Bütün kayıkçılar ihtiyar adamın dostuydular. Yaşlılar, Nuran'ı çocukluğundan tanıyordu. Zaten genç kadın hepsiyle arkadaş olmuştu. Mehmet'ten yakında evleneceklerini öğrenenler, onlara etrafta yalı aramağa bile başlamışlardı. Mümtaz belki evlenme işlerini çabuklaştırır diye bu projelere seviniyor, sonbaharda kiracılar çıktıktan sonra gidip bakmak üzere adresleri alıyor, Nuran Emirgan'daki evin bahçesi ve döşemesi üzerinde kurduğu hulyalar boşa gitmesin diye, -şimdilik durun! diyordu. Ben bir daha günlerce oturup onları düşünemem...
--Nuran Hanım denizden vazgeçmez... Zaten babası da çok severdi..-
Bunu söyliyen altmışlık kayıkçı. -Hele bir kere bir yalı bulup yerleşin... Bakın sizi nasıl besleyeceğim...- diyordu. Adamcağız elinden gelse bütün Boğaz'ı Tevfik Bey'in yeğenine düğün hediyesi olarak verirdi.
Nuran da Mümtaz da bu halk adamındaki inceliğe bayılıyorlardı. Bazı akşamlar onların sandalına geçer, eski alemleri anlatırdı. Anlattıklarında yaşamış olmanın verdiği bir canlılık vardı.
Çok kazanmış, çok görmüş, çok eğlenmiş, çok acı çekmişti. Fakat tek sevdiği şey deniz olduğu için ondan ayrılmadıkça kendisini bedbaht addetmezdi. -Mezarım, aklım başımda ölürsem denizde olacaktır...- derdi. Nitekim, o kış sonunda geçirdiği hastalıktan sonra bir daha denize çıkamıyacağını doktorlardan öğrenince bir sabah kimse görmeden sahile inmiş, kayığa binmiş ve ayaklarına bir taş bağlayıp kendisini akıntıya atarak ölmüştü. Mümtaz bu ölümü işittiği zaman, çok yakınlarından birisini kaybetmiş gibi üzülmüş; fakat ihtiyar adamın sevgisinden daha kötü bir tesadüfle ayrılmamasına da memnun olmuştu. Bu garip sevgide kendi mizacına ve talihine uygun bir taraf buluyordu. -Yoksulluğa alıştım, ihtiyarlığa alışamadım...- sözü hiç dilinden düşmezdi. Ücretin gümüş çeyrek, fakat bahşişin bazen mecidiye ve hatta sarı lira olduğu devirlerden kalma bir yaşama rahatlığı vardı. Hidiv yalısındaki şenliklerden, körfezdeki mehtap safalarından, Bebek alemlerinden bahsederken, Mümtaz'la Nuran kendilerini adeta o günlerin içinde yaşıyormuş sanırlardı.
Nuran'ın güzelliğine biraz da o devirlerin aksi, yahut hatırası gibi baktığı muhakkaktı. -Çok şey gördüm. Fakat gelin hanım gibi güzel kadın görmedim- derdi. Kendi alemlerinin dışından gelen bu hayranlık Mümtaz'ı bir çocuk gibi sevindiriyordu. Bu ihtiyar adam, sevgilisini beğendikçe uzakta kalmış olmasından azap çektiği bir alemle hiç olmazsa bir noktada birleştiğini sanıyordu.
Fakat asıl mncize Nuran'ın kendisindeydi. Olta elinde, hiç konuşmadan bekleyişinde Mümtaz, çocukların çoğu yapmacık olan ciddiyetlerinin lezzetini bulurdu.
Yarı somurtkan, dünya ile alakası sadece elindeki ipte toplanmış bu bekleyiş arasından, etrafa ait dikkatleri Mümtaz için daima şaşırtıcı olurdu. Sandaldaki ışıkla aydınlanan kısa hareketleri, küçük çalkantılar içinde suların derinliğinden doğru, adeta bilinmez alemlerden gibi kendisine yaklaşan ve uzaklaşan çehresi ona her türlü zihni gayretin üstünden kendisine birçok güçlükleri çözen bir büyü tesiri yapardı. O zaman genç adam, biraz evvelki küçük ve nazlı çocuk hayalinin kurduğu havadan çıkar, kendi iç alem meseleleriyle karşılaşırdı.
Oltanın ilk sarsılışında Nuran'ın yüzü keskin bir dikkatle katılaşır, sonra balık meydana çıkınca beğenmek, beğenmemek telaşı başlardı... Nuran'da her sevdiği şeye çocukça bir atılış vardı. Ve bu atılış neşe, yahut sabırsızlık, Mümtaz'ın en hoşuna giden şeydi.
Mümtaz bütün bu zenginliklerin kendi dikkatinden geldiğini bilmiyor değildi. Fakat böyle de olsa Nuran'da sinir cihazını çıldırtan bir şey vardı.
Bazen bu hayranlıklar o dereceyi bulurdu ki, Mümtaz, saadetini kendi gibi bir faniye çok bulur, delice ihtimallerden korkardı. Böyle anlarda Mümtaz'ın muhayyilesi, mesela büyük deniz ejderlerinin çektiği arabasında, etrafa köpük saçarak gelen bir deniz tanrısının, Nuran'ı elinden alıp bütün etraftaki parıltıların, onların arasından kıvranan, renkli bir akide şekeri hazırlanır gibi eriyen, balık sırtı gibi pul pul, her renkten, her perdeden kadife ve yosun kadar yumuşak gölgelerin toplandığı, en son haberini Anderson'un masallarından aldığımız o deniz altı saraylarından birine götürebileceğine pekala inanabilirdi.
Bu şüphesiz bir hayal oyunuydu. Fakat o gecelerde genç kadında dikkatini çeken bir hal bu vehimlere keskinlik veriyordu. Bazı anlarında Nuran, karşısında iken kendi hayatından çekilmiş görünebiliyordu. Ve bu hal genç adamda, kendi ruh hallerine göre onu bir ölümün perdesi arkasından veya unutulmuş olmanın araya koyduğu uzaklıklardan seyrediyormuş zannını uyandırıyordu.
Mümtaz'ın bu vehim ve korkularda haklı olduğu bir nokta vardı. Gerçekten bir rüya içinde yaşıyordu.
Genç kadın onun dostluğunda bütün imkanlarının açıldığı müstesna iklimi bulmuştu. Bu yüzden her hevesi, her hareketi, her düşüncesi, küçük dargınlıkları, naz ve şımarıklıkları, ufak tefek çolpalıkları bile etrafına bir yığın sır ve güzellik getiren, hayatın nizamını çok mesut buluşlarla değiştiren, sanat kadar mucizeli oyunlar haline gelmişti. Öyle ki, Nuran, Mümtaz'ın hayran bakışları altında her an kendisini ve etrafındaki şeyleri yeniden yaratıyor sanılabilirdi. Bu, sevene, uzviyetinde sevildiğini duyanın cevabıydı. Bu gizli konuşmayı, büyüden dışarıda kalanın duyabilmesine imkan yoktu. Meğer ki, Nuran birbirinden ayrı olarak yasanan bu anlam tecrübesini başka bir zaman kendisinde hazır bulsun ve farkında olmadan hatırlıyarak yaşasın.
Böylece genç kadın, canlı güzelliği ve yaratıcı zekasıyle günlerin kumaşını, ikisi için herkeste olduğundan çok başka türlü dokuyordu.
Dönüşte Tevfik Bey beraberlerinde ise onu Kanlıca'ya bıraktıktan sonra, suyun nefti bir atlas rengini aldığı ve yer yer çok sık ve ancak birkaç yaprağının üstünde aydınlığın cilasını taşıyan bir defne ormanı gibi karanlığa gömülü yalı diplerinden geçmeği seviyorlardı. Bu, gölgenin, sırrın, sükunun içinden geçmekti. Açık bir balkon veya mutfak kapısından, sahipleri henüz yatmamış evlerin pencerelerinden dökülen ışıkların birinden öbürüne atlaya atlaya süren bu yarı deruni alem yolculuğu, birdenbire genişleyen bir körfezde, ayla, aydınlıkla kırılır, Boğaz'ın geceyarısından sonra kazandığı o acayip durgunluk içinde bazen bir projektör, yükselen bir dalganın tepesinde onları yakalar, şimdiye kadar hikayesini duyduklarımızdan ayrı bir göğe çıkışın tablosunu hazırlıyormuş, onları bilinmedik yüksekliklere alıp götümek istiyormuş gibi, üzerlerinde ısrarla dururdu.
Nuran, kendisi yokken görmedikleri bir yığın şeyin arasından, onları aydınlatarak gelen bu aydınlığın ağında şaşırır, Mümtaz'a sarılırdı:
-Bir yatakta yattığımız zaman rüyamda korkarsam, sana böyle sarılacağım.
Bazen etraf, iri bir firuze içinde yaşıyorlarmış gibi yalnız sakin parıltı olurdu. Karanlık su, yıldızların uzattığı büyük mücevher salkımlariyle dolar, kıyıdaki gölgeler, öbür kıyıdaki sandalları kovalar gibi adeta yanıbaşlarında yürürdü.
Gündüzleri o kadar vazıh, her kenarı, her kıvrımı ayrı ayrı işlenmiş gibi meydanda ve berrak güneş altında yalnız kendisi olan koyların, tepelerin, koruların birdenbire kendilerinin de içinde bir vehim, bir hayal oldukları bu rüya hali Mümtaz için sade o ana ait bir lezzet değildi; belki o anda sanatın büyüye yakın sırrını bulurdu. Nuran'a sık sık:
-Bu senin ruhunun içinden geçmeğe benziyor, dediği zaman, ayrı ayrı nizamlarda üç güzelliğin, sanatın, sevilen tabiatın ve hiç bir cazibesi kaybedilmeyen kadının birbiriyle kendi ruhunda nasıl karıştığını, ne acayip. büyüye ve rüyaya yakın bir kıyaslar alemini bir tek realite gibi yaşadığını kendi de farkederdi.
Onun için ara sıra kendisine sorardı: -Birbirimizi mi, yoksa Boğaz'ı mı seviyoruz?- Bazen çılgınlıklarını ve saadetlerini eski musıkinin getirdiği coşkunluğa yorar, -Bu eski sihirbazlar bizi ellerinde oynatıyorlar...- diye düşünür ve Nuran'ı onlardan ayrı düşünmeğe, yalnız başına ve kendi güzellikleri içinde aramağa çalışırdı. Fakat halita onun zannettiği kadar sathi olmadığı, Nuran, hayatına birdenbire gelişiyle kendisinde öteden beri mevut olan, ruhunun büyük bir tarafını yapan şeyleri aydınlattığı adeta kendisini kabule hazır şeylerin arasında saltanatını kurduğu için, artık ne İstanbul'u, ne Boğaz'ı, ne eski musıkiyi, ne de sevdiği kadını birbirinden ayırmağa imkan bulurdu. Çünkü Boğaz onlara mazisiyle. hiç olmazsa bazı mevsimlerde kendiliğinden ayarladığı günün saatleriyle, o kadar canlı hatıranın konuştuğu değişik güzelliğiyle, hazır bir hayat çerçevesi getiriyordu. Eski musıkiye gelince, o kadar sıkı nizamlar içinde kıvranan, fırtına ve gül yağmurlarını boşaltan diyonizyak cümbüşüyle, insana telkin ettiği bütün ömrünce tek düşüncenin, tek ihtirasın avı ve nezri olmak, onun ocağında yanıp kül olduktan sonra, tekrar yanıp tekrar kül olmak için dirilmek fikri ve birbirlerini çok eski ve adeta unutulmuş güzelliklerin içinden arayıp bulmak zevkiyle bu hazır ve her türlü ihtimali karşılayacak derecede zengin hayat çerçevesini doldurmağa teşvik ediyor, bunu yapabilmenin yolunu gösteriyor, onu yaşamağa içten onları hazırlıyordu.
Kaldı ki, eski musıkimiz insanı yok eden, yahut bir hayranlık duygusunda tüketen sanatlardan değildir. Bütün o evliya ruhlu ve tevazulu ustalar, sanatlarının zirvesi ne kadar yüksek olursa olsun, insan hayatının içinde kalıyorlar ve onu bizimle beraber yaşamaktan hoşlanıyorlardı.
Böylece Nuran, Mümtaz için, benliğine sımsıkı bağlanan bu iki yardımcının sayesinde bütün eski, güzel ve asıl şeylerin fani varlığında hayata döndüğü, yaşadığı esrarlı mahluk, zamanı kendi nefsinde ve güzelliğinde yenmiş mucizeli mevcut oluyor, onda sanatının ve iç aleminin nizamlarını buluyordu. Onun yanıbaşında bulunması, onu kucaklaması, sevmesi, genç kadının varlığını aşan kudret haline gelmişti.
İşte bu gece dönüşlerinde Mümtaz'ı o kadar çıldırtan şey, genç kadının kendi muhayyilesinde aldığı bu masal ve din çehresiydi.
Mümtaz, Nuran'ın aşkıyle bir kültürün mirasını yaşadığını, Nevakarın nakış ve çizgisi daima değişen arabeskinde, Hafız Post'un rast semai ve bestelerinde, Dede'nin uğultusu ömründen hiç eksilmeyecek büyük rüzgarında onun ayrı ayrı çehrelerini, aynı Tanrı düşüncesinin büründüğü değişiklikler gibi gördüğünü söylediği zaman, hakikaten bu toprağın ve kültürün asıl yapıcılarına bir bakımdan yaklaşıyor ve Nuran'ın fani varlığı gerçekten, bir yeniden doğuşun mucizesi oluyordu. Çünkü bize mahsus, ta cedlerimizden beri gelen ve terbiyesi en tene bağlı türkülerimizde bile hiç olmazsa kanlı bir şehvet rüyası halinde tekrarlanan sevme tarzı, sevgilide bütün kainatın toplanmasını isterdi. İstanbul'un, Konya'nın, Bursa'nın, Kırşehir'in evliyalariyle halk türkülerinin anlattığı efe, dadaş aşkları, çocukluğuna kulak verdiği zamanlar unutulmuş senelerin içinden gelen bütün o gür, hasretle arzuyle, kendisini tüketmek ihtiyaciyle dolu nağmelerin, Bingöl ve Urfa ağızlarının, Trabzon ve Rumeli türkülerinin kanlı ve bıçaklı maceraları bu sevme tarzında birleşiyorlardı.
Onun için Mümtaz bu kainatın kanlı bıçaklı devrinde tek bir aşka ve Fransızlardan bize geçen tabiriyle -küçük bir kadın- vücudunun güzelliğinde kendisini hapsetmekten müteessir olmuyor, kendi iç aleminin bu aşkla taş taş kurulmasını seyrediyordu.
Ya Vaniköy'de fabrikanın yanıbaşında veya Kandilli'nin öbür ucundaki boş rıhtımlardan birine çıkarlardı. Yolun geri kısmında onun yorgunluğunu kendi vücudunda paylaşmak Mümtaz'ın zevklerinin sonuncusu olurdu.
Sonra Nuran'ın evinin duvarlariyle, talihinin öbür yüzü gibi karşılaşır, ondan kapıda ayrılırdı.
Beraberinde genç kadının yirmi dört saatinden o kadar canlı ve güzel şeyler götürmesine rağmen, Mümtaz bu yalnız dönüşleri hiç sevmezdi.
İlerlemiş saatin, sessizliğin, hazdan yorgun düşmüş sinirlerin, yalnızlığını daha koyu, daha tahammül edilmez yaptığı bu dönüşlerde, Mümtaz'ın içinden geçenleri Nuran çok defa bilmezdi.
Mümtaz Nuran'ı her eve bırakışında bunu sonuncu zannederek korkardı. Ona göre insan ruhunun en az tahümmül edebildiği şey, -belki daha ötesi olmadığı, kendimize mühlet vermeden yaşamağa mecbur olduğumuz için olacak- saadettir. Istırabın içinden geçeriz. Tıpkı çalılık, taşlık bir yolda yürür, bir bataktan kurtulmağa çalışır gibi ondan sıyrılmağa çalışırız. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririr.
Hapishanelere bakın, mahkeme zabıtlarını, günün olanını bitenini ince satırlarla bir köşeye kaydeden gazete kolleksiyonlarını karıştırın, daima bir gün kendi saadet yükünü taşımaktan bıktığı için bir tarafa atılıvermiş biçareleri görürsünüz.
Mümtaz bunu bildiği gibi mesut olduklarını da biliyor ve onun için bu saadetin bir gün kaybolmasından korkuyordu. Evlenmelerinin gecikmesi, genç kadının bu kadar beraber yaşamak arzusuna rağmen bir türlü evlenememeleri, onu içten içe kederlendiriyordu. Ayrı evi olmanın hakiki manası, ayrı vazifelerin, ayrı hazların, ayrı ıstırapların da bulunması demekti. Nuran iki hayatı birden yaşıyordu. Bu demektir ki, çok tehlikeli bir muvazene içindeydi. Bu muvazene birdenbire herhangi bir ağırlıkla kendi aleyhine dönebilirdi.
Daha o zamanlardan genç kadının bu yazı bir istisna gibi kabul ettiğine inanmıştı. Onda sonrası için, yalnız zamandan bir şeyler ümit eden bir hal seziyordu. Kendisine bir gün, -Bu yaz, bizimdir Mümtaz, her deliliği yaparız- demişti. Mümtaz'ın kafasında bu cümle Nuran'ı kaybetmek korkusu ile binbir kılığa girmişti.
Bununla beraber bu zalim düşünceler uzun sürmez, her fikir zıddiyle beraber geldiği için, Mümtaz onlardan çabuk kurtulurdu. Hayatına iyice girdikten sonra Nuran Mümtaz'ın muhayyilesinde birçok kıyafet değiştirmişti. Daha doğrusu, korkutan ve hayran eden Nuran'ların yanıbaşında sırf kendisi için yaptığı fedakarlıklarla, hiçbir serzeniş ve şikayette bulunmadan hayatını onun için ikiye bölüşüyle bir üçüncü Nuran daha peyda olmuştu. Bu arzudan, aşktan, hayranlıktan daha yüksek, daha derin, şahsına ait her türlü kaygıdan uzak, içinde sonsuz bir med gibi yükselen şefkat duygusunun Nuran'ı idi. Mümtaz onu kendisinden uzak da olsa, daima mesut, daima yekpare bir ruh ahengi içinde görmek isterdi.
Bu duyguyu kendisinde bulması Mümtaz için hakiki bir selamet, hatta bir nevi olgunluk oldu. O zaman içinde yaşadığı saadeti kendisine sadece şahsına ait bir şey gibi görmemeğe başladı ve ruhu insan talihine başka türlü açıldı.
Teşrin ortalarına doğru saadetleri yavaş yavaş gölgelemeğe başlamıştı. Her ikisi de kendi içlerinde bu saadetin bir nevi durgunluk içinde mumyalanmağı andırdığını müphem surette duyuyorlardı. Kanlıca kahvesinde bunları konuştular. Bu en güzel günlerinden biri olmuştu. Nuran'la sabahleyin yalıda buluşmuşlar, öğlene doğru Emirgan'a geçmişlerdi. Akşamüstü iskeleye indiler. Emirgan kahvesi ve meydan serin ve tenhaydı.
Emirgan'dan ayrıldıkları zaman güneş epeyce arkaya kaymıştı. Onun için karşı yaka doğrudan doğruya akşam ışığını alıyordu. Bu, çok hasretli, sıcak, insanı kavrayan ve boğazına tıkılan, göğsüne eski bir türkü gibi çöken bir ışıktı. Baştan aşağı parıltı olan bir denizde bu ışığa doğru gitmek, her gün yaptıkları yolculuklardan ziyade iyi bir talihe, vadedilmiş bir toprağa doğru koşmağa benziyordu.
Ne Mümtaz, ne Nuran o akşam ikide bir kabaran dalgaların lacivert rengini başka zaman gördüklerini pek hatırlıyorlardı. Bu lacivert rengi, sanki bir Fra Angelico tablosu hazırlanıyormuş gibi koyu yaldız ve mücevher tozu ile birleştiren son bir dalga, hakikaten bu ressamın ve ona eşit velilerin ruhlarındaki mağfiret tufanı gibi ışık içinde bir dalga onları Kanlıca iskelesine adeta fırlattı. O kadar ki kayığın bir ucu neredeyse rıhtımda kalacaktı.
Mümtaz bütün ömrü boyunca etrafı bu kadar mesut görmemişti. Bu kendi içinin saadeti değildi. Belki bütün kainat, insan, ev, ağaç, önlerinden denizi yalayarak geçen yelkovan kuşları, küçük hayvanlar, biraz ötedeki karpuz ve kavunlar, hepsi çok uzun bir uykudan uyanmış gibiydiler. Hatta iskelede yakası açık. balık tutan polisin oltasında sallanan biçare bir izmarit bile ömrünün en güzel anını yaşıyormuş gibi bu aydınlık içinde, oltanın gidip gelişiyle kendi kısa ömrünün sonunu sayan bir rakkas olmaktan mesut görünüyordu. Polis belki de etraftaki bu renk cümbüşü kendisini şaşırttığı için, yahut genç kadının yüzündeki saadet hissi hoşuna gittiği için, açık yakasına, kemersiz ceketine uymayan bir ciddiyetle çok resmi bir selam vermiş ve -Hoş geldiniz efendim, ayağınız uğurlu imiş.- diye oltasiyle sabır ve tahammülün bu beyaz pul pul sembolünü adeta başlarının üzerinden geçirerek onları selamlamıştı.
Bu yarı resmi ve oltada can çekişen izmaritle hemen hemen trajik karşılanmaya gülerek kahvenin önüne oturdular. Karşılarında iki hanım iskelede vapur bekliyor, arkada birkaç ihtiyar sükunetle akşamı tadıyorlardı.
Işıktan, kenarlardan, hacimlerden, teknik oyunlardan ayrı, hepsinden üstün bir şey eşyada gülümsüyordu. Bu adeta yaşanmış bir zamanın hatırası idi. Bütün sıcaklığı bir hatıra gibi derinden geliyordu. Yahya Kemal'in ortalıkta dolaşan beytini hatırlayan Mümtaz:
-Kanlıca'nın ihtiyarları arkamızda, sonbahara hazırlanıyorlar... dedi.
Nuran beyti yavaşça okudu.
Günler kısaldı. Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Ve ilave etti:
-Bir insanın bir şehri böyle zaptetmesi beni hayran ediyor. Bu beyti her işittikçe hatırıma Rodin'in Calais burjuvaları geliyor...
Mümtaz:
-Çok büyük bir şey, hiç değişmiyecek bir şey yakalamış... diye onun sözünü tamamladı. Bu sonbahar saati ancak böyle anlatılabilirdi. Herşey yazın bittiğini gösteriyordu. Sade bu düşünce onlara çok mühim bir anı yaşadıkları vehmini veriyordu. Bu vehim içinde etrafı dinlediler.
Yaz bittiği için mahzundular. Birkaç gün evvel Nuran Mümtaz'a ilk kırlangıç kafilesinin başları üstünden geçtiğini göstermişti. Bu sabah da yalıya, yolda bulduğu üç kuru meşe yaprağiyle gelmişti. Ölüm kurdu yaprakları kenarlarından ısırmış, yavaş yavaş bir akşam kızıllığı ile ortasına doğru yürümüştü. Yumuşak yaprak, bir akşamdan koparılmış gibi sert, madeni bir hal almıştı.
Tek bir kuş sesi, uzakta tıpkı bir orkestrada kemanlar ve viyolonseller arasında bir flüt sesinin birden uyanışı gibi, acayip bir hasreti iki üç defa tekrarladı. İkisi de bu hasretin arkasında çalışan, şüphesiz onunla müphem surette alakalı, belki onu besleyen, böyle keskin yapan, fakat ondan ayrı faciayı düşünüyorlardı. Bu anda büyük korularda ağaçlar nesglerinin gittikçe azaldığını duyuyorlar, dallar üşüyormuş gibi birbirlerine yanaşmak istiyorlar, kuru yapraklar en ufak bir sarsıntıda düşüyorlardı. Her taraf bir bahar gibi renkliydi. Sakız ağaçları erguvanlar gibi, fakat daha mahzun kızarmışlardı.
-Bir sabah erkenden Emirgan korusuna gidelim. Ağaçların adeta titreye titreye uyanışı çok güzel oluyor...
Nereden kabardığı bilinmeyen bir küçük rüzgarla harekete geçen bir bulut parçası, evvela bir gül bahçesi oldu, sonra ince ince parçalara ayrılarak ta başlarının ucuna kadar ilerledi ve orada yeleleri alevli siyah bir atın ön ayaklarına doğru bir halı gibi serildi. Kalktılar, yavaş yavaş yürüdüler. Dağ ile yalı duvarları arasındaki gölgeli yol alacakaranlıkta bir eski mabet dehlizine benziyordu. Bu dehlizde, duvarların üstünden kendileriyle beraber yürüyen akşamı dallar arasından seyrediyorlardı.
Herşeyin kendi yükü altında ezildiği bu saatte, elele içlerindeki garip talih sezişiyle Anadoluhisarı'na kadar geldiler. Orada iskelenin sağındaki küçük kahveye girdiler. Gece adamakıllı inmişti. Bütün iskele boyunu lüfer avına çıkmış sandallar kaplamıştı. Her akşamki eğlencelerini, çok yabancı bir şeymiş gibi seyrettiler. O dakikada birisi hayata güvenip güvenmediklerini sorsa, ikisi de -hayır; fakat böyle olduğu için çok mesuduz!- cevabını verirdi...
-Hayır... Fakat ne çıkar? Bu dakikada mesuduz.
Yolda hep yeni tuttukları evi konuştular. Talimhane'de küçük bir apartıman bulmuşlardı. Nuran'ın annesi bu sene Kandilli'de oturamıyacağını söylemişti. Tevfik Bey'in romatizmaları da epeyce rahatsız ediyordu. Belki de lüfer eğlenceleri ihtiyar adama yaramamıştı. Onun için onlar İstanbul'a geçeceklerdi. Mümtaz, -Dünyada tek başıma burada oturamam!- demişti. Zaten Kandilli'de otursalar bile, o sessizlik ve tenhalık içinde yazın olduğu gibi rahatça buluşmalarına imkan yoktu.
Evden memnundular. Nuran'ın becerikliliği sayesinde oldukça ucuz düşmüştü. Evi döşerlerken Mümtaz İstanbul'a bir zaman ne kadar çok ecnebi eşyası geldiğini anladı. Hemen her koltukçu dükkanında her nevi üsluptan mobilya vardı. Mümtaz Nuran'la onların arasında dolaşırken İstanbul'da değişen zevk ve hayat standartlarını düşünüyordu.
--Hiç şüphesiz kafamız da böyledir.-
Sonra, Fatma'nın sıhhatinden bahsettiler. Nuran'ın bütün üzüntüleri bu noktada toplanıyordu.
Mümtaz Nuran'ın evinde ve Tevfik Bey'le geçireceği bu geceye kaç günden beri hazırlanmıştı. Kandilli'den taşınmadan evvel, Nuran'ın içinde yaşadığı bu evin, onu tanımadan evvelki günlerini bir kere daha kendisine vereceğini sanıyordu. Çünkü bu hulya adamı birkaç türlü yaşamasını biliyor ve seviyordu. Onun için bahçede yemek yerlerken, Tevfik Bey'le konuşurken, Nuran'ın annesine cevap verirken, genç kadının çocukluk rüyalarını, uzun sonbahar gecelerinde sarsılan camları ve yaprakları hışırdayan ağaçların küçük Nuran'ın uykularına ilham ettiği hayalleri pekala düşünebilirdi. Fakat Fatma'nın hırçınlığı bütün bu hulyaları imkansız yaptı.
Çocuk, Mümtaz'ın daha kapıdan ayak attığını görür görmez aksiliğe başladı. Vakıa genç adama karşı herhangi bir şey yapmıyordu. Yalnız ikide bir ortadan kayboluyor, herkesi meraka düşürüyor, ufak tefek haşarılıklar ediyor, Nuran Mümtaz'la konuşurken sözü kesmek için daima bir bahane uyduruyordu. Buna mukabil Mümtaz'la ahbapça konuşuyor, yeni gitmeğe başladığı mektepten, arkadaşlarından bahsediyordu.
-Yaşım büyüdü. Artık bebeklerden bıktım. Arkadaşlık için kedi, köpek, böyle bir hayvan istiyorum.
Mümtaz, isterse kendisine bir küpek yavrusu hediye edeceğini söyleyince birdenbire kaşları çatıldı. Onun getireceği bu köpek yavrusu ile nasıl oynayabilirdi? Adeta düşmanın müttefikini eve sokmak gibi birşeydi. -İstemem...- dedi. Etraftan, -Böyle mi denir yavrum? Teşekkür etsene...- diye ısrar edilince büsbütün şaşırdı. Mümtaz'ın önünde azarlanmak ona çok ağır gelmişti. Dudakları titriye titriye -Teşekkür ederim...- dedi ve ortadan kayboldu.
Mümtaz bu anda izin alıp gidebilseydi belki de hayatı büsbütün başka bir şekil alırdı. Fakat talih kalmasını istedi. Zaten sakınmak sevkitabiisiyle doğmuş insanlardan değildi. Hayatının her hadisesi onu yolun ortasında açık bir hedef gibi bulurdu. Bu sefer de öyle oldu. Ne Nuran'ı ne de Tevfik Bey'i bırakabildi. Yemeğe davetliydi, kalacaktı.
Sekize doğru rakı sofrasına oturdular. İhtiyar adam bu işteki bütün maharetini sarfetmişti. Yaşar bile sofrayı görünce bütün sıhhat endişelerini bir kenara atarak bir iki kadeh rakı içmeğe karar verdi. Akşam güzel başlamıştı. Süren yağmurlara rağmen ortalık sıcaktı. Bahçede nar ağacının dibinde, sonbahar akşamlarının birden çöken karanlığında tek bir lamba altında bu akşam keyfinde Mümtaz'ı içten yakalayan bir şey vardı. Hemen herkes neşeliydi. Nuran bile günlerdir kendisini bırakmayan sıkıntılardan kurtulmuşa benziyordu.
Fatma'nın sofraya gelişi bütün havayı bozdu. -Beni de alın, ne olur, yalnız başına yemek yemiyeyim...- diyordu. Fakat biraz sonra Mümtaz'la Nuran'ın karşı karşıya oturmalarına tahammül edemedi. Bunlar hep alışılan şeylerdi ve Tevfik Bey'in anlattığı meddalı hikayesi bütün bu küçük huysuzlukların üstünden aşıyordu. Üçüncü kadehte Fatma, içeride unutulmuş bir şeyi almak için yerinden kalktı ve bir daha sofraya dönmedi. Kuyunun başında kendisine raks ile koşma arasında bir eğlence icat etmişti. Ellerini yeni doğmuş aya sanki kendi attığı topu yakalamak ister gibi kaldıra kaldıra oynuyordu. Yüzü garip bir sevinç içinde, bütün dişleriyle gülüyordu. Hemen herkes olduğu yerden onu seyrediyordu. Sonuna doğru kahkahaları arttı ve hareketleri daha çabuklaştı. Kendi üzerinde her dönüşte ellerini çırparak iki yanına indiriyor, sonra yine yukarıya, ayın altın topuna doğru bütün vücuduyle uzatıyordu.
Mümtaz bu küçük çocuğun hareketlerindeki ritme şaşıyor, -Elime bir geç, ben seni nasıl yetiştiririm görürsün!- diyordu.
Dostları ilə paylaş: |