Çok beklemeden sesler yükseldi:
-Olmaz, anlıyor musun? Olmaz, korkuyorum, bunu yapamam...
-Çıldırma, mahvoluruz... Hacer, mahvolurum...
-Yapamam... Çocuğumu öldüremem. Karını boşasan ne olur?
Hırıldayan gramofon tekrar dirildi. Tekrar sağanak karşı evin pencerelerini And dağlarının, Panama kanalının, Singapur gemicilerinin, Şanghay balıkçılarının, o anda bu dükkandaki eşyaya, insanlara uzak, yabancı, ölümden öteye uzak ve yabancı kim ve ne kadar şey varsa hepsinin hasreti içinden dövmeğe başladı. Fakat şimdi Mümtaz da bu hasrete kayıtsızdı. Hiçbir davet onu kendisine çekemezdi.
Erkeğin sesi bir daha, fakat bu sefer kopmağa hazır bir keman sesi gibi gıcırdadı:
-Düşün bir kere, intihardan başka çarem kalmaz... Ölmemi istiyorsan o başka...
Kadın, bir müddet bekledi; sonra yumuşamış irade, ezik kıvamsız son bir müdafaa yaptı:
-Ya bir şey olursam, ya ölürsem...
-Sen de biliyorsun ki, bir şey olmaz.
-Ya haber alınırsa... mahkemeye gidersek.
-Konya'dakini kim haber aldı?.. Doktor tanıdığımız... Sen yarın git, yarın herşey bitmeli. Anlıyor musun? Artık bıktım.
Bir sandalye gıcırtısı... Belki de, bir busenin kendisine kadar gelmeyen toprağa düşen çürük şefkatli sesi, arkasından isterik bir hıçkırık... Ve sağanağın, Havana rüyası arasından bilinmez sahillere doğru rastgeldiği her şeyi kökünden sürükliyerek yürüyen gemisi...
-Haydi gidelim, ben Ada vapurunu kaçıracağım. Mümtaz biraz daha köşeye çekildi; ve oradan, Macide'nin akrabasının dokuz senelik kocasını, Nuran'ın aşkını bir hidayet nuru gibi içinde on sene gizleyen adamı, sırtı kambur, yüzünün derisi kemiklerine yapışmış, arkasında ince emprimesi içinde titreye titreye ömrünün yanlış hesaplarını sayan esmer, mor pembesi şapkasının altından kötü taranmış saçları fırlayan zayıf bir kadınla merdivenden inerken seyretti. Suat hesap görürken elini cebine soktu. Cıgarasını çıkardı, yaktı. Kadın:
-Hani, terketmiştin... dedi.
O paketin tersiyle alnını silerek:
-Belli olmaz... diye cevap verdi ve yine o önde, kadın arkada kapıdan çıktılar, yağmurda kayboldular.
Mümtaz, burnunda en adi cinsinden bir tuvalet suyu kokusu, olduğu yerden onlara baktı. Karşı pencereler yağmurun altında yeni bir raksa başlamışlar, herşeyi içine alan bir dönüşle, bir ölümün arkasından etrafa gülümseyerek dönüyorlardı...
Deminden beri yaptığı tahminler doğruydu; bu Suat'tı, Nuran'a kablettarihten beri aşık olan Suat!
Mümtaz onunla gözgöze gelmek korkusu içinde yüzüne doğru dürüst ancak bir an bakabildi. Fakat bütün bu tesadüfleri hazırlayan talih bu anında ayrı bir keşif olmasını istemişti. Filhakika onun baktığı anda Suat, ellerini oğuşturarak bu patırtıyı da atlattık, der gibi hafiften kendi kendine gülüyordu. Bu gülüş Mümtaz'ı günler boyunca düşündürdü. Çünkü genç adam, burada insan iradesinin, hatta şuurlu hayatın dışına çıkmak lazım geldiğini anlamıştı. Bu gülüş, bir yaratılışın gizli gülüşü idi. Suat istediği kadar -zeki bir adam, kötü bir vaziyetten kurtulmasını bilir!- diye kendisini övsün, beğensin, soğukkanlı olduğunu söylesin. Bu gülüş ve onun hayvani memnuniyeti, her kürkçü dükkanında derisini gördüğümüz halde yine zeki olmakta devam eden hikayenin tilkisinden daha aptal, daha şuursuz, fakat aynı cinsten bir sevkitabiiyi ifşa ediyordu ve bu sevkitabii, yalnız kendisine hitap edeni, bir cevap olarak yaratılmışı seçtiği için daima üstün ve muvaffak görünecekti. Hayır, bu sevkitabii etrafında tabiatüstü sırların kaynaştığı o muzlim cazibelerden avını hangi göklerde olursa olsun yakalayan ve oracıkta tüy tüy, kemik kemik dağıtan muhteşem ve zalim iştihalardan değildi. Burada hiçbir masal, iyiye, güzele, büyüğe doğru hiçbir büyük kanatlanma yoktu. Mağlubiyeti kabul ediş tarzı da gösteriyordu ki karşısındaki kadın da aynı cinstendi. Beraberce güreşmişler, o yenilmişti. Yarın ayrılacaklar, herkes yoluna gidecek, o izdivaç hulyaları peşinde, Suat ruhunda vehmettiği avareliği başka fütuhatlarda unutmak hevesinde, başka başka tesadüfleri ve imkanları yoklıyacaklar, sonra bir gün yine karşılaşacaklar, geçmiş hayallerin, korkuların arasından tekrar birbirleriyle birleşecekler; üst üste tepinecekler, tekrar belki doktora gidecekler, oluşun gecesinde henüz gözleri yumulu bir çocuk daha güneşi görmeden şehrin lağımlarına atılacak... ve sonuna kadar, ölüm ağacının bu hazin meyveleri tam çürüyüp düşene kadar talihlerini böylece yaşıyacaklardı.
Yerinden kalktı. Hesabını gördü. Sokağa çıktı. Ağır ağır yürüyordu. Deminki baş dönmesi ve bulantı kalmamıştı; şimdi içinde başka türlü bir azap vardı. Küçük çocuğu düşünüyordu. Yarın ince bir kerpetenle ana rahminden kopacak çocuğu... O da kısa macerasında kendi hayatına girmişti. Yarın ölecekti. Yarın akşam titreyen kanlı bir uzviyet parçası, soyulmuş kurbağaya benziyen acayip bir şey, şahrin lağımlarından birinde yüzecekti.
Yarın Heybeliada'daki santral memuru bir zil sesi işitecek. İstanbul'dan bir ses ona -sanatorym!- diyecek, o elindeki fişi sanatoryum numarasına geçirecek, hastahanede bir konuşma olacak, Suat yatağından kaldırılacak, -Allo, allo siz misiniz?- diyecek, -oldu mu?- diye soracak, cevap gelene kadar kaşları bir an çatılacak, bir an iki haddin arasında bütün uzviyetiyle gidip gelecek, sonra yüzünün çizgileri yumuşayacak, alnındaki ter kesilecek, -teşekkür ederim kardeşim, çok teşekkür ederim. Benden selam söyleyin, ben sonra gider kendisini görürüm.-
Evet yarın akşam doğmamış bir çocuğun başkaları tarafından yaşanacak son macerası buydu. Sonra bir taksi çağrılacak, sapsarı yüzlü hasta bir kadın, bir akrabanın, bir arkadaşın evine dönecek, doktorun hizmetçisi aletleri yıkayacak, küvetler bol su altından geçirilecekti.
Alnını sildi. Galatasaray'dan Taksim'e doğru iki tarafa bakmadan yürüyordu.
Küçük bir çocuk, doğmamış bir çocuk. Bu da hayatına girmişti. Kırk sekiz saatten beri hayatı alabildiğine büyüyor, alabildiğine genişliyordu. Daha kim bilir, neler, kimler girecekti. Bütün bunlar hepsi bir kadını sevdiği, onun tarafından sevildiği içindi. İnsan hayatı buydu. Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı. Yaşamak...
Fakat küçük çocuk, Suat'la hizmetçi halli o biçare kadının çocukları yaşamıyacaktı. Yarın akşam ölecekti.
Bir küçük çocuk kendisinden sadaka istedi. Ayağı, yüzü gözü, elleri hep çamur içindeydi. O kadar ki, sesi bataklıktan çıkıyora benziyordu.
-Allah rızası için...
Mümtaz, nerede ise soracaktı:
-Ne çabuk atıldığın çukurdan çıktın, nasıl böyle büyüdün?
-Allah rızası için...
Eli cebine gitti. Önündeki kir ve çamur yığını bunu görünce biraz daha canlandı, almak için kımıldanan eli paraya kapandı, teşekkür etmeden hemen arkasındakine yaklaştı.
-Allah rızası için... diye tekrar yalvardı.
Ölecekti. Allah rızası için. Ölecekti, yarın akşam. Yine o acayip rotasyon başlamıştı. Herşey etrafında dönüyordu. Bir yıldız süratiyle dönen bir çember gibi dönüyor, döndükçe herşey göçüyor, renk ve şeklini kaybediyordu.
-Allah rızası için...
Bir çocuk ölecekti. Yarın ona telefon etmesi lazımdı. -Herşey oldu, bitti!- demesi lazımdı. Bu yaşamaktı. Bütün bunlar yaşamanın içinde idiler. Şu dükkanın vitrinindeki mayonezli levrek, yanıbaşında ince derisi çok donuk cilalar vurulmuş sarı bir teneke gibi tutuşan ve sönmüş gözleri kirli bir çinko parıltısıyle insana bakan tuzlu balık, Mümtaz'ın ayaklarının üstünde yürüyen bu beyaz ceketli lokanta garsonu hepsi, hepsi hayatın içindeydi.
Hepsi, çoktan beri bu anı, Suat'ın hayatına girişini bekliyorlarmış gibi birdenbire etrafını almışlardı ve yavaş yavaş onu o acayip dönüş içinde daha yakından, daha sıkı şekilde hiçbir kımıldamak imkanı vermeden sıkıyorlardı.
-Ne yapmalı? Yarabbim, nasıl kurtulmalı?- Birdenbire küçük bir güneş ışığı parladı. Bir ağacın tepesi çok yumuşak, çocuk saçı gibi parlak bir ışıkla renklendi. Mümtaz olduğu yerde durdu. İçinde birdenbire garip bir değişiklik olmuştu. Ne o deminki iğrenme, ne de etrafının tazyiki kalmıştı. (Uzun, çok uzun bir uykudan uyanmış gibi etrafına bakıyordu. Tanımadığı bir saadet duygusu ve çok keskin bir hasretle Nuran'ı hatırladı. Gözleri hep o ağacın tepesindeki aydınlıkta, sanki bu ıslak ışık Nuran'a sımsıkı bağlanmış, onun yaşadığı ülkelerden geliyormuş gibi ona baka baka sevgilisini özlüyordu. Hayatında Nuran da vardı ve o mevcut olduğu için öbürleri hayat madalyasının öbür yüzünü dolduran bütün karışık çehreler silinmişti.
Fakat içi yine rahat değildi. İki günden beri onu alt üst eden azap dağılmamış, sadece çehresini değiştirmişti. Şimdi içinde Nuran'a karşı garip bir hasret ve onu kaybetmiş olmanın korkusu vardı. Genç kadını asırlardır görmemiş gibi özlüyor, ona karşı kendisinin de layıkiyle bilmediği suçlar işlediğini sanıyordu. Onu kendisine dargın biliyor, peşinden koşmak istiyor, aradaki mesafeyi imkansız derecede büyük buluyor, olduğu yerde çıldırıyordu.
Beşiktaş'a geldiği zaman gece başlamıştı. Gök arka tarafından açıktı, yalnız sabahın beklendiği taraf, mosmor bulutlarla kaplıydı. Onların hazırladığı gölgenin içinde son ışıkları alan tepeler, evler ve bahçeler, bir büyüden fışkırmış gibi tanınmadık ve anında muhayyileye yapışan hayali çehreler olmuşlardı.
Fakat iskele karanlık ve rutubetliydi. Garip bir üşüme, bir nevi nekahet sıtması içinde yukarıya gidecek bir vapur bekledi. Yüzü iskelenin demir parmaklığında, sanki kendisine ait herşeyle bu demir parmaklığı arasından temas ediyormuş gibi karşı sahile, ucunda Nuran'ın bulunduğu yerlere, bir talih mahbusu gibi bakıyordu. Mümtaz o anda çocukluğunu ağır hüznüyle dolduran bütün hapishane türkülerini hatırlayabilirdi.
Belki de bu hatırlayışle, deminden beri kendi gayretiyle, bir psikozu, bir nevi isteriyi hazırladığı vehmine düştü. Bu vehimle parmaklıkların önünden çekildi ve iç salondaki tahta sıralardan birine oturdu.
Üsküdar önlerinde gece sımsıkı idi. Bu artık ne yazın, ne de eylül ayının herşeyi, bütün kudretleri dışarıda gülen bir çiçek gibi açık gecelerindendi. Birkaç günlük yağmur, vapurun önünden geçtiği yalılarla, denizle, bir gün evveline kadar süren yaz eğlencelerinin, o parlak, tembel ve sedef uğultulu saatlerin arasında aşılmaz bir perde germişti. Nuran bile bu perdenin arkasındaydı ve bu uzaklığın verdiği bir acılıkla, çıldırtıcı bir imkansızlığın içinden gibi kendisine bakıyordu. Herşey orada, bu perdenin arkasında idi. Bütün ömrü, sevdiği, inandığı şeyler, masallar, şarkılar, sevişme saatleri, çılgın gülüşler ve düşünce birleşmeleri, hatta kendisi, Mümtaz bile oradaydı.
Sanki yalnız ümitsiz hatırlayış ve müphem idrakten ibaret solgun ve sıtmalı bir gölge dışarıda kalmış, kaldırımlarına taş yerine ilk temasta canlanan, daha evvelki günlere ait hatıralar haline giren ihsaslar döşenmiş, duvarlarından rutubet yerine eski şarkıların nağmeleri sızan bir dehlize benziyen bu gecede eski varlığını araya araya dolaşıyor, teker teker tanıdığı ışıklara biraz ısınmak için sokulmağa çalışıyor, fakat o yaklaştıkça hepsi kapanıyordu.
Yalıların inik perdelerinden, lüfer geceleri kendilerini o kadar habersiz avlayan neşeli ışıklardan çok farklı, daha dolgun ve mahzun ışıklar sızıyor, yol fenerleri daha buğulu yanıyor, bahçeler, korular yaprak ve renklerini kapatmış büyük çiçekler gibi bir ismin, bir hatırlayışın etrafında çöreklenmiş gölgeler halinde uzanıyordu.
Her şey daha derine, çok içlere kaçmış, oradan çok eski bir hayatın dağılmış izleri, tek başına kaldığı için ferdi hiçbir şeye bağlanmıyan mirasları gibi parlıyordu. Tıpkı Nuran'la beraber gezdiği eski saraydaki büyük mücevherlerin bir vakitler kendilerini taşıyan, onlarla süslenen insanlardan, bütün o beyaz eller, ince, düzgün parmaklardan, her arzunun annesi ve aynası göğüs ve boyunlardan hiçbir şey hatırlatmadan mahfazalarında ve camekanlarında kendi hususi yıldız parıltılariyle tutuşup parlamaları gibi. Vapur istediği kadar hepsinin önünden adeta teker teker saymak istiyor gibi geçsin ve Mümtaz büzüldüğü köşede yol fenerlerinin altında döne dolaşa denize kadar inen ıssız caddeleri, tahtaları hala ıslak iskeleleri, küçük meydanları, Anadolu kasaba istasyonlarının birkaç petrol lambası altında toplanmış yalnızlıklarını andıran bir içe çekilişle buğulu camlarının arkasına çekilmiş yaşayan küçük kahveleri kendi hayatından bir parça gibi seyretsin, onlar kendi varlıklarında herşeyden uzak bu sonbahar gecesini kurmakla kalıyorlardı. Genç adam ikide bir -başka alemde gibi...- diye kendi kendine söyleniyor, düne kadar yaşadığı hayatın kendisini bir gecede nasıl dışına attığına şaşıyor ve sadece -böyle bir şey yok değil mi? Ben yanılıyorum; bana yanıldığımı söyle... Bana herşeyin eskisi gibi herşeyin yerli yerinde olduğunu söyle...- demek için Nuran'ın yanında olmayı istiyordu.
:::::::::::::::::
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SUAT
İhsan kapıdan girerken haber verdi:
-Çocukları gördüm... onlar da gelecekler... sonra birdenbire büyük kestanenin altındaki hasır koltuklarından birinde, ayaklarını bir sandalyeye uzatmış dinlenen Tevfik Bey'e doğru hakiki bir sevinçle gitti; -Sizi görmek saadeti... ceketi, şapkası eliadeydi; hızlı hızlı soluyordu. İhtiyar adam olduğu yerden:
-İhıiyarlıyorsun İhsan Bey!.. dedi. Dizlerinin üzerine attığı ince battaniyeyi silkerek ayaklarına topladı; Macide'yi;
-Benim hanım kızım... diye yanına çağırdı. Macide kumral saçlarını güneşte parlatarak ihtiyar adamın elini öptü; Mümtaz'a ve Nuran'a -birbirinize yakışıyorsunuz!- der gibi sessizce gülümsedi. İhsan, Tevfik Bey'in karşısına oturdu.
Mümtaz, İhsan'a dikkatle baktı. Çoktan beri onda ihtiyarlama alametleri görünüyordu. Saçları adamakıllı kırlaşmış, hafif bir göbek gövdesini ağırlaştırmıştı. Gözünün altında büyük halkalar vardı. Fakat kolları hala edalı, vücut atletikti. Yüzünden deruni bir kudret ifadesi akıyordu.
-Hava çok güzel.... Allah sizden razı olsun çocuklar... Gözlerini keskin sonbahar ışığına sımsıkı kapıyarak yüzünü güneşe doğru uzattı.
-Sümbül Hanım bize neler hazırladı Mümtaz?..
Mümtaz gülümseyerek:
-Sümbül Hanım bugün yardımcı; dedi. İkramı Nuran yapıyor.
Tevfik Bey kalın sesiyle ilave etti:
-Benim nezaretim altında... yüzünden çocukça bir tiryakilik akıyordu. İhsan'ı gördüğüne sevindiği belliydi. Hakikatte dünden beri Nuran'ın bu davetiyle meşguldü. Nuran kendisine Mümtaz'la beraber İhsan'ı davet etmeğe karar verdiklerini söyleyince -öyle ise yemeği ben yaparım!- demişti. Yemek listesini o hazırlamış malzemeyi o seçmişti.
İhsan sevinçli bir -oh!..- çekti. Çoktan beri Tevfik Bey'in yemeğini yememişti.
-Sade yemeği mi ya? Kaç vakittir sesinizi de dinlemedim..
Tevfik Bey başını gökyüzüne doğru kaldırdı; sonra bahçeyi, kızarmış ağaçları, uzaklarda morlaşan ağaç kütüklerini ve dalları, son çimenleri seyretti. Bir arıyı gözüyle bahçe kapısına kadar takip etti. İhtiyar vücudundan garip ve üşümeli bir hayat sıcaklığı geçiyordu.
-Ses kaldı mı dersin İhsan?
Aklı geçmiş mevsimlerde, kendisine Bolahenk Tevfik adını verdikleri zamanlardaydı.
-Kalmıştır, malum ya, sizde hazinesi var. Bu, Tevfik Bey'in ilk hocası Hüseyin Dede'nin bir latifesi idi. İhtiyar adam bu hatıra ile mahzunlaştı; yavaşça:
- Allah rahmet etsin... dedi. Sonra, bugün galiba epeyce şey dinleyeceksiniz! Mümtaz, Emin Bey'i de çağırmış. Ressam Cemil ile beraber... yavaş sesle, bu Cemil Bey'i tanımıyorum, diye ilave etti.
İhsan sevinç içindeydi:
-Olur şey değil! Bu Mümtaz! Gittikçe teşkilatını arttırıyor. Fakat nereden aklınıza geldi böyle?
-Üç gün sonra İstanbul'a taşınıyorum... Nuran gitmeden bir toplanalım, dedi.
-Emin Bey'i nerden buldun?
-Yolda gördüm. Ressam Cemil'e de rica ettim. Hem bana Ferahfeza Ayini'ni çalmayı vadetti.
Tevfik Bey, İhsan'a eğildi:
-Kaç yıl evveldeyiz dersin?
-Sayısız zaman içinde; yani hep aynı yerde...
-Evet, hep aynı yerde... Kendisini yaşlı, iri cüsseli, bütün etrafına hakim bir çınar gibi hissediyordu. Bu halde iken gelirse ölümün de eheminiyeti yoktu. Elverir ki sevdiği şeylerin arasında o kapıdan çabukça geçmiş olsun... Yavaşça öksürdü, sesini yoklar gibi yaptı:
-Merak ediyorum, Emin Dede'nin neyiyle yine yarışabilir miyim? Kendi içinden -ölmek başka şey, ölüme geçmek başka şey.- diye düşündü. Birbiri ardınca birkaç nesilden insanın ölümünü görmüştü. Etrafındaki orman, sanki bu eski çınar iyice görünsün diye seyrekleşmişti. Bu, o kadar garip olmuştu ki, bir zamanlar -belki de hiç ölmem!- diye düşünmüştü. -Belki de beni unutmuştur...- ve böyle bir düşünce, çok civanmertçe kendine güvenişine, uzvi kudretlerine ve onların beslediği o tiryakice hodbinliğine uygun bir şeydi; Fakat bu bir senedir... Onun için Emin Bey'in neyiyle yarış etmeği istiyordu. Bu imtihan on beş sene evvel aklına gelmezdi. On beş sene evvel derinden çekilen tek bir -ah!-la misafir olduğu salonlarda avizeleri çınlatır, tek bir -do- sesiyle karşısında duran bir bardağı çatlatırdı.
Bugün Emin Bey'le arkadaşlık etmek, onun için henüz herşeyin bitmediğini gösterecekti. İhtiyar adam gelirken kudümünü bile beraber getirmişti.
Tevfik Bey bir senedir garip bir şekilde ölüme hazırlanıyordu. Ve bunu ömrü boyunca gösterdiği o asil sükunetle yapıyordu. Hareketlerinin mesuliyetini yüklenmesini bilen adamdı. Şimdi de son kaderi karşılamağa çalışıyordu. Hayır, korkmuyor değildi. Hayatı çok seviyordu. İhtiyarlığa yaklaştıkça maddeden ibaret bu tesadüf rüyasının lezzetini ve güzelliğini anlamıştı. Bütün hayalleri onu bırakmış, dünyası sadece kendisi, yani çeşit çeşit hastalıkla ağırlaşmış vücudu olmuştu., Bu vücut bugün kendisini yeniden ikrar etmek istiyordu.
İhsan: -Bugün Suat da gelecek, dedi. Mümtaz'ın yüzü asıldı. Bunu gören Macide, bir çocuk saflığıyle:
-Yapma... bana ömrümde iltifat eden tek insan...
İhsan hep o sakin tebessümüyle düşüne düşüne:
-Hoşuna gitmeyeceğini biliyordum, dedi. Fakat kendisine göre bir cazibesi, bir nevi zekası olduğu muhakkak. Ama nereye sarfedeceğini bilmeyen takımdan... belki de onun için rahatsız. Bana hep bir yığın duvara başım çarpıyor gibi geliyor. Seni geçen günü Beyoğlu'nda görmüş, tanımamışsın!..
Mümtaz hiddetten çıldırır haldeydi:
-Tanıdım, fakat o kadar fena vaziyetteydi ki, selam verirsem rahatsız ederim sandım! Sonra içinden -daha bakalım, ne alçaklıklar yapacağım! nerelere kadar düşeceğim?..- diye diye küçük meyhanedeki tesadüfü, kadife mor şapkalı kadını, düşürülecek çocuğu, hepsini teker teker anlattı. -Bir kuyuya düşmüş gibiyim!-
-Merdivenden inerken o kadar sinik bir gülüşü vardı ki... hele, şükür bu işi de atlattık! der gibi kadının arkasından el ovuşturması... ve Mümtaz ellerini beceriksizce oğuşturdu. Yaptığının korkunç bir şey olduğunu biliyordu. Yüzünde bir tiksinti işareti ile sustu... Bütün hikayenin devamı müddetince Nuran'ın yüzüne bir kerre bile bakmamıştı. Adeta gözleri yerde konuşmuş, zaman zaman başını kaldırarak ancak İhsan'a bakabilmişti.
-Demek böyle ha... halbuki o senin alkole düşkünlüğünden bahsediyordu. Galiba çok içiyor, diyordu.
Mümtaz -hayatım meydanda!..- der gibi bir işaret yaptı. İçinde acayip bir üzüntü vardı. Nuran'ı darılttığını sanıyordu. -Mel'un... mel'un.- Fakat niçin bu kadar helecan içindeyim! Nasıl aşk birdenbire yine zalim çehresini takınmıştı? -Beni kendine benzetti... bir adım daha...- ve -Senin yüzünden bakalım başıma daha neler gelecek?..- der gibi genç kadına adeta kinle baktı.
Nuran'ın yüzü kayıtsızlığın ta kendisiydi. Fakat Mümtaz'la gözgöze gelince gülümsedi:
-Bize ne Mümtaz, elin adamından?..
İhsan sözü değiştirmeğe çalıştı:
-Üç sene evvel bu yokuş benim için yoktu, fakat şimdi hala yorgunluğum geçmedi.
-Daha gençsin ağabey...
-Hayır, genç değilim, zaten ben hiçbir zaman genç olmadım. Sen de olmadın. Babam, bizim aile, başı önünde doğar, derdi. İçini çekti: Genç değilim, fakat zindeyim... Kollarım yukarıya doğru jimnastik yapar gibi uzattı, sonra göğsünün üstüne bir nevi kuvvet ifadesiyle, kendi vücudundan başka bir şeyi sıkar gibi kavuşturdu. Mümtaz atletik formun güzelliğini dikkatle seyrediyordu. Hareketlerinde adeta geçen zamana meydan okuyan bir hal vardı:
-İnsan için asıl saadet bu, anladın mı Mümtaz? Sonunu bile bile ve o sona rağmen, kendisini idrak etmek... basit bir jest değil mi? Kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturuyorum. Adalelerimi yokluyorum. Basit bir şey. Fakat bütün ölüm çarkına rağmen kendimi ikrar ettim. Varım, diyorum; fakat yarın olmayabilirim, yahut bir başkası, bir budala, bir bunak olabilirim... fakat şu dakikada varım... Varız, anladın mı Mümtaz. Varlığım sevebiliyor musun? Uzviyetine dua edebiliyor musun?.. Ey gözüm, ey boynum, ey kollarım, karanlık ve aydınlıklarım... size şükrediyorum, bu dakikanın sarayında, bu anın mucizesinde beraberce var olduğumuz için; sizinle bir andan öbürüne geçebildiğim için; anları birleştirip düz ve yekpare zaman kurabildiğim için!
Macide içini çekti:
-Varlık yalnız Allah'ın değil midir, İhsan...
Mümtaz çocukluğunda yaptığı gibi onun sesini gözlerini kapıyarak dinlemek istiyordu. İçinden mırıldandı:
-Yavaş yavaş ... yavaş yavaş..
-Elbette Macide, ama biz de varız; biz de varız; belki biz var olduğumuz için o kuvvetle var. Macide'yi nasıl buldun Mümtaz?..
-Latif... latif ve güzel... gittikçe gençleşiyor...
Macide kahkaha ile güldü.
- Ben de yaşlandım galiba İhsan; medhedilmek hoşuma gidiyor artık. Evvelki akşam Suat... sonra sözünü bitirmeden Mümtaz'a döndü. -Mümtaz; bugün kanatlarından biri yandı, farkında mısın?.. Mamafih pek merak etme; bugün ilk defa oluyorsa ehemmiyeti yok. Üç defa için zararı yokmuş, fakat dördüncüsünde...
İhsan karısına baktı:
-Bunu sen mi uydurdun?..
-Yooo... büyük annem söylerdi. Kitapta yazılıymış...
Nuran içeriden yeni geldiği için konuşmayı öğrenmek istedi:
-Nedir kitapta yazılı olan?
-Macide, Mümtaz'a bugün kanatlarından biri yandı, farkında mısın?.. diyor.
-Ama üç defa çıkarmış... sakın üzülme Nuran, ayaklarım daha yere basmıyor.
-Hakikaten ben, Mümtaz'a arkasında bir çift kanat görmeden hiç bakmadım... ama ta çocukluğundan beri Onu Galatasaray'a hafta sonunda almağa gittiğim günlerde bile, kapıdan ilk önce kanatlarını görür gibi olurdum.
Nuran gülüyordu:
-Mümtaz, seni ne kadar şımartmışlar?
Sonra, sahibi olmadığı için ve içinde bir sesin olamıyacağını durmadan söylediği bu evde misafir-ev sahibi oyununu oynamasına hayret ederek kendisine kızdı.
-İstanbul'un en güzel günlerini yaşıyoruz... bu sonbahar emsalsiz oluyor. Nuran'a döndü. Mümtaz'a bakmayın, o sonbaharda kış yağmurunu düşünerek üzülür... Bilir misiniz bütün bunlara sebep nedir? Mümtaz'a muhabbetle bakarak güldü. -Çok örtünmesi... ben çocukluğunda hep ona nasihat ederdim, Mümtaz çok örtünme... çok örtünenler çok hulya kurarlar;- Mümtaz, bir günde ömrünü kaç defa yaşarsın?
-Vallahi bilmem ama, bazen beş on defa ... fakat şimdi değil artık...
-Hah... şimdi anı yaşamayı, onunla kalmayı öğrendin demek. O halde benim yapamadığımı Nuran yaptı. Allah razı olsun Nuran'dan...
Sonbahar büyük ve altın bir meyve gibi bütün olgunluğuyle gözlerinin önündeydi. Onu bütün hassalarıyle tadıyor, zamansız zamana, hafızaya maletmek istiyordu.
-Duvarı alçaltsanız deniz görünür mü?..
Hepsi birden bahçenin duvarına döndüler. Kırmızı sarmaşıklar baştan başa orada küçük bir akşam hazırlamışlardı. Nuran biraz da bu güzel akşamı ve onun etrafa getirdiği hatıra sıcaklığını kurtarmak için acele acele cevap verdi:
-Hayır görülmez... tam sırtın üstünde değiliz.. Önümüzde karşıkı evlerin düzlüğü var, ondan sonra da meyil çok hafif iniyor.
-Nuran bahçe için güzel bir proje yaptı... Mümtaz'ın gözleri masasının üstünde duran desenlerin yarı çocuk kompozisyonunu hatırladığı için şefkatle dolu idi; -Benden iki yaş büyük diye üzülüyor; halbuki ben onu bazen çocuğum gibi seviyorum!-
Tevfik Bey homurdandı:
Dostları ilə paylaş: |