AileleriMİz gidenlere rahmet, sağlara selâmet



Yüklə 278,32 Kb.
səhifə4/5
tarix24.12.2017
ölçüsü278,32 Kb.
#35855
1   2   3   4   5

2. HİZMET YILLARI




Akçakoca’da İlk İmamlık Hizmeti
1949 yılının sonbaharında imam olarak hizmet vermek için Akçakoca Müftülüğü’ne müracaat eder. Müftü Hüdayi Bey sınavdan geçirdikten sonra, “Tamam seni göreve alalım, ancak merkez mahallede verdiğimiz ücret 22 lira, Korfa Mahallesi Camii’nde, halkın da desteğiyle 25 lira. Orada çocuk okutacaksın ve halk yemeğini de verecektir.” der.

Tahir Akbıyıkoğlu, Korfa Camii’nde dört seneye yakın hizmet verir ve 1953 yılında askerlik hizmeti için ayrılır.


Akerlik Hizmeti
Tahir Akbıyıkoğlu, askerlik hizmetini Kırıkkale’de yapar ve olayları şöyle özetler:
Şehire giden arkadaşlara, günlük gazete siparişi veri-yordum. Çavuşlar, benim gazeteyi okumaya başlarlar ve bana da sevgi gösterirlerdi. Dolayısıyla angarya işler çıktığında bana değil, başkalarına görev verirlerdi.
Gerede Askerlik Şubesi’inde “Mesleğin nedir?” diye sormuşlardı. Ben de, “Şekercilik” diye yazdırmıştım.

Birliğimdeki komutanım olan yüzbaşı bir gün; “Senin mesleğin şekercilik mi?” diye sordu. Ben de, “Evet” cevabını verdim. Gerede’de okurken arasıra, akrabamız olan şekerci Mehmet Ali’nin dükkanına gidip çalışıyordum. Birşeyler de öğrenmiştim.

Yüzbaşı, “Şeker yapabilir misin?” dedi. Yine ben “Evet” cevabını verince “Seni kantine gönderiyorum. Üzerin-deki malzemeyi, silahı teslim et ve git kantincilik görevini devral.” dedi. Kantine indim. Kantini çalıştıran çavuşla ast-subay beni kovdu.

Ertesi sabah, silahsız olarak içtimaya çıkmıştım. Yüzbaşı, “Oğlum niçin içtimaya çıktın, niye kentinde değil-sin?” diye sordu. “Kantinci çavuş beni kovdu, yüzbaşım.” dedim. Bunun üzerine, “Emir veriyorum, derhal git ve kantin görevini devral!” dedi ve beni tekrar gönderdi.


Yüzbaşı, iki veya üç hafta sonra, bir gün bana “Senin baban, çok zengin mi? Elde ettiğin kâra cebinden mi katıyor-sun?” diye sordu..

“Hayır.” cevabını verdim.

Daha sonra, “Teslim ettiğin hâsılat güzel, sana çalışma-na karşılık, ayda 100 lira veriyorum.” diyerek beni tebrik etti.
Meğer ki, benden önce kantini çalıştıran, astsubayla çavuş kantinin gelirinin bir kısmını yemişler.
Müezzinlik Görevi
Kantinde serbesttim, istediğim zaman çarşı-pazara gidi-yordum. Bilhassa öğle namazını Kırıkkale’nin merkezindeki Hüdâverdi Camii’nde kılıyordum. Cemaat beni tanıdıktan sonra müezzinlik yapmaya başladım. İmam başta olmak üzere cemaatın ileri gelenleri müezzinlik görevini bana veri-yorlardı. Camiye ve cemaata iyice ısınmıştım. İki solukta 92 basamaklı minareye çıkardım. İçimden şöyle geçiriyordum: “Ah! Terhis olduktan sonra böyle bir camide görev yapabilsem!”

Askerliğimin bitmesine bir-iki ay kala “Hüdâverdi Camii’ne müezzinlik kadrosunun geldiğini duydum. İmtihan için ben de müracaat ettim. İmamın oğlu dahil 24 kişi imtihana girdi ve sınavı ben kazandım.

Askerliğim bittiğinde Müftü göreve başlamamı söyledi (1954). 72 lira maaşla müezzinlik görevini zevkle sürdürür-ken, benim neşem arttıkça imamın keyfi kaçıyormuş. İmam oğlunun müezzin olması için çok çalışmış ve bu sebeple bu göreve benim gelmemi istememiş.

Camiyi doldurmam ve hizmetimden memnun olan cemaatin bana karşı olan ilgisinden rahatsız olan imamın, göreve başlamamın üzerinden, henüz iki ay geçmeden istifa ettiğini öğrendim.


İlk Resmî İmamlık Görevi ve Ticarete Başlama
Bir tek imamlık kadrosu için 70’i aşkın müracaat olmuştu. Sınavda ağır sorular soruldu, veremediğim cevaplar çoktu. Müftü ve imtihan heyeti beni tercih etmişler ve sınavı kazandım.

Bir ay 72 lira, ikinci ay çift maaş alıyordum. 30 lira ev kirası, 60 lira bakkala veriyordum. Oturduğum ev, Kırıkka-le’nin eski toprak evlerinden bir evdi.



Bir gün çarşıya bir vagon hasır geldiğini gördüm. Antreye ve odaya sermek için ben de bir-iki hasır almak istedim. Hasırları seçerken satıcı yanıma geldi ve bana dik dik bakmaya başladı ve: “Sen Tahir değil misin?” dedi. Ben de onları tanıdım. Bolvadin’in Çay beldesinden, asker arka-daşlarım: “Abdi” ve “Musa.” Sarmaş dolaş olduk.

Sermayesine veya az bir kârla bir vagon hasırı bana devrettiler ve gittiler. Ben onlardan daha ucuza, bir-iki hafta içinde hasırı sattım. Yeni vagonlar hasır getirdi, onlar da satıldı. Bir sene sonra da hasırın yanında divan yastıkları imal etmeye başladık

Ben imamlık görevini yürütürken bir-iki işçim de ticarî işleri yürütüyordu.
Kırıkkale’de en güzel günlerim geçti.

Bir grupla arapça ve arapça metinler okuduk. Muhterem zatlardan, hocamız Mustafa Efe38 ve çocuklarıyla muhabbetimiz arttı. Mustafa Efe’nin sakalının bir kısmı siyah ve bir kısmı da beyaz olduğundan cadde ve sokaklardan geçerken çocuklar, “Beşiktaş, beşiktaş, ...” diye tempo tutar-lardı.

Kırıkkale’deki imamlık görevim 1968 yılında ağabeyim Mustafa Akbıyıkoğlu’nun vefatına kadar, 14 sene devam etti.
Bolu Baysal Camii’nde İmamlık Görevi
Ağabeyimin vefatıyla ağır hasta olan babam ve yine ağır hasta olan yengemle çocuklar kalmıştı.39 Bana ihtiyaçları vardı. Diyanet İşleri Başkanlığı’na, Bolu’ya tayinimin çıkma-sı için müracaat ettim, Kamil Orhan da bana yardımcı oldu. Mazeretimi kabul ettiler. “Gerede’nin İkinci Avşar Mahallesi Camii” adına kadro çıkartıldı. Köyüme, ailemin yanına imam olarak gidecektim. Kararnamem düzenlenirken Personel Daire Başkanı (Rahmi Özer); “Ben bu kadroya güvenmiyo-rum. Gerede Müftüsü (Şeref Danışman) bu kadroyu iptal ettirir.” dedi.
Bunun üzerine Bolu milletvekillerini devreye soktum ve Bolu Baysal Camii’ne yeni bir kadro çıkartarak göreve başladım (1969).40 Bu görevim 10 sene devam etti. Lojmanı dardı.

Sonra Aşağı Soku Camii’nde göreve başladım. Bu görevim de 7 sene devam etti.

Yine Soku’da iken, günde üç defa cemiyetlere katıldı-ğım oluyordu. Ne var ki, bir cemiyette, mevlit okuduğum sırada soğuk su ikrâm ettiler. Ne olduysa ondan sonra oldu. Ses tellerim iltihaplandı. Cemiyetlere katılamadığım gibi, imamlık görevimi yürütürken dahi sıkıntılar çekmeye başla-dım. Hâlâ bu rahatsızlıktan kurtulmuş değilim.

Nihayet 14.04.1987 tarihinde emekliye ayrılmak zorunda kaldım.






3. TİCARÎ HAYAT

Kırıkkale’de ilk imamlık görevine başladığım yıllarda bir-iki hasır almak amacıyla gittiğim hasırcıdan, hasırların tamamını devralmamla başlayan ticari hayatım uzun zaman devam etti.

Soku’da iken Denizli’ye gittim. Getirdiğim 3 balya bir haftada bitti.

Bursa’ya gittim ve getirdiğim ceviz sandıklar da kısa zamanda satıldı. Benim getirdiğim malların fiyatlarındaki ucuzluk ve kalite müşteriyi çekiyordu. Kârım çok arttı.

Halıcılığa da Soku’da başladım. Bolu, Düzce ve Gerede panayırlarında satışlar çok fazla oluyordu.

“Atmaca Beyaz Eşya Firması” ile olan ticarete de Soku’da girdim. “Atmaca Firması”nın Marmara Bölgesi bayiliğini alarak bu Firmanın ürettiği mamullerin dağıtımını senelerce yaptım. Emekliye ayrıldıktan sonra da, bu işim devam etti.

Bu ticarî faaliyeti, çalıştırdığım elemanları sıkı kontrol etmem ve onların dürüst davranmasını sağlamam sayesinde, başarıyla yürüttüm. Bu sebeple hiçbir sıkıntıya düşmedim. Ancak, birkaç defa, aynı işi yapan ticarî mağazaların “Haksız rekabet yapıyor,” diye şikâyet etmeleriyle karşılaştım. Şikâ-yet üzerine gelen görevliler faaliyetimi anlayışla karşıladılar, herhangi bir sıkıntım olmadı.

Soku’ya geçmem ticaretin bereketini artırmıştı.

Yine Soku’ya gelişimle beraber, misafirlerim ve ziya-retçilerim hayli yoğunlaşmıştı. İçlerinde üç gün, beş gün gün, hatta on gün kalanlar oluyordu. Ne hanım, ne çocuklar hiçbiri şikâyetçi değillerdi. Bereketin artmasının nedeni “bu mu, acaba?” diye düşünüyorum.


1997 Gölcük Depremi, hayatımın bir dönüm noktası oldu ve ticareti bıraktım.



4. UNUTAMADIĞI HATIRALAR




Hâfızlık Eğitimi
Köyün imamı olan Seyit Mehmet Sezen Hocafendi beni hâfızlığa başlatmış ve bu hâfızlık süresi, kısa ara vermeler hariç iki sene kadar devam etmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’i okumaktan, hıfzetmekten ve ezberle-mekten zevk alıyordum. Bu zevki bana Hocam vermişti ve bunun için çok çalışıyordum.

Öğleden sonra akşama kadar yeni ezberimi yapıyor, daha önceki ezberlerimi de tekrar edip kaviliyordum. Gece, bir daha tekrar edip yatıyordum.

Bütün bu çalışmamı, zorlama ile değil, ertesi günü Hocamın huzurunda tadacağım zevki düşünerek yapıyordum.

Sabahleyin annem, ders çalışsın diye erken kaldırırdı. Hafızası gelişsin, zihni açılsın diye de bir avuç kadar üzüm verirdi. Dersimi, yine tekrarladıktan sonra Hocama gidebil- mek için sabırsızlanırdım. Ben ders saatinin gelmesini beklerken, annem41 de “ders çalışmıyor” diye tedirginleşirdi. Bu, annemin her hâlinden belli oluyordu.

Daha sonraları öğrendim. Benden, durumumdan şüphe eden annem, dersten kaytarıp kaytarmadığımı ya da dersimi yapıp yapmadığımı kontrol için beni takip edermiş. “Derse gidiyorum,” diye, başkalarının yaptığı gibi derse değil “oyuna” gidip gitmediğimi kontrol ediyor ya da ders verir-ken, “çalışmadığı için” zorlanıyor mu? diye benim arkamdan gelip ders verdiğim odanın kapısının eşiğine oturur, beni dinlermiş. Annelik duygusu...

Derken, annem benim dersimden, ders verişimden Kur’ân-ı Kerîm’i güzel ve hatâsız okuyuşumdan zevk alma-ya başlamış.

Bana anlatıldığına göre,42 ben içeride ezberlerimi okur-ken, annem de aldığı zevkten ve sevinçten kapının eşiğinde ağlarmış. Dersimin bittiğini anladığında da, hemen ve bana sezdirmeden evimize dönermiş. Annem, ders verişimi izle-meyi âdet hâline getirerek, günlerce devam ettirmiş.
Dersimi verirken, genelde yanlışım çıkmıyordu ve hatâlarım yok denecek kadar azdı. Tek tük yanlışım çıktığın-da da, Hocam kibarca, hatâmı düzelttirinceye kadar kendi tekrarlar ve tekrarlatırdı. Zaten Hocafendi, hatâlı okuduğu-muzda olgunlukla karşılar, sert tutumlara girmez, kızmaz, öfkelenmez ve hatâyı yumuşak bir şekilde düzelttirirdi.

Başkalarından farklı olan, diğer bir husus; Hocam, ders verirken Kur’ân-ı Kerîm’i, bana makamla ve usûlüne göre okutturuyordu. Hocafendi “tecvit kuralları”nı çok güzel öğ-retmiş ve ezberletmişti. İstediği kuralı tatbik edebiliyordum. Böyle olunce ders esnasında da Kur’ân-ı Kerîm’i makamla okuyabiliyordum.


İster hocadan kaynaklansın, isterse talebenin tembelli-ğinden kaynaklansın bu makamla okuma usûlünü ve benim aldığım zevki, hâfızlık yapan öğrenciler bulamıyordu.

İşte annemi kapının eşiğinde beklettiren ve ağlattıran; benim güzel sesimle, Kur’ân-ı Kerîm’i çok güzel ve hatâsız okuyuşumun verdiği zevkti. Hocam da, benim bu başarımdan zevk alıyordu.

Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemeyi tamamlamıştım. Kur’ân- Kerîm’in tamamını bir günde okuyacaktım.

Daha önce kararlaştırdığımız günün sabahı başlayan, Kur’ân-ı Kerîm’in tamamının ezber tilâveti, birkaç defa kısa süreli ara vermeler hariç dokuz saat sürmüş ve duâ ile son bulmuştu.

Kur’ân-ı Kerîm’i ezber okuma işi bittiğinde yerimden kalkamadım. Bacaklarım ve ayaklarım benim değildi, sanki. Dizlerimden alt kısmı tutmuyordu, uyuşmuştu. 1.5-2 saat kadar oracıkta bekledim, sonra kalkıp gittim.


Kaçan Güvercin

Yukarı Tekke Camii’nde sabah namazından sonra birisi Ekrem Doğanay olmak üzere mukabele okuyorduk. Bir ara dalmışım.

Önüme beyaz bir güvercin (melek) kondu. Tutmak için iki elimle uzandım. Güvercin uçtu gitti. Ellerim yerde kala-kaldı.

Hocamız olan Tüfekçi Hâfız; “Kaçırdın oğlum, kaçır-dın!..” dedi.

Sıra bana gelince, mukabeleyi okumaya başladım.43


Fâtıma Vâlidemiz ve Resûlüllah (S.A.)
Akçakoca’da imamlık yapıyordum. Bir hiç yüzünden ya da namus ve şerefe tasallut olduğunda adam öldürülü-yordu. Kadınlar bile tabanca taşıyordu. Çarşaflı kadınların hemen hemen hepsinin tabanca taşıdığı söyleniyordu.
Bir gün bana (rüyamda) çarşaflı bir kadın geldi. “Sana Fâtıma Vâlidemizi göstereyim mi?” dedi. Biraz ileri gittim. Sonra bana, aynı kadına benzer bir kadın bir avuç dolusu “kurşun” para verdi.
Daha sonra Resûlüllah Efendimizi gördüm. Bir ibrik-le abdest alıyordu. Bana, “Ne istersin?” diye sordu. “Şefâat ya Resûlallah!” dedim.
Uyandım, rüya görüyormuşum. Uyandığıma üzüldüm.
Akçakoca’nın az yukarısında bir yatır vardı. Mezar taşında “Rus’la 7 defa çarpışan, yine de emeline kavuşama-yan Ali Çandar ...” yazılıydı. Uzaklardan ve bilhassa İstan-bul’dan gelip orada üç gün kalanlar olurdu.

Beni etkileyen, (yukarıda anlatılan) rüyadan kısa bir zaman sonra İstanbul’dan Cemâlettin Efendi namında bir zat Akçakoca’ya gelmişti. Bana, “Hâfız, sen nimete kavuştun. Sana başka gerçekleri söyleyecektim, ama çok gençsin, askerliğini henüz yapmadın.” dedi.





Konyalı Eşref Hoca



Kırıkkale’de en çok okuduğum kitaplardan birisi “Hediyye-tü’l-Kabir44 isimli kitaptı. Kalınca, ciltli bir kitaptı. Kızılcahamamlı biri misafir olmuştu. Alıp götürmüş.

İçinde Hz. Ömer (R.A) defnedildikten sonra, Hz. Ali (R.A.)’nin telkini ve çocukların babalarının kahramanlık-larının üstünlüğünü dile getirişleri dikkatimi çekiyordu.


İmamı olduğum Hüdâverdi Camii’nde, ramazan ayında iki vâiz görev yapıyordu. Bayram yaklaşmıştı.

Çorumlu vâiz kürsüde yine vaaz veriyordu. Konya’dan gelen vâiz Eşref Hoca oturduğu müezzinlik mahfilinden müdahale etti:

“ﻡﻴﻠﺃ ﺐﺍذﻋ - ﻡﻴﻠﺃ ﺐﺍذﻋ ” (Azâbün elîm, azâbün elîm! - Şiddetli azap, çok acı veren azap, cehennem azâbı, kabir azâbı, ...) diye, bir aydır konuşuyorsun. Kur’ân-ı Kerîm’de hiç, “ﻡﻴﺣﺮ ﺮﻮﻔﻏ” (Ğafûrün rahîm... - Allah merhametli, esirgiyen, âhirette mü’min kullarına keremiyle muamelede bulunan, mağfiret eden, suç bağışlayan, koruyan, acıyan,) âyeti yok mu?”
Hep azapdan, şiddetli azapdan bahsederek, cemaati kor-kutmanın doğru olmadığını; Eşref Hoca bir de Allahu Teâlâ’-nın “merhametli, esirgiyen, âhirette mü’min kullarına ke-remiyle muamelede bulunan, mağfiret eden,” olduğunu, onla-ra bu müjdenin de verilmesi gerektiğini söylemek istiyordu.
Eşref Hoca vaaz ederken, kolunu uzatarak parmağıyla da işaretler yapardı.
Sinamacı Kel Şakir oruç tutmazdı. Ancak bayram sabahını ve camideki durumunu şöyle anlattı:

“Bugün, camiye erkence gideyim de sıkışmayayım, dedim. Ön saflara oturmuştum. Hoca hep bana konuştu, çok ikaz etti. Bir tek ismimi söylemediği kaldı. Galiba, sinamanın önünden geçerken, beni sigara içerken görmüş, herhalde. Yerin dibine geçtim. Eğer cemaatten utanmasaydım, camiden çıkıp gidecektim.”

Halbuki vaiz genel, herkese konuşuyordu. Sinamacı Şâkir kendi üzerine çekmiş.45
İnsan günahlarına tevbe etmeli, hâline şükretmeli, mümkün mertebe Allah’a kul olmalı.







Büyükçayır

Akçakoca’da tarım çok ileriydi. Köyümüzün “Büyükça-yır” mevkii de sulu tarıma çok uygundu. Akçakoca’daki gibi, orada da tarıma başladık. Bir buçuk-iki dönümü bize ait 15 dönüm civarındaki alan çevrildi ve koruma altına alındı. Patetes başta olmak üzere, fasulye, dometes, soğan, çükündür (pancar), kabak yetiştiriliyor ve yüksek verim elde ediliyor-du.

Seneler geçtikten sonra aynı mevkideki arazinin tama-mına baharda soğan ekerek, turfanda olan soğanı bir günde, yüksek fiyata pazarladığımı hiç unutmam.



Dağdaki Kurdun Size Ne Zararı Var?

Köyde ev yapıyorduk. Bilhassa tomruk kerestesine, da-ha doğrusu kalas ve tahtaya ihtiyaç vardı. Eymür Köyü’ndeki kayınpederim ve akrabalara söyledim. “Bizimle beraber Ar-kut’a gelin, kereste ihtiyacını karşılarsınız” dediler. İbrahim Kural’a ve Mehmet’e de söyledim. İki arabayla gidip, günde birer tomruk getiriyorduk. Taşıma işi 7-8 gün devam etti.

Bir gün tomrukları hazırlarken yukarıdan dalaşarak gelen köpekler gördük. Mehmet, köpeklerin saldırdığı en iri olanına, engel olmama rağmen, “Bu dalanan kurt” diyerek baltayı ensesine indirdi ve yaraladı.





Daha sonra karşılaştığımız İbrahim Kural’a olayı öğren-diğinde; “Be kardeşim, dağdaki kurdun size ne zararı var!” diye çıkıştı.


Mehmet’n yaraladığı köpek ölmüş, sahibi olan çoban ağlıyordu.


Sılâ Özlemi
1950’li yılların ortalarıydı. Büyük amcam Mehmet Çulfa, İstanbul’dan yaylaya gelmişti. Anneme;

“Kızım, bana bir kara tava getir.” dedi.

Annem;

“Amca, kara tavayı ne yapacaksın?” diye sordu.



Mehmet amcam şöyle konuştu:

“Ben İstanbul’a gideli uzun, çok uzun seneler oldu. Memleketimi, köyümü çok özledim. Sılâ hasreti, annem hatırıma geldiğinde, kara tava gözümde çok canlandı.

Annem, yaylada kara tavaya tereyağını koyar, kızartır, sonra da yumurtayı kırar ve pişirirdi. O yumurtanın tadına doyum olmazdı. Kara tavada pişirilen yumurtayı ve annemi çok özledim.”

Annem kara tavayı getirdi, kor ateşin üzerine koydu ve yumurtayı pişirdi. Büyük amcam da zevkle, taze somun ekmeğiyle yumurtayı, iştahla yedi.




Mehmet Çulfa amcamın anlattığına ve daha önceden öğrendiğimize göre:

Lütfi amcamla Mehmet46 amcam küçük yaşta hafız olmuşlar. Sesleri güzel olduğu için İstanbul’a okumaya gitmişler.

Sultan Abdulhamid zekî, kabiliyetli ve çalışkan öğrencileri medreselerde, mühendis mekteplerinde okutturu-yormuş. Lütfi ve Mehmet amcalarım da İstanbul medrese-lerinde senelerce okumuşlar. Daha sonra hizmet verebilecek duruma gelince Makedonya ve Batı Trakya’ya, her sene gönderilmişler. Ramazan ayı dahil senede 8-9 ay görev yaptıktan sonra İstanbul’a geri dönüyorlarmış ve bu durum 1909 yılına kadar devam etmiş.

Amcalarım, bu zaman içinde hizmet vermenin mutlulu-ğunu yaşamışlar. Daha sonraki yıllar amcalarım için sıkıntı-larla geçen yıllar olmuş.

Amcalarım Trakya’ya dinî amaçlı olarak gönderilmekle beraber, Abdulhamid’in hafiyesi olarak çalıştıkları ve geriye, oralardaki durumu anlatan belgelerle döndükleri ifade edil-mektedir.




Misafire İkrâmın Bereketi

Boluda işi olanlar, bana misafir olurlar ve işlerini hal-lettikten sonra geri dönerlerdi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Bolu Eğitim Merkezi’ne eğitime gelen müftü, vaiz, din görevlisi gibi dostlar bana misafir olurlar ve sohbet ederdik. Aileden kime misafirleri ağırlamaktan kınâ getirmezdi (usan-mazdı).


Dostlarım, Kırıkkale Müftüsü Bahattin Maklamahut-oğlu ile Gümüşhane ve Erzurum müftüleri, eğitimden sonra yemeğe gelirler ve misafir olurlardı. Yemek, isteğe uygun olarak masada değil, yer sofrasında yenirdi. Acı kahve içilir, bazen gece yarılarına kadar sohbet edilirdi.
Birinci Avşardan Osman Özavşar ve İ. Cıbır (Delihâfız) hanımlarıyla beraber on gün kadar misafir oldular. Aileden bir tek kişi misafirlere karşı nezâketi ve hizmeti eksik etme-zdi.
Böyle, bunun gibi misafirleri ağırlamaktan kına getir-mez, üşenmezdik. Onlara karşı güleryüzlü ve tatlı dilli davra-nır, izzet ve ikramda bulunurduk.

Bilhassa Soku’ya geldikten sonra işlerim çok açıldı. Misafirlere karşı izzetü ikramda bulunduğumdan mı, acaba?47



Din Görevlileri Toplantısının Davetsiz Misafiri

Bir gün Bolu Müftüsü’nün başkanlığında “Bolu Mer-kezi din görevlilerinin aylık toplantısı” yapılıyordu. Müftü konuşurken, salonun kapısı açıldı. Herkesin dikkati çekildi-ğinden kapıdan girene ben de baktım. Girenle gözgöze gel-dik. Benim yanımdaki boş sandalyeye oturdu. Din görevlileri şaşırdı.

Müftü Bey sordu: “Sen kimsin, ne arıyorsun?” Giren cevap verdi: “Ben Tahir Hoca’nın köyünün mutarıyım. Hoca’yla bir işim var da onun için geldim.”

Müftü: “Muhtarın ne işi var burada? Çık dışarı!” dedi. Muhtar dışarı çıktı.


Gerede Kaymakamı Ali Bey (Şimdi Muğla Valisi) ça-maşırhane için 100 torba çimento çıkartmış. Muhtar “Ne yapacağız bunları?” dedi. “Bir kamyon tutar, göndeririz Gerede’ye” dedim.
Daha sonra muhtarın yüzünü bir daha görmedim. Çimentoları almadan, köye dönmüş. Çimentolar da kaldı.


Yüklə 278,32 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin