Ahmet Hamdi Tanpınar



Yüklə 1,35 Mb.
səhifə31/31
tarix02.11.2017
ölçüsü1,35 Mb.
#27329
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31

  -Hanımefendi tam zamanında hastayı kurtarmışlar... ben tahmin etmiştim zaten, sülfamid dozunu arttırmaktan başka yapacak bir şey yok. Şimdi size sekiz sülfamid içirteceğim. Ve neticeyi emniyetle bekliyeceğiz. Yalnız kalb için bir ufak şurup ve bir ilaç daha lazım. Mümtaz Bey galiba bir daha yorulacaklar.

  İhsan kesin anlardan ibaret hayatı arasından Mümtaz'ın yüzüne -bunu da nereden buldun?- der gibi baktı. Sonra elini uzattı, doktorun elini tuttu; belki geceden beri ilk sözünü söyledi.

  -Ne dersiniz? Olacak mı? Bu budalalığı yapacaklar mı?

  Doktor, sade hastaya cevap verdi:

  -Siz iyileşmeğe bakın! Fakat gözlerinin içinde -Seni anlıyorum- diyen bir ifade vardı.

  Vİ

  Tekrar sokağa çıktığı zaman kendisini evvelkinden daha çok hafif buldu. Demin kafasını çatlatan düşüncelerden hemen hemen eser yoktu. Garip, hiç duymadığı bir hafiflik içinde yürüyordu. Sanki ağırlık kanununun dışında idi. -Kanatlarım olsa uçabilirim- dedi. İçinde yaşadığı vaziyetin ağırlığıyle tezat yapan bu hal onu çok şaşırttı. Çünkü yine herşeyi olduğu gibi görüyordu. Bu gece belki harp başlamış olabilirdi. İhsan'ın vaziyeti ne olsa ağırdı. Hayatla ölümün arasındaki dehlizde o kadar ilerlemişti ki, geriye dönmesi güçtü. Nuran bu sabah gidecekti ve bu gidiş ikisi için de yıkımdı. Onun gidişi ile kendisi için herşey bitiyordu. Bütün bunların hepsini biliyordu. Fakat daha bir saat evvel onun için, o kadar yıkıcı olan bu hakikatlere şimdi çok uzak, şahsiyle ve etrafiyle alakasız şeyler gibi bakıyordu. Sanki hepsini bir ölümün ötesinden görüyordu.



  Fakat, son derece rahattı. -Acaba neden?- diye sora sora yürüyordu. -Ben ki o kadar düşünürüm. Düşüncem, yorgunluğu yüzünden bir türlü yatağına giremeyip odasında sabaha kadar dolaşan adama benzer. Neden şimdi hiçbir şey düşünemiyorum? Fakat bu düşünce bile kafi derecede zalim olamıyordu. -Yoksa yaşamıyor muydum? Yoksa dünyadan ayrıldım mı?- -Belki de dünya beni bıraktı. Niçin olmasın? Bir kabı herhangi bir mayiin boşaltması gibi...- Bununla beraber yapacağı işi biliyor, yürüyeceği yolu tanıyor, İhsan'ın ilacını bir an evvel getirmek için acele ediyor, üstelik zihni her rastgeldiği şeyi kendisine bile imkansız görünen bir sarahatle kaydediyordu.

  Arsa bilinmeyen bir tarafta, çok uzaklarda aydınlığı tutan bir set çatlamış gibi gölgelere bürünmüştü. Otlar adeta üzerlerine üflenen cilalı bir yeşillik vehmiyle parlıyorlardı. Her taraf ürperiş içindeydi.

  Bu, sabahın sazlarını denemeğe hazırlandığı saatti. Biraz sonra kainatın çatısı yeniden kurulacaktı. Evlerin taşlıklarında, odalarda sabah ışıkları yanmıştı. Bulanmış havada bu ışıklar bir tiyatro dekorunun yapma havasını yaratıyorlardı. Bir kadın pencereyi açtı, yarı çıplak vücudu ile geceye karşı gerindi, çıplak kollarıyle saçlarını düzeltti. Bir köpek yavaşça yattığı yerden kalktı, bu sabah yolcusuna doğru koştu. Fakat tam yanına yaklaşınca vazgeçti, biraz ileride kapalı penceresi önünde mumlar yanan bir türbenin dibine kadar koştu. Bir sütçü, atının iki yanına astığı güğümlerinin üstünde rahatça bağdaş kurmuş dörtnala yanıbaşından geçti. Uzaktan bir korna sesi geldi.

  Mümtaz bütün bunları ve göğün gittikçe değişen rengini görüyordu. Fakat bu görüşte de bir değişiklik vardı. Bu duyularımızın her gün, her an eşya ile yaptığı temaslara benzemiyordu. Daha ziyade eşyayı kendisinde bulmak, herşeyi kendi içinde kendisinden bir parça gibi seyretmekti.

  Şehzade Camii'nin avlusundaki ağaçlardan büyük bir karga sürüsü koptu. Keskin bir çığlık ve madeni şakırtılarla başının üstünden geçtiler. Açık fırından gelen taze ekmek kokusu bütün caddeyi sardı. Rayları tamir eden ameleler şimdi camiin önünde idiler. Asetilen hala yanıyor, hala o zengin Rembrandt yaldızı yarı karanlığa doğru uzanıyor, yüzler, eller, vücutlar eritici aydınlıkta yutucu karanlık arasında ayrı ayrı perdelerde hüviyetlerini değiştiriyorlardı. Mümtaz, bu ellerin hareketlerini ve yüzlerin dikkatini bir daha hayran hayran seyretti.

  -Bizim semt...- diye düşündü. Bütün çocukluğu bu cadde ile etrafındaki sokaklardan ona doğru geliyordu. -Bir mahallesi, bir evi, itiyatları, dostları olmak, onlarla beraber yaşamak ve onların içinde ölmek...- Kendisine gelecek günleri için hazırladığı bu hayat çerçevesi bir türlü içine yerleşmedi. Zaten hiçbir düşüncesinde devam edemiyordu. Eşya, bütün verimler onda kendiliklerinden mevcuttu. Bir akis gibi çok kısa bir düşünce uyandırıyorlar. Sonra yerlerine başkaları geliyordu. Ne kadar zalim olursa olsun bir düşüncenin dehlizinde yolunu şaşırmanın hasretini duydu.

  Vezneciler'den geçerken ortalığın biraz daha ağardığını duydu. Bayezıt'a geldiği zaman set üstündeki kahvelerde hareket başlamıştı. Vakıa iskemleler hala içeride üst üste yığılıydı, fakat işgüzar garsonlar sabah müşterileri için bir iki masa hazırlamışlardı. Bir tanesi Mümtaz'ı görünce adeta sevindi:

  -Buyurun Mümtaz Bey, çay şimdi demlenir, dedi. Fakat imtihan sabahlarının birden bu geriye dönüşü Mümtaz'da hiçbir akis yapmadı. Eliyle işim var gibi bir işaret yaptı. Caddenin Aksaray'a doğru giden tarafında sabah yolcuları, gazete satıcılarının, simit ve poğaçacıların sesleri şehrin sabahını kurmağa başlamışlardı. Mümtaz, cami tarafına baktı. Bir güvercin sürüsü yere doğru süzüldü ve birdenbire tekrar yükseldi. -Acaba neden korktular?- diye düşündü ve sualini sorar sormaz yine unuttu. Fakat henüz fikirlerin devamını hiç olmazsa yokluğu ile duyabiliyordu. -Bu imkansızlık değil, belki bir isteksizlik. Acaba herşeye böyle kayıtsız mıyım? Dünyayı bir daha kendimde kuramıyacak mıyım? Bir daha hatıralar bende konuşmıyacak mı?- -Yoksa kendi kontrolüm altında iken çıldırıyor muyum? Böyle göz göre göre...

  Nöbetçi eczanenin kepenkleri hala kapalıydı. Bir kadın hem elleriyle kepenkleri vuruyor, hem de ikide bir küçük delikten içeriye bakabilmek için ayaklarının üzerinde dikiliyordu. Elinde yolda gelirken buruşturduğu belli olan bir reçete kağıdı vardı. Yorgun ve fakirdi.

  İkide bir -Ah Yarabbim...- diyor, sonra tekrar içeriye kaymak ister gibi ayaklarının ucuna basıp içeriye bakıyordu.

  Nihayet eczacı geldi. İkisi birden reçetelerini uzattılar. Mümtaz ilaçlarını aldı. Bütün bunları son derece vuzuhla hiçbir saniyesini kaybetmek istemeyen bir adam gibi yapıyordu.

  Gerçekten de böyle idi. İlacı götürecek tarafı uyanıktı. O hiç şaşmıyordu. Onun dışında bütün zihni hayatı bir uykuya kaymak üzere olan insanın o iki had arasında sallanışıyle çalışıyordu; kainata anında intibak eden ve objesini bir anda yakaladıktan sonra derhal bırakan acayip bir mekanizma olmuştu. -Ne oluyorum?- diye bir daha düşündü. Muhakkak ki dünya ile arasında şimdiye kadar tanımadığı bir perde vardı. Çok şeffaf, son derecede vuzuh getirici bir şey onu dünyadan böyle ayırıyordu.

  Fakat dünyadan ayrılabilir miydi? -Hayat o kadar güzel ki...- Hakikaten bu sabah saatinde yaşamak güzel şeydi. Herşey güzeldi, taze ve ahenkliydi. Bir gülüşün yumuşaklığıyle insana geliyordu ve Mümtaz bir akasya yaprağına, bir küçük hayvan yüzüne, bir insan eline bu saatte bıkmadan ebediyet boyunca bakabileceğini sanıyordu. Çünkü hepsi, herşey güzeldi. Bu belirsiz ışık bir senfoniydi; işte camiin avlusunda ilk huzme bir kadın gibi soyunmuş oynuyordu. Bu taze simit kokusu, yürüyen adamların acelesi, bu düşünceli yüzler hepsi güzeldi. Fakat hiçbirinin üzerinde duramıyordu. -Böyle bir saatte? Belki de eşyayı bu kadar güzel bulduğm için hayattan boşanmış olabilirim. Niçin olmasın?- Çünkü bu güzellik duygusu ve içinde ona bir orkestra gibi refakat eden sevinç alelade bir duygu değildi. Bu bir nevi keşfe benziyordu. Hem o cins keşiflerden idi ki insana ancak en son dakikada, zihnin herşeyle alakasını kesip kendi kendisi olduğu, en saf şekilde işlediği anda gelebilirdi. Bu uçurumun başında bulunan hakikatlerdendi. İçindeki berraklık ancak böyle bir son an berraklığı olabilirdi.

  -Ne garip! Hiçbir şey öteki ile birleşmiyor. Herşeyi ayrı ayrı görüyorum- diye söylendi.

  Yanındaki adam cevap verdi:

  -Elbette birleşemez, çünkü hakikati görüyorsun.

  -Ama dün, evvelisi gün böyle görmüyor muydum? Hiç hakikat görmedim mi? Bir kere karşılaşmadım mı?

  Adamı yanında hissediyor, yüzüne bakamıyor, fakat bunu tabii buluyordu.

  -Hayır... Çünkü o zaman etrafına kendi benliğinin arasından bakıyordun. Kendini seyrediyordun. Ne hayat, ne eşya bütün değildir. Bütünlük insan kafasının vehmidir.

  -Peki şimdi benim benliğim yok mu?

  -Yok. O benim avucumda. İnanmıyor musun? Bak işte.

  Avucunu Mümtaz'ın burnuna doğru uzattı. Küçük ve acayip bir hayvan, kabukla meşin arasında tanımadığı bir teşekkül bu avucun içinde küçük takallüslerle kımıldanıyordu...

  -Demek benliğim bu imiş!- diye düşündü. Fakat ona söylemedi. Çünkü adamın eli onu şaşırtmıştı.

  Mümtaz bu kadar güzel şey hiç görmemişti. Ne billur ne elmas bu içten parıltıyı verebilirdi. Bu donuk, hiç kamaştırmayan, sadece kendisi için bir aydınlıktı ve bu aydınlık avucun içinde küçük, yengeç biçimli bir hayvan, söylendiğine göre kendi benliği, küçük takallüslerle bir damar gibi, açılıp kapanıyor, içten içe işliyordu.

  Korka korka sordu:

  -Bana tekrar vermiyecek misiniz?

  -Neyi?

  Mümtaz çenesinin ucuyla bir işaret yaptı:

  -Onu, benliğimi. Yani benliğim dediğiniz şeyi.

  -İstersen al. Tekrar tecrübeye girmek istersen al ve el tekrar çenesinin hizasında açıldı, fakat Mümtaz'ın gözleri bu sefer de elin kendi parıltısında kaldı. Mümtaz, yanıbaşındaki adamın Suat olduğunu, böyle bir şeyin bütün imkansızlığına rağmen biliyordu. -Ölüler böyle sokakta dolaşırlarsa hayatın tadı kalır mı?- diye düşündü ve yan gözle, -hakikaten o mu?- der gibi yavaşça baktı. Evet, Suat'tı. Fakat ne kadar değişmişti? Olduğundan çok büyük, çok güzel, adeta muhteşem bir Suat'tı bu. Hatta birkaç saat evvel rüyasında gördüğü Suat'tan daha güzel, daha muhteşemdi. O gün apartımam holünde, yüzünde seyrettiği o herşeyi, bütün hayatı kötüleyen sırıtma bile şimdi derinlerden gelen ve sanki bilinmeyen tabakaları aydınlatan zengin bir tebessüm olmuştu. Ellerinde, boynunda ve yüzündeki yaralar da böyle parıldıyordu. -Zalim ve güzel...- Birdenbire şaşırdı ve ellerini ovuşturarak düşünmeğe başladı:

  -Fakat ben ne yapacağım şimdi?- Onunla behemehal konuşmalıydı. Halbuki bu kadar güzel ve büyük bir Suat'la konuşabilir miydi? -Acaba bütün ölenler böyle güzelleşiyorlar mı?- Suat, ölümden ve ölmekten iğrendiğini söylemişti. -Sade güzel değil, kuvvetli de...- Evet kuvvetliydi; içinden bir şey mütemadiyen ona doğru akıyor, kendisini çekiyordu. Konuşacaktı. Yavaşça fısıldadı:

  -Suat, dedi. Niye geldin? Niçin beni bırakmıyorsun? Bütün gün ve gece benimle uğraştın! Yeter artık! Beni bırak. Konuştukça ürkekliği gitmiş, onun yerine garip bir isyan hissi geçmişti. -Bırak beni artık! Sonra bir ölüye bu kadar sert hitap ettiğinden pişman oldu.

  -Niye gelmiyeyim Mümtaz? Ben zaten senin yanından hiç ayrılmadım!

  Mümtaz başını salladı:

  -Evet, hiç ayrılmadın, adeta bana musallat oldun. Fakat dünden beri başka türlü. Dün akşamüstü o yokuşta seni gördüm. Bu gece de rüyamda. Fakat ne garipti biliyor musun? Bu geceki rüyamdan bahsediyorum. Bir akşam seyrediyordum. Daha doğrusu akşam olacakmış da onun hazırlığını yapıyorlardı. Mor, kırmızı, eflatun, pembe, tahtalar, kalaslar getirdiler. Ufka yığdılar. Sonra iple güneşi çektiler. Fakat biliyor musun, bu güneş değildi, senin yüzün şimdiki gibi güzeldi, hatta daha mahzun olduğun için daha güzeldin. Sonra seni oraya bir İsa gibi gerdiler... Birdenbire kahkahalarla gülmeye başladı. Ne kadar tuhaftı bilsen, senin öyle mahzun olman; ve İsa gibi çarmıha çekilmen... Sen hiçbir şeye inanmayan, herşeyle alay eden insan... Tekrar uzun uzun güldü.

  Suat, gözlerini üzerine dikmiş, onu dinliyordu.

  -Dedim ya.. Seni hiç yalnız bırakmadım. Hep yanındayım!

  Mümtaz hiçbir şey söylemeden bir müddet yürüdü. İçinde, fecirden ziyade yanıbaşındakinin parıltısı içinde yürüyormuş duygusu vardı. Ve bu, Mümtaz'a çok azaplı geliyordu.

  -Peki, benden ne istiyorsun? Bu ısrarın sebebi ne?

  -Israr değil... vazife. Vazifem seninle beraber olmak. Şimdi senin koruyucu meleğin oldum.

  Mümtaz bir daha güldü; fakat gülüşünün çok sinirli olduğunu da farketti.

  -Bu olmaz! dedi. Sen bir ölüsün. Yani insansın -tekrar düşüncesini tashih etmek ihtiyacını duydu. -Ölülerle konuşmak o kadar güç oluyor ki...- Yani insandın, demek istiyorum. Halbuki bu iş asıl meleklerin işidir.

  -Hayır, artık yetişemiyorlar. Son zamanlarda dünya nüfusu çok arttı. Her tarafta nüfusu arttırma politikası var. Melekler yetişemiyor; şimdi ölülere gördürüyorlar bu işi...

  Mümtaz ilk önce hiçbir cevap vermedi. Sonra birdenbire isyan etti:

  -Yalan söylüyorsun! dedi. Sen melek olamazsın. İmkansız. Sen şeytanın kendisisin! Ve bir ölü ile bu tarzda konuştuğu için kalbi burkuldu. Bununla beraber sözlerine devam etti: -Sen beni aldatmak için kendini böyle süsledin. Oyununu biliyorum.

  Suat onun yüzüne hüzünle baktı:

  -Şeytan olsam, senin içinden konuşurdum. Beni göremezdin.

  -Ama, diye Mümtaz söze başladı. Bilir misin ki, seni gördüğüme çok memnun oldum. Hatta sevindim. Sonra tekrar onun yüzüne korka korka baktı. -Ne kadar güzelleşmişsin! Hem çok, çok güzel olmuşsun... Bu hüzün sana yakışıyor. Bilir misin neye benziyorsun? Betticelli'nin meleklerine... Hani o Passion'da İsa'ya üç çiviyi verene...

  Suat sözünü kesti:

  -Bırak bu manasız benzetmeleri... Bir şeyi öbürüne benzetmeden konuşamaz mısın? Bu fena huylar yüzünden işleri ne kadar karıştırdığınızı hala anlamadınız mı?

  Mümtaz bir çocuk gibi yalvardı:

  -Beni azarlama... O kadar sıkıntı çektim ki. Ben hiç de fena bir şey yapmadım; seni sadece güzel buldum. Niçin bu kadar güzelleştin?..

  -Bir zihinde yaşayanlar daima güzeldirler.

  Mümtaz ilk önce, -Ya demin. şeytan olsaydım senin içinden konuşurdum, diyordun!- diye itiraz etmek istedi; fakat kafasına birdenbire başka bir fikir gelmişti -Fikirlerimi takip edemiyorum... ne fena!-

  -Ama ben seni şimdi gözlerimle görüyorum. Sonra, seninle konuşuyorum da...

  -Evet, gözlerinle görüyorsun! Konuşuyorsun da..

  Mümtaz'ın aklından şimşek hızıyle bir düşünce geçti:

  -Elimle de dokunabilirim, değil mi?

  -Tabii... Suat bu sefer öne geçmiş, kollarını, sanki muayene et, der gibi havaya kaldırmış, uzviyetinden taşan parıltılar içinde ona gülüyordu. Mümtaz kamaşan gözlerini ondan öteye çevirdi.

  -İstersen, ve korkmazsan!

  -Niçin korkayım? Artık hiçbir şeyden korkmuyorum. Fakat ellerini ona doğru uzatmaktan çekindi; -ne olur ne olmaz!- der gibi cebine soktu. Suat, o gece Emirgan'daki gülüşlerinden biriyle güldü:

  -Korkacağını biliyordum... dedi. Bari hamala söyle de o gelsin yoklasın, yahut Mehmet'e, Boyacıköyü'ndeki kahveci çırağına! Bugün ölüme gönderdiklerine.

  Mümtaz ta içinden sarsıldı:

  -Onların ne işi var aramızda?

  -Onlar senin yerine bana dokunurlar.

  -Ben onları yalnız göndermiyorum, kendim de gidiyorum..

  -Fakat öleceğini hesaba katmadan. Onların ölümüne muhakkak gibi bakıyordun ve ölmeğe kandırıyordun!

  -Hayır, hayır...

  -Evet, öyle... Suat, çok zalim bir tebessümle üstüne eğilmiş gülüyor, onu hırpalıyordu. -Yahut hamalın karısı. O senin yerine dokunsun.

  -Hayır diyorum sana. Bende gidecektim. Gideceğim. Onları kendimden ayırmıyorum.

  -Ayırıyorsun, küçük bey, ayırıyorsun. Ölsünler diye pazarlık ediyordun. Kandırmağa çalışıyordun!

  -Yalan... yalan söylüyorsun. -Birdenbire kendine geldi. Bu münakaşa beyhudeydi. Üstelik evde İhsan vardı. Bir çocuk gibi yalvardı: -Suat, dedi. İhsan çok hasta. Bana müsaade etsen de şuradan eve gitsem artık!

  Suat kesik kesik gülüyordu:

  -Benden ne çabuk bıktın?

  -Hayır bıkmadım. Fakat evde hastam var. Ben de yorgunum, sonra... sen artık bizden değilsın. Demin sana yalan söyledim. Senden korkuyorum. Hem sen de çekil git. Nerede ise sokaklar kalabalıkla dolacak! Yaşıyanların dünyasında garip oluyorsun; o kadar ayrısın ki, ne lüzum var aramızda dolaşmana? Kendimizden çektiğimiz yetmiyor mu?

  -Daha dün beraber değil miydik?

  -Evet ama, sen artık güneşin malı değilsin!

  -Onu hiç merak etme. Dün akşamdan beri ölüler hep meydanda.

  Mümtaz titreyerek sokağa baktı. Evlerinin yirmi beş, otuz adım ötesindeydiler.

  -O niçin; ne faydası var sanki? Bu yaşıyanların dünyası. Her şey burada hayat için! Yakamızı hiç olmazsa siz bırakın!

  -Olmaz, dedi. Seni bırakamam. benimle geleceksin. Keskin bir istihza ile konuşuyordu. -Nuran'sız, bu kadar sefalet içinde... olmaz. Ve kollarını açmış onu kucaklamağa çalışıyordu. Mümtaz bir adım geriye çekildi.

  -Gel... Hem onu çağırıyor, hem de kan dondurucu bir gülüşle gülüyordu. Mümtaz:

  -Bari gülme! N'olur, gülmekten vazgeç! diye yalvardı.

  -Nasıl gülmeyeyim? Herşeyi o kadar kendi hadlerine indirmiş, o kadar kendine benzetmişsin ki... O kadar küçücük varlığınla, onun hesaplarına bağlısın ki. Sonra o yaşama iptilan, ölçülü merhametin, küçük ıstırapların, ümitlerin, o kaçışlar, tapınmalar...

  Mümtaz kollarını sarkıttı:

  -Zalim olma Suat, dedi. Çok ıstırap çektim.

  Suat tekrar o geniş kahkahayla gülmeğe başladı:

  -Peki, öyle ise haydi gel, seni kurtarayım.

  -Gelemem, yapacağım işler var.

  -Hiçbir şey yapamazsın! Benimle gel. Hepsinden kurtulursun. Bunlar senin taşıyamıyacağın yükler...

  Mümtaz, yolun ortasında bir daha durdu ve Suat'a baktı:

  -Hayır, dedi. Ben yükümün derecesine yükselebilirim. Yükselemezsem altında ezilmeğe razıyım. Fakat seninle gelemem.

  -Geleceksin!

  -Hayır, alçaklık olur.

  -Öyle ise kal mezbelende...

  Suat kollarını açtı ve onun yüzüne şiddetle vurdu. Genç adam sendeliyerek yere düştü.

  Kalktığı zaman yüzü, gözü kan içindeydi. İlaç şişeleri avucunda kırılmıştı. Bununla beraber yüzünde garip, çok ince bir tebessüm vardı. Yan pencerelerden birinde bir radyo Hitler'in o gece verdiği hücum emrini tekrarlıyordu. Bütün macerayı unutmuştu.

  -Harp başlamış... dedi. Ve hala kırık şişe parçalarını tuttuğu avuçlarını açarak yaralarına baktı. Sonra yavaş yavaş eve doğru yürüdü. Yoldan geçenler, bu erken saatte kanlar içindeki bu yüzde dudakların garip tebessümüne hayretle bakıyorlardı.

  Kapıyı cebindeki anahtarla açtı. Taşlıktaki ayna, sabahla tabii halini bulmuştu. Bir lahza kendi yüzünü seyretti. Sonra yavaş yavaş merdiveni çıktı.

  Macide doktorla sofada oturmuş radyo dinliyordu.

  -Aman Allahım! Mümtaz, bu ne hal?..

  Mümtaz acıyan ellerini pencerenin önünde tekrar açıp kapadı.

  -Sorma, dedi. Şimdi büyük bir kaza geçirdim. Dudaklarında hep o garip, insanda bir ömrün üzerine vurulmuş kilit hissini bırakan tebessüm vardı.

  -İlaçlar da kırıldı! dedi. Sonra doktora döndü:

  -Nasıl... dedi.

  -İyidir, dedi. İyidir. Hiçbir şeye ihtiyacı kalmadı. Havadisi duydunuz mu?

  Fakat Mümtaz dinlemiyordu. O, bir köşeye çekilmiş avuçlarına bakıyordu. Sonra birdenbire yerinden fırladı, merdivene doğru yürüdü.

  Fakat merdiveni çıkmadı. Orada ilk basamakta elleri başının arasında oturdu. Doktor, -artık benimsin, sade benim!- der gibi ona bakıyordu. Macide gözlerini silerek, ona doğru yaklaştı. Radyo evin sessizliği içinde tek başına, hadiselerin gür sesiyle, herkes için konuşuyordu.



  SON

  :::::::::::::::::



Yüklə 1,35 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin