.

2 Kur'ân, Bakara, 190, 256; Gâşiye, 21-22; Hac, 39-40; Müslim, 1-Cihâd, 6; Molla Hüsrev, Dürer ve Gurer, İstanbul, 1317, 1/282; Damad, Mecma ül-Enhür Şerhu Mültek'al-Ebhur I-II, İstanbul 1331, 1/642, 688, 707; Mevkufatî, Muhammed, Mültekâ Tercümesi, ti. İbrahim'in sadrazamı Mustafa Paşa'nın talimatıyla bu tercüme yapılmıştır), İstanbul 1302,1/340 vd.; İbn-i Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osman, Süleymaniye Kütp. Ayasofya Bölümü, nr. 3318, vrk. 8/b, 9/b, 10/a, İl/b, 12/a, 14/b, 21/b-24/b; Kemal Paşa-zâde (İbn-i Kemal), Tevârîh-i Âl-i Osman X. Defter, (neşr. Şefaettin Severcan), Ankara 1996, sh. LV vd.; Turnagil, Ahmed Reşit, İslâmiyet ve Milletler Hukuku, İstanbul 1972, sh. 153 vd.; Heyet, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. I, sh. 425-438; İnalcık, Halil, "Rumeli", İA, c. IX; İnalcık, "Ottoman Methods of Conquest", Studia Islamica, 1954, II, 103-129; Çetin, Osman, Anadolu'da İslâmiyetin Yayılışı, İstanbul 1990; Beldiceanu, Nicara, "Osmanlı İmparatorluğunda Şeneltme, Türkleştirme ve İslâmlaştırma", Tarih ve Toplum, Ekim 1992, sayı 106; Eroğlu, Nazmi, "Türklerde Cihad ve Fütuhat Anlayışı", Köprü, Sonbahar 1994, sayı 48, sh. 66-75.

Her ne kadar( önce meyda; tarihçilerin çı tabi, alem ve III. Alâ'addin Devleti fiilen iv,,, «„ ;Gâzî'yi saltanat! imanlı De Bu gün imi belge, ı aldığı bütün ı belirten vesika I 1300 tarihi ( 2000 yılıdır,

Bu izahlara ( dikleri 1299 yılı, { Safer ve flebi veya bel ayrıntıda ¦

2) Hicri 700 mi I

hatta Tan-

manasına c ifade etme*/ mkeitiıMlt

4. OınuaMâra OimittlıltfU ıınıo nlıkltn

araştır bulunr. Birinci ko

ti'ni kuran Osr

vi;ı


BİLİNMEYEN OSMANLI

29

Her ne kadar Osmanlı Beyliğinin bağımsızlığına alâmet olacak bazı olaylar daha önce meydana gelmişse de -688/1288-1289'de tabi ve alemin gelmesi gibi-, ancak tarihçilerin çoğunluğu 699 yılı üzerinde ittifak halindedirler. Bu yıl içinde Osman Bey'e tabi, alem ve tuğ gibi saltanat alametlerini gönderen Anadolu Selçuklu Sultânı Sultân III. Alâ'addin Keykubad'ın Gazan Han tarafından azl ve hapsedilmesi üzerine, Selçuklu Devleti fiilen sona ermiş ve uç gazileri (Serhad Ümerâsı) de bir araya gelerek Osman Gâzî'yi saltanat tahtına oturtmuşlardır. El öpülerek bî'atın yapıldığı bu merasimin günü, Osmanlı Devleti'nin istiklâl günü olarak kabul edilmelidir. Ancak bu gün hangi gündür?



Bu günün Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 olduğuna dair elimizde bulunan tek resmi belge, sadece 1263/1847 tarihli Sâlnâme'dir. Salnamenin bu bilgiyi nereden aldığı bütün araştırmalara rağmen elde edilememiştir. Bu resmi kaynaktan başka günü belirten vesika bulunmadığına göre, doğru olanın 4 Cemâziyelûlâ 699/27 Ocak 1300 tarihi olduğudur ve netice olarak Osmanlı Devleti'nin 700. Yılı, 1999 değil 2000 yılıdır.

Bu izahlara göre, Cumhuriyet dönemi tarihçilerinin bu zamana kadar nakl ede geldikleri 1299 yılı, sadece merasim gününün 699 yılının ilk üç ayında yani Muharrem, Safer ve Rebiülevvel aylarında olması halinde doğru olabilecektir. Buna dair bir kaynak veya belge yoktur. Ancak kutlamalar, sembolik şeyler olması hasebiyle, bu ince ayrıntıda boğulmaya gerek yoktur,

2) Hicrî 700 yani 1300 yılını esas kabul eden görüştür. Burada ay yoktur ve hatta Tarihçi Âli, bu tarihin, her yüzyılda bir müceddid geleceğini ifade eden hadisin manasına Osman Gâzi'nin mâsadak olması için böyle bir yola başvurulduğunu açıkça ifade etmektedir. Gerçekten Lütfi Paşa'ya göre, Osman Bey, 8. Hicrî yüzyılın müceddididir3.

4. Osmanlıların şeceresi (soy ağacı) ile ilgili kısaca bilgi verebilir misiniz? Osmanlı'ların Türk olmadıkları söylentileri ve Ertuğrul Gâzî'nin babasının Süleyman Şah mı yoksa Gündüz Alp mi olduğuna dair görüş ayrılıkları konusunda neler biliyoruz?

Her iki konu da bazı batılı tarihçiler tarafından tartışılmış ise de, son yapılan ilmî araştırmalar ve de ortaya çıkan bazı Osmanlı sikkeleri, problemi hemen hemen çözmüş bulunmaktadır. Şöyle ki:

Birinci konuda, başta Gibbons olmak üzere bazı batılı yazarlar, Osmanlı Devle-ti'ni kuran Osmanlı Hanedanının aslen Türk olmadıklarını, belki Moğol neslinden olabile-

3 Neşri, Mehmed, Kitâb-ı Cihân-nümâ I-II, (neşr. Mehmed A. Köymen- Faik Reşit Unat), Ankara 1987, c. I, 104 vd.; İbn-i Kemal, Tevârih-1 Âl-i Osman, I. Defter, (neşr. Şerafettin Turan), Ankara 1991, sh. 111-113; Âşıkpaşa-zâde, Tevârih-i Âl-i Osman, İstanbul 1932, sh. 7 vd.; Lütfi Paşa, Tevârîh-i Âl-i Osman, İstanbul 1341, sh. 17-27; Gelibolulu Mustafa Âlî Efendi, Kitâbu't-Târîh-i Künhü'l-Ahbâr, (neşr. Ahmed Uğur vd.), Kayseri 1997, sh. 41; Fermanları nereden temin ettiği şüpheli olmakla beraber, Feridun Bey, Münşe'ât-ı Salâtin, İstanbul 1265, c. I, sh. 48, 56, 61, 64; Kantemir, Dimitri, Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, İstanbul 1998 I-II, İstanbul 1998, c. I, sh. 67; Efdaleddin, "İstiklâl-i Osmanî Tarih ve Günü Hakkında Tedkikât", TOEM, nr. 25, sh. 36-48; Mehmed Ali Şevki, "Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu Bahsi", TTEM, Yeni Seri, nr. 5, sh. 3051; Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1994, c. I, sh. 106-108; Aksun, Ziya Nur, Osmanlı Tarihi, c. I, İstanbul, 1994, sh. 16-21; Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1983, c. I, sh. 250 vd.

30

BİLİNMEYEN OSMANLI



çeklerini ileri sürmüşler ve hatta bazı tarihçiler, Müslümanlıklarının dahi Anadolu'ya geldikten sonra gerçekleştiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Ancak bu manada söylenenler, sadece menkıbe kabilinden bazı olayların, çok zorlamalarla yorumundan ibaret olduğunu, yerli ve yabancı bilim adamları ortaya koymuşlardır.


Yüklə 3,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   83




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin