Fatma'ya garip bir bağlanışı vardı. Bu, biraz Nuran'ın çocuğu olmasından, biraz da ıstırabını anlamasından geliyordu. Çocukları sevmekle beraber, Fatma'nın halinde kendi çocukluğuna benzer bir şey buluyordu. Daha genç yaşta ve başka şekillerde olmakla beraber, onun keder ve kıskançlığında kendi çoculuğunun yalnızlığına benzer bir hal vardı. Ve muhakkak bir gün Nuran'ı kıskanacak olursa Fatma'ya çok benzeyeceğini, onun gibi huysuz, somurtkan ve içli olacağını biliyordu. Zaten o dakikada onu kısa mavi entarisi ve ince bacaklariyle erişilmez tabakalar arasında bir seyahate hazırlanmış gibi kendi sevincinin hızında döner görüp de beğenip sevmemek kabil değildi. Fakat içinde garip bir rahatsızlık da başlamıştı. Bu kahkaha ve artan sürat isteri nöbetine çok benziyordu ve sonuna doğru ahenkli hareket bir nevi yarıda kalmış düşme tecrübelerine benzemişti. Bunu büyük annesi. Nuran, hepsi farketmiş olacaklar ki -yeter Fatma, düşeceksin...- diye bağırmışlardı. Fakat onlar bağırdıkça çocuk hızını arttırıyordu. Nihayet Mümtaz mukadder gördüğü bir felaketi önlemek için yerinden fırladı. Fakat gecikmişti. Fatma kuyunun kenarında yerde upuzun yatıyordu. Mümtaz onu kaldırırken Yaşar da yanına geldi. Çocuğunun vücudunda belli başlı bir yara yoktu. Diz kapakları hafif sıyrılmıştı. Fakat deminki isterik gülüş güçlükle çözülen bir hıçkırık yumağı olmuştu ve vücut kaskatıydı.
İşte o zaman günün Mümtaz üzerinde o kadar tesir yapan hadisesi oldu. Yaşar, çocukla meşgul olacağı yerde ona dönerek çok yavaş, adeta yılan ıslığına benziyen bir sesle -bırakın şu çocuğu- dedi. -Yaptığınız yeter... öldürecek misiniz-.
Mümtaz onun o andaki bakışlarını sırtında bütün ömrünce çok soğuk bir şey gibi duyacağını anladı. Hiçbir zaman öldürmek arzusu denen şeyin kendisini bu kadar kuvvetle tek bir bakışta ifşa ettiğini görmemişti. Bu bakışların yanında bıçak, zehir, hatta demin kulağının dibinde ıslık çalan ses masum eğlenceler halinde kalırdı. Buna rağmen çocuğu alt kattaki kışlık odaya taşıyan Mümtaz oldu. Yaşar içini boşalttıktan sonra sadece seyirci kalmıştı. Çocuğu kanapenin üstüne yatırıp peşinden gelen Nuran'a emanet ettikten sonra Yaşar'daki değişikliği farketti. Kapının yanında ayakta duruyordu. Yüzü bembeyazdı ve baştan aşağı ter içindeydi. İçinde esaslı bir zemberek boşalmış gibi yere yığılmağa hazır tirtir titriyordu. İster istemez -ne oldunuz? Neyiniz var!- diye sordu. Yaşar cevap vermeden yukarı çıktı.
Bahçeye döndüğü zaman Tevfik Bey'i olduğu yerde buldu. İhtiyar adam hiçbir şey olmamış gibi sakindi. Biraz sonra Nuran geldi. Fakat geceyi devam ettirmek kudretini üçü de kendilerinde bulamadılar.
Xİİİ
O gecenin sabahında Nuran erkenden Emirgan'a geldi. Bu, Mümtaz'ın evine habersiz ilk gelişiydi. Bütün geceyi uykusuz geçirmişti. Fatma'nın hırçınlığı geleceğe ait ümitlerinden bir zaman için olsa bile vazgeçmeleri lazım geldiğini öğretmişti. Yaşar'ın çocuğu yerden alırken Mümtaz'a fırlattığı o kin dolu bakışı hala çok kötü ve zalim bir şey gibi içinde hissediyordu.
Yaşar zavallı bir budala idi. Fakat annesi bu budalayı dinlerdi. Yakında belki onu da evlenmelerinin aleyhine döndüreceklerdi. Hulasa bir yığın engel vardı. Eninde sonunda Mümtaz'dan vazgeçmeğe mecbur kalacak, yahut çok delice bir iş yapacaktı. Her ikisinin de hayatı zehirlenecekti.
Mümtaz da gece uyumamıştı. Hatta yatağa girmek zahmetine bile katlanmamıştı. Geç vakte kadar şurada burada dolaşmış, sonra alt katta sofada oturmuş, kendisini bir türlü veremediği şeyler okuyarak sabahı etmişti.
Nuran'ı karşısında görünce iş değişti. Nuran, onu seviyordu. Nasıl olsa bu işin içinden çıkacaklardı. Bahçede biri yeni boyanmış küçük bir çiçek fıçısının üstüne oturmuş, öbürü ayakta bir dala tutunmuş konuştular. Mümtaz'ın fikri basitti. Gizli olarak derhal evlenmeliydiler. Müddet biter bitmez -daha bir ay vardı;- müracaat ederlerdi; bu iş bir çırpıda halledilirdi. Emrivaki karşısında ne Fatma, ne annesi bir şey diyebilirdi. Bir çocuk üç gün ağlayabilirdi. Nuran, dayısının da böyle düşündüğünü biliyordu.
--Vakit geçirmeyin... Bir çocuk fantezisi için insan saadetini tehlikeye atmamalıdır...-
Fakat Nuran annesinin üzülmesinden korkuyordu:
-Hele habersiz... Dünyada olmaz, o gün ölür, diyordu. Evde kendisine sorulmadan bir sandalyenin yerinden kalkmasına razı değil, yüreğine iner.
-Hiçbir şey olmaz...
-Sonra Fatma'yı düşünün... Ya bir münasebetsizlik yaparsa. Bütün ömrümüz zehir olur... Ben Fatma'yı tanıyorum. Nasıl insanlar içinde yaşadığımı biliyorum.
Genç kadın ümitsizdi.
-Göreceksin Mümtaz, eninde sonunda bizi harap edecekler...
Mümtaz onu daha fazla üzmek istemedi. Nihayet arada vakit vardı. Zaten bildikleri bir şeyi şöyle bir yoklamıştı.
-Bekleyelim... dedi. Sen benden vazgeçmezsen herşeyin çaresi bulunur.
Nuran önünde başka bir uçurum daha açılmış gibi geriledi:
-Bana dokunma Mümtaz... dedi. Bütün felaketim, herkesin bana yüklenmesinden geliyor. İcap ederse kendi başına kalabileceğini düşün... Kendi başına yaşayamıyanlar beni böyle harap ediyor...
Sözlerinin beyhude olduğunu biliyordu. Mümtaz da onlardandı. Bu talihiydi. Herkes biçare bir kadının omuzlarına yükleniyordu. Daha dün Fahir'den bir mektup almıştı. -Sensiz yaşamak çok güç... İster misin herşeyin üstünden geçelim. Kendimize yeni bir hayat yapalım. Çocuğumuzun etrafında!- Bu muhakkak Adile'nin işi olacaktı. Kim bilir Fahir'in kıskançlık damarlarını nasıl kudurtmuştu.
Nuran'ın bu tahmini doğruydu. Yalnız bir nokta daha vardı. Emma Fahir'den ayrılmış, İsveçli zenginle Paris'e gitmişti. Rasyonel hayat hulyalarında daima kötü bir tesadüfün karışmasından şikayetçi olan Emma bu sefer Cenubi Amerikalı yat kaptanına mağlup olmamış, hatta bu cazip tehlikeyi yeni aşıkından uzaklaştırmıştı.
Onun için Fahir, eski karısına dönmek istiyordu. O himaye edeceği, arkadaşlığını yalnız kendisine hasrdebileceği bir kadına muhtaçtı. Uzvi anlaşmamazlıklarına rağmen Nuran'da bu arkadaşlığı tanımış ve sevmişti. Şimdi bu sıcak mahremiyetin yokluğu her an için bin türlü hayalle canlanıyordu. Kaldı ki; Adile Hanım iki üç tesadüfte ona Nuran'ın Mümtaz'ı sevdiğini, onunla ne kadar mesut olduğunu anlatmıştı.
-Doğrusu Fahir, Nuran'dan yana üzülmene lüzum yok. Kız mesut. Sen de mesutsun. Zaten birbirinizi anlamıyordunuz... Fakat ben çocuğa acıyorum. Arada harap olacak...
-Birbirlerini seviyorlar... Bütün Boğaz onların! Görsen hiç eski Nuran değil... Senin ona yaptığın fedakarlıkları düşünüyorum da...
Adile Hanım bir asab krizi hazırlamakta, uyumuş ihtirasları canlandırmakta gerçekten kudret ve hususi metod sahibiydi. İki, üç konuşmada Nuran'ı yalnız yeni aşkının içinde göstermekle Fahir'de, bıktığı ve yatağını kendi isteğiyle terkettiği karısının çok yeni ve hiç tatmadığı bir hayalini yaratmağa muvaffak olmuştu. Onu dinlerken Fahir, Nuran'ı hiç tanımadığını anlıyor ve Adile Hanım tekrar bir anlaşma imkanından hiç bahsetmediği için, Fahir'e Nuran'ın sevgisi ebediyen kaybettiği bir cennet gibi görünüyordu. Öbür taraftan ise Fatma'nın hayatı ve talihi üzerinde en hissi bir romancı gibi duruyor, kızın biçareliklerini durmadan anlatıyordu.
Fakat bununla da kalmıyordu. Eski üniversite arkadaşı Suat da Nuran'a bir mektup yazmıştı. -Konya'dan hasta ve harap- geleceğini, sanatoryumda yattığını söylüyor, eski dostluklarını hatırlatıyor, -yalnız sen beni iyi edebilirsin!- diyordu.
Nuran Suat'ın vaktiyle kendisini sevdiğini biliyordu. Fakat Fahir'i ona tercih etmesiyle aralarında herşeyin kapandığını sanıyordu. Üstelik Suat Mümtaz'ın akrabasıydı.
-Beni ara sıra gör. On senedir yalnız senin için yaşadım. Sana muhtacım!- diyordu. Suat'la aralarında hiçbir şey yoktu. Fakat ona muhtaçtı. İyi ama, kendisine kim yardım edecekti? İstediği huzuru ona kim verecekti? Yavaş yavaş yarı şehir sırtına yüklenmişti. Halbuki kendisine yardım eden yoktu.
--Ben hastabakıcı değilim.-
Mümtaz genç kadının nerde ise ağlayacağını gördü. Onu kolları arasına aldı.
-Bana güven... Göreceksin herşey düzelecek...
-Hiçbir sey düzelmez Mümtaz... Bizim hayatımız böyle gidecek. Sen kendini kurtar... Ben mahkumum...
Mümtaz scvgilisini o güne kadar böyle bir yeis içinde görmemişti. Bu sade Fatma'nın münasebetsizliği yüzünden olamazdı. Buna aylardır alışmışlardı.
-Ne oluyorsun, başka bir şey mi var?..
-Ne olacağım, herkes bana yükleniyor... Al oku...
Ona iki mektubu da uzattı. Fahir'in mektubu kısa, bir yığın manasız şikayetle doluydu. Bütün hatalarını dilediği tek bir afla unutmağa hazır bir hali vardı. Fakat Suat'ın mektubu garipti. Bu evli adam, Mümtaz'la Nuran'ın seviştiklerini ve evleneceklerini bile bile, ona aşktan bahsediyor, çağırıyor, gel! diyordu. Sanki delinen ciğerle beraber bu on senelik veya daha eski aşk da bir yanardağ gibi patlamış, Koch basili yerine bir yığın ateşli kelime, şikayet ve yalvarma savuruyordu. Evlilik hayatının mahremiyetlerini sayıyor, İstanbul'dan uzaktaki hayatının manasızlığını anlatıyor, Nuran'dan başka hiç kimse ile mesut olamayacağını üst üste söylüyordu. Ne karısı, ne çocukları gözündeydi. -Sana muhtacım... Sensiz harap olacağım... Hayatımda birçok şeyleri denedim. Fakat yanımda sen olmadığın için... Bugün işte bir sıfırım.-
Mümtaz bu mektuptan öbüründen fazla korkmuştu; çünkü Suat'ı yakından tanıyordu. O ta çocukluğundan beri karşısına çıkmıştı. Mümtaz'a bir türlü tahammül edemeyişini bütün ev halkı bilirlerdi. Bununla beraber ona karşı bir nevi sevgisi de vardı. Bazen Mümtaz, -Beni İhsan'dan kıskanıyor...- diye düşünürdü. Suat'ın bazı kuvvetleri olduğu muhakkaktı. Çok okur, cesur düşünürdü. Evlilik hayatında pek mesut olmadığını da biliyordu. Kendisiyle muttasıl alay etmesine, onu şaşırtmaktan hoşlanmasına, bazen garip mizacıyla açıkça düşmanlık etmesine, onu içinden yıkmağa çalışmasına rağmen Mümtaz da Suat'ı severdi. Sever ve ondan korkardı. Fakat bu cinsten bir hareketi beklemezdi. Nitekim Suat, Nuran Fahir'le sevişince hemen o da evlenmiş, genç kadından çok uzaklara gitmişti. Mümtaz bu aşkın yenileşmesinin hastalığın verdiği bir i'tisaf arzusu olduğunu anlıyordu. Mektup ancak o cins hastalarda görülen sabırsızlık, bedbinlik ve şikayetle dolu idi. Onun için bu mektuptan daha fazla korkmuştu. Fakat korktuğu başka bir şey daha vardı. O da, Nuran'ın etrafına karşı bu kadar müdafaasız oluşuydu. Bu iki mektubun genç kadını böyle harap etmesinin başka manası olamazdı. O anda Mümtaz, Nuran'ın düşüncesinin bir ucunun Fahir'de, öbür ucunun Suat'ın hasta yatağının başucunda dolaştığına emindi. Genç adam bu zalim endişe içinde düşündüklerini keşfetmek korkusu ile sevdiği kadının yüzüne bile bakamadı.
Ve belki de bu yüzden, herhangi bir şey yapmak için mektupları yavaş yavaş yırttı.
Nuran olduğu yerde kendisinden medet uman bu mektupların yırtılışını uzak bir şey gibi seyrediyordu.
-Benim bildiğim Suat yaz başında hastaydı, şimdi iyi olmuş olması lazım.
Genç kadın oturduğu boyalı fıçıya, bahçenin dün akşamki yağmurdan ıslak otlarına, kestanenin buruşmuş yapraklarına baktı. Sanki bilinmeyen şeylerle zengin, ağır, iyi hazırlanmış bir renge benziyen bir güneş bahçeyi dolduruyordu. Mevsim bitmişti. Hayatın sade aşk ve eğlence, sadece fantezi ve coşkunluk tarafı tükenmişti: Yalnız bir yük gibi taşınacak tarafı kalmıştı. Fakat her taraftan o kadar çok şey uzanıyordu ki, hangisini yükleneceğini bilmiyordu. En iyisi, en yakınında olanına, sevdiğine kendisini teslimdi. Omuzunda Mümtaz'ın kolu, o kadar mesut olduğu, her karış toprağı için ayrı hulya kurduğu bahçeyi geçti ve eve girdi.
Mümtaz için bugün dünden ağır tecrübe idi. Sevdiği kadını rahat bırakmıyacaklardı. Bunu biliyordu. İnsanlara açık bir tarafı vardı. Onun için behemehal evlenmeliydiler. Fakat...
-Onu zorlayabilecek kudreti kendimde bulabilecek miyim?..- Kendisine güvenmiyordu. Hayatta kendisi için tek bir adım atamıyacak kadar zayıftı. Bunu şu dakikada öğrenmişti.
O gün hiç de güzel bir gün olmadı. Bir yığın kalabalığın içinde imişler gibi birbirleriyle adeta uzaktan, bir perde arkasından konuştular. Mümtaz arada büyük enterseptörler varmış gibi, sanki Fatma'nın, Yaşar'ın, Fahir'in, Suat'ın dimağları çalıyorlarmış gibi Nuran'ın sesinin kendisine çok uzaklardan geldiğini sanıyordu.
Garip bir şekilde rahatsızdı. Düne kadar sadece sevdiği insanlar vardı. Bugün ise mantar gibi bir gecede biten bir yığın düşman etrafını sarmıştı. Bütün hesaplarını kapattığını sandığı Fahir tekrar meydana çıkmıştı. Konya'da iki çocuk babası Suat, bir hastahane köşesinden hayatını zehirlemek için, öksürük, balgam ve pıhtılaşmış kan arasından destan gibi mektuplar yazıyordu. Çocuğu olmasını istediği, öyle bağlandığı Fatma, onu mustarip etmek, sevmediğini herkese göstermek, kendisinin bir kurban, bir öksüz olduğunu anlatmak için bütün bir dram hazırlamıştı. Hem de üç defa provasını yaptıktan sonra kuyunun kenarına düşmüştü. Nihayet sonra -Yaşar o ak saçlı budala, o anadan doğma bunak ona hiç yere düşmandı. Kim bilir, daha kimler, neler çıkacaktı? Asıl hazin tarafı kendisinin de içinde bu düşmanlıklara karşılık veren bir tarafın yavaş yavaş doğmasıydı. O zamana kadar, hatta babasını öldüren Rum palikaryasına bile düşman olmamıştı. Fakat şimdi onda da kin başlıyacaktı.
Bunu, içinde kabaran hiddetten anlıyordu. Evet, Mümtaz da, birtakım insanlara düşman olacaktı. Bütün bunlar bir kadını sevdiği, onun tarafından sevildiği içindi.
Bu aşk gibi güzel ve asil bir şeyden, bu kötü dünyamızda tek kurtarıcı saymamız, her selameti kendisinden beklememiz lazım gelen bir duygudan oluyordu. Bu ifritler ondan doğuyordu. Yarın belki kendi kalbi de, tıpkı Fatma'nın, Yaşar'ın, Fahir'in kalbi gibi bir zehir çanağı olacak, insanlar arasında bir yılan gibi ıslık çalarak gezecekti. Suat'ın mektubunu okurken onun humma ile sararmış parmaklarının sahifeler üzerinde gezindiğini gözüyle görür gibi olmuştu. Kötü, çok kötü bir şeydi bu. Hastahane köşesinde, derdiyle pençeleşen bir adam, dışarıdakilerin dünyasını zehirlemeğe çalışıyordu. Bu mektup elbette yalnız kalmıyacaktı. Hastalığın verdiği i'tisaf arzusu, ona kim bilir daha neler yaptıracaktı? Bu, hastalığın sıhhate, neşeye, iyi şeylere bağlanması mıydı, yoksa sadece düşman olması mı?
Talih bu hasta kafanın, sanatoryumda yatarken bütün özlediği şeylerin Nuran'da toplandığını düşünmesini istemişti ve böyle olduğu için Mümtaz şimdi bir hastaya, yardıma muhtaç bir adama kızıyor, onun kemikleri çıkmış yüzünü yumruklamak istiyordu. Bu insan kaderinin bir köşesiydi.
-Asıl karşımıza çıkan odur, diye düşündü. Asıl güreşeceğimiz ve hiçbir zaman yenemiyeceğimiz...
İnsanoğlu güzel şeye düşmandı. Nasıl bilmeden kendi saadetini; başkasının saadetini yıkmak isterdi? İnsanoğlu huzurun, iyiliğin düşmanıydı, kendi kendisinin düşmanıydı.
Belki de Suat hastalandığı günlerde İstanbul'dan aldığı bir mektupta Nuran'ın kocasından ayrıldığını öğrenmiş, bunu son bir fütuhat için fırsat bilmişti. Eski bir hesabı kapamak arzusu... -Mademki İstanbul'a gideceğim, bu işi de hallederim... Yalnız bir kadın, eski bir ahbap, o kadar hatıra var ki arada...
Ertesi gün hava yağmurluydu. Mümtaz İstanbul'a indi. Ufak tefek bazı işleri vardı. İşlerini bitirdikten sonra Şehzadebaşı'na uğradı. Suat hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordu. Bütün gece onun yüzünden harap olmasına rağmen, hastalığını da ayrıca merak ediyordu. Yaz başında Ada'daki lokantada konuştukları şeyler, Suat'ın jestleriyle, alaycı ve yıkıcı gülüşleriyle ve her şeyi affettiren o garip bakışlarıyle bir bir hatırına geliyordu.
İş korktuğu gibi çıktı. Eve uğradığı zaman Ahmet'le Sabiha'yı iki kız çocuğu ile oynar gördü. Sonra misafir odasında Macide'nin akrabasını gözkapakları şiş, yüzü yorgun, ona dert yanarken buldu. Bu, güzel, kibar, giyinmesini bilen bir kadındı. Halinde ıstıraptan ziyade yaralanmış gururun acısı vardı. Mümtaz onun anlattıklarını dinlerken Nuran'ın aldığı mektubu hatırlıyordu. Bu yıkılmış kadını, o sekiz sahifedeki cümlelerden tek birinin kendisine söylendiğini işitmek diriltebilir, başka bir insan yapabilirdi. Fakat Suat karısıyle alakadar değildi. O sadece Nuran'ı düşünüyordu. Hasta kafası garip bir mantıkla ona çevrilmişti. Konya'da genç kadının bahsettiği küçük çapkınlıklarını yaparken, daktilolarını ayartmağa çalışırken bile onu düşünüyordu. Bu üzgün ellerin uzattığı leğene kan kusarken, izin istidasına imza atarken yine onu düşünmüştü. Hastahaneye girer girmez kendi kendine:
--Bu akşam ona mektup yazmalıyım,- demişti ve gözleri tavanda, yüzü humma ile gergin, göğsü hırıltılarla kalkıp inerken bu mektubun cümlelerini tekrar tekrar düşümüştü. Mümtaz bir taraftan genç kadının hikayesini dinliyor, bir taraftan da:
-İğrenç... İğrenç... diyordu. Herşey iğrençti. İnsanlar arasında emiz, rahat hiçbir şey olamazdı. İnsanoğlu saadetin düşmanıydı. Onu nerede görse, nerede hissetse oraya hücum ederdi. İçinde garip bir tiksinme ile evden çıktı. Yolda hızlı hızlı yürüyordu. Fakat genç kadının sesi kulaklarında talihinden şikayetine devam ediyordu:
--Kendisini mahvetti, acıyorum, Macide... Bilsen ne kadar acıyorum... Benim talihim.-
Hepsi iğrençti. Bu acıma, bu talih şuuru da iğrençti. Bu bağlanma, bu şikayet de iğrençti. Suat'ın birdenbire pencereden düşen bir taş gibi hayatının ortasına düşmesi, Nuran'a o mektubu yazması, kendisinin bu hasta adamı şu anda hayatının ayrılmaz parçası imiş gibi hiç durmadan düşünmesi hepsi iğrençtiler.
--Bilmezsin Macide çektiklerimi? Düşün bir kere... Dokuz senedir...-
-Bütün hayatım senden uzakta, kendime bir muvazene kurabilmek için geçti. Fakat bir türlü muvaffak olamadım... Beni ararsın değil mi? O kadar korunmağa muhtacım ki...-
--Ay olur bir kere çocuklarının yüzüne bakmaz. İyi olsun da başka birşey istemem!..-
Korkunç bir şeydi bu. Bir insanın hayatını iki ucundan görüyordu; Nuran'ın ve Macide'nin akrabasının zaviyelerinden. Bu çifte bakışın Suat'ı ortadan kaldırması, yok etmesi lazımdı. Fakat Suat yaşıyordu. O ateş içinde odasına girip çıkan hastabakıcılarının vücutlarını seyrediyor. biraz iyileşince ahbaplığı ilerletmek için gençlerine gülümsüyor, kollarına, yüzlerine dokunmağa çalışıyor, onlarla sadece erkek nahvetini ifşa etmesini istediği üstün bir perde ile konuşuyor, işlerine dair sualler soruyor, manalı latifelerle alay ediyor, bir kaşını kaldırarak cevaplarını dinliyordu. Yarın belki biraz iyileşince bu hastabakıcılardan azar işitecek, belki de tenhada bir de tokat yiyecekti. Fakat bunlar gizli olacak, doktorlarla karşılaşınca mutlaka kendisine -beyefendi- diye hitap etmelerini isteyecek, politikaya, insan haklarına, umumi ahlaka dair en yüksek sesle konuşacaktı.
-Dokuz senedir...- Suat, dokuz sene hastalığının arttırdığı iştiha ile sağa sola saldırmış, genç ve körpe vücutlar düşünmüş, olgun kadınlar aramış, bir tünelin, bir demiryolunun çetrefil hesaplarını yapar gibi, kafasında visal ihtimalleri tartmış, -Bu kadında iş yok, bunda var! demiş; burada sabır lazım, öbürü olursa, sadece arkadaşlıkla olur.- demiş; beraber dans edebilmek, bir odada, bir evde yalnız kalabilmek için çareler düşünmüştü.
Evet, Suat yaşıyordu, hastahane odasında, kendi kafasının içinde, karısının şişkin gözlerinde, çocuklarının ince boyunlarında, hayatlarına temiz çamaşırla dolu bir dolaba karanlıkta giren kirli, yapışkan, parmaklarından pislik akan bir el gibi girdiği, öylece her rastgeldiğini avuçlayarak bulaştırdığı kadınlarda herşeyde yaşıyordu. Ve asıl felaket bu Suat, bildiği ve tanıdığı Suat'tı.
Yağmur altında nereye gittiğinin farkında olmadan yürüyordu. Ara sıra iki bulut aralanıyor, cadde üstünde, evlerin kiremitlerine varıncaya kadar herşey aydınlanıyor, elektrik tellerinde, tepeleri alagarson kesilmiş belediye fidanlarının yapraklarında titreşen damlaların kısacık hayatını sadece aralarından geçtiği için bir inci rüyası yapıyor; herşey, herkes çocukça bir neşe içinde yıkanıyordu. Sonra tekrar sağanak başlıyor, ceketlerini başlarına örtmüş çocuklar koşuşuyorlar, daha yaşlılar şuraya, buraya sığınıyor, cadde, evler, herşey siliniyordu. Siyah, bulaşık, adeta kül rengi bir çamura benziyen bir perde herseyi kapıyor. Herşey yağmurun mahbusu oluyordu. O büyük, şakırtılarla herşeyi dövüyor, tramvayların üstünden, polis kulübelerinin tahtasından, evlerin çatı ve kiremitlerinden sanki büyük orglar, klavsenler imişler gibi sesler çıkarıyor; ara sıra bir şimşek parlıyor, bu koyu, sıvaşık çamur birden, fakat başka türlü aydınlanıyor, sonra tekrar ince ipliklerin ağı iniyordu.
Mümtaz başı açık yürüyordu. Ömründe bu cinsten bir ıstırap duymamıştı. Sanki herşeyden iğreniyordu. Herşey onun için manasızdı. Herşeyde Suat'ın kirli eli, Yaşar'ın o taptaze haremağası yüzünü çerçeveleyen beyaz saçları vardı. Demek böyleydi. Bir insan yirmi dört saatte değişebilir, iki kişiye, iki zavallıya birden düşman olabilirdi. Sevilmeyen bir kiracı, hiç istenmeyen bir misafir gibi iki kişi, hayatınıza taşınabilirler, oradan, sade mevcudiyetleriyle, sade güneş altında nefes almaları, gezinmeleri, duygu ve düşünce benzerlerini anlatırken aynı kelimeleri kullanmalariyle sizi zehirliyebilirdi.
Bir taksi önünde durdu. Şoför, ocaktan yetişme bir külhanbeyi sevimliliğiyle -götürelim ağabey...- dedi. Mümtaz etrafına baktı. Bilmeden, Sultanselim'e kadar gelmişti. Camiin biraz ilerisindeydi. Bir an bu eski camiin serinliğinde kaybolmak istedi. Fakat yağmurun altında herşey öyle sefildi, içinde o cinsten üzüntüler kıvranıyordu ki, nereye gitse ölesiye sıkılacaktı. Şoförün açtığı kapı önünde kendikendine sordu:
-İyi ama, nereye?..
Şoför aynı eda ile:
-Nereye isterseniz beyim... dedi.
-O halde Köprü'ye...
Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Bütün gün bir şey yememişti. Bir an evvel evine gitmek istiyordu. Fakat bu yağmurda, evde ne yapacaktı? Nuran bugün yoktu; zaten gelmiş olsa, bile dönmüş olurdu. Yazı masasını, lambayı, kitaplarını düşündü. Plaklarını gözden geçirdi. Hepsi can sıkıcıydılar. Hayat, çok defa bir şeye asılmakla kabildir. Genç adam bu anda bu mucizeli bağlanışı hiçbir yerde bulamıyordu.
Düşüncesi, her an kutru biraz daha küçülen açıkta sıfıra doğru giden bir diske benziyordu. Herşey bu başdöndürücü dönüşte küçülüyor, ufalıyor, renk ve mahiyetini değiştiriyor, garip bir pelte, Suat'ın sefil ve bulaşık şahsiyetinin iğrenç hamuru haline geliyor ve bu hamur yol boyunca göze çarpan herşeyi içine alıyor, cıvık yığınında döne döne beraberce sıfıra götürüyordu.
Pis şeylerdi bütün bunlar... ve onlarla evine girmek istemiyordu. Elbette bu manasız rahatsızlık biraz sonra bitecekti. Yahut bir değirmen oluğunun boşalması gibi herşeyi kendinde tüketecekti.
Köprü'de sallana sallana yürüdü. Hayır, manasızdı. Eve gidemiyecekti. Bahçesini, yağmur altında çiçeklerin, dalların üzüntüsünü, büyük kestaneyi, ta ilerideki bahçenin ağaç topluluklarını yağmurun nasıl dövdüğünü, nasıl küçük küçük kamçıladığını, sonra büyük hızlarla üzerlerine yüklendiğini tasavvur ettikçe tahammül edilmez bir azap duyuyordu...
-Yalnızlıktan korkuyorum... dedi, yalnızlıktan korkuyorum... Aslında yalnızlıktan değil, Suat'ın varlığiyle değişen itiyatları arasına tekrar girmekten korkuyordu. Döndü, şoförü aradı. Delikanlı daha gitmemişti.
-Beni Beyoğlu'na çıkar... dedi.
Şişhane'den geçerken hava tek bir noktada bir an açıldı. Selimiye'nin üstünde eşi eski minyatürlerde görülen tek hacimli, tek renkli adeta şeffaf bir bulut kütlesinin arasından güneş bir oluktan boşanır gibi boşandı. Bütün şehir bir nevi masal, büyük masraflar ve zahmetlerle yapılmış bir şehrazat dekoru olmuştu. Galatasaray'da arabadan indi. Sapsarı bir aydınlık içinde ilk önce yukarıya doğru çıkmak istedi. Fakat bir tanıdığa rastgelirim korkusuyle döndü. Tepebaşı'na doğru biraz yürüdü. Orada küçük bir bistroya girdi. Yağmur yine hızlanmıştı. Kirli camdan karşı evlerin cephesini döven yağmura, deminki büyük aydınlığa düşüne düşüne baktı.
Dükkan boştu. İşsizlikten sıkılan garson, hiç durmadan gramofonu kuruyor, dans havaları çalıyordu. Mümtaz bir bira ile yiyecek bir şey istedi. Soğuk içki onu kendisine getirdi. Etrafına bakındı. Herşey adeta uyuyordu. Masalar, sandalyeler, boya ve cilası yer yer bozulmuş eski raflardaki renkli alkol şişeleri, dışardan çok muntazam görünmelerine karşılık başbaşa vermiş uyuyor gibiydiler. Garip bir uyku ki, yağmurla tangonun müşterek sağanakları bozmak şöyle dursun ancak çok uzak ve imkansız şeylerin hasretinden sonra gelen bir kayıtsızlık dalgası gibi üzerlerinden geçiyordu. Bununla beraber dükkanın tek müşterisi değildi. Yukarıda musandra gibi bir yerde arkalarını kapıya vermiş bir çift konuşuyordu. Yağmur sesinin ve çalınan parçanın arasında, ömrün hangi ucundan geldiği belli olmayan; fakat bir uçta yaşandığını, talihle bir yerde, haz veya ümitsizlikte sahibinin başbaşa kaldığını gösteren, bir kadın sesi yükseliyor, arkasından daha pes, bir homurtuya benziyen bir erkek sesi ona cevap veriyordu. Bunlar her gün tesadüf edilen yüzlerce çiftten biri olmalıydı. Fakat Mümtaz'ın bozuk sinirleri bu gülüşe benziyen hıçkırıkları birdenbire merak etmişti. İçinde çok mühim, son derecede mühim bir şeyi bekliyen bir insanın hali vardı. Denebilir ki, demin herşeyi iğrenç bir pelte haline getiren, kainatı yutmağa hazır dönüş, Suat'ın çehresi veya adı etrafında herşeyin baş döndürücü bir süratle o sıfıra doğru gidişi bile yavaşlamıştı.
Dostları ilə paylaş: |