ÖNSÖZ YERİNE
Dünya tarihinde etkili olmuş güçlü kültür ve medeniyetler, devletlerin yıkılıp öldüğü gibi yıkılmazlar ve tamamen ortadan kaybolmazlar. Hiçbir kültür bütünüyle ölmez, başka kültür ve medeniyetlerde farklı biçimlerde tekrar ortaya çıkarlar. Hatta güçlü ve hâkim kültürler, birbirleriyle etkileşim içerisindedirler. Yeni bir din olan İslam'ı benimseyenler de böyle güçlü bir kültür ve medeniyet havzasından geldiği için, kendi kültürlerine ve medeniyetlerine tamamen sırt çevirmemişler ve onları İslam kılıfı altında veya onunla uzlaştırmak suretiyle yaşatmaya devam etmişlerdir.
İnsanlar, hal, tavır, tutum, davranış, duygu ve düşünceleri bakımından birbirinden farklıdırlar. Tabiatlarından kaynaklanan bu durum, içinde yaşadıkları toplumsal yapıyla birleşince onların dini hayatlarının farklı biçimlenmesine sebep olmuştur.
İslam, kitabî kültürü ve devlet geleneği olmayan bir toplumu medeni bir topluma dönüştürmekle ise başladı.
İslam'ın geldiği coğrafyada Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük ve Manihaizm gibi büyük dinler ve mezhepler varlığını devam ettiriyordu. Ayrıca İslam'ın geldiği dönemde Sasani ve Roma devletleri Arap yarımadasında rakip iki siyasi gücü oluşturmaktaydı. Bu hâkim kültür ve medeniyetler arasındaki mücadele ve rekabet, daha sonraları, İslam'la bu kültürler arasında devam etmiştir. Bütün bu sebepler dini değiştirmedi, ancak insanların İslam'ı farklı şekilde anlama ve algılamalarında etkili oldu. Kur'an'ın indiği dönemden uzaklaşıldıkça ve sosyal gerçeklik değiştikçe, insanlar, doğal olarak bu metinleri anlamada ve Allah'ın muradını tespitte farklı metot ve anlayışlarla Kur’an’a yaklaştıklarından dolayı farklı sonuçlar elde ettiler. Sonuçta farklı anlayıştaki kişi ve grupların, kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir metin haline geldi ve tek bir ayetle ilgili onlarca görüş ileri sürüldü. Hz. Peygamber(SAV)den aktarılan bazı hadisler için de benzer durum söz konusuydu. Neticede her mezhep, fırka, tarikat ve cemaat, farklı bir Kur'an tasavvuru oluşturarak ona Allah'ın yüklemediği misyonlar yüklemiştir.
İnsanlar arasındaki görüş farklılıkları ve ayrılıkları, tabii, psikolojik, tarihsel, dini ve sosyolojik bir vakıadır. Her bir din, felsefe ve ideoloji, bu gerçekten nasibini almıştır. İslam tarihinde ortaya çıkan bu oluşumlar, bir din farklılığı değil yaklaşım farklılığıdır. Bu farklılıklar, mutlaklık iddiasında bulunmadıkça, kendisini İslam'ın temsilcisi görmedikçe, başkalarını öteki olarak algılamadıkça birer zenginlik olarak kabul edilebilir.
Hz. Muhammed(SAV), vefat ettiğinde, kendinden sonra imam veya halife olacak kişiyi gizli veya açık olarak belirlememiştir. Öyle anlaşılıyor ki, dünyevi işlerin düzenlenmesi toplumun tamamını ilgilendiren bir konu olduğu için, kendi yöneticisini seçme yetkisini bütün Müslümanlara ait bir hak olarak görüyordu. Bu yüzden, Hz. Muhammed(SAV), sahip olduğu hukuki ve siyasi yetkilerini başka birine asla devretmemiştir. Çünkü İslam'da, teolojik olarak, Hıristiyanlıkta olduğu gibi dinî ve dünyevi otoriteyi elinde tutan ruhbanlık sınıfı yoktu. Eğer o, sahip olduğu yetkileri devretmiş olsaydı, böyle bir sınıfın oluşmasına sebebiyet vermiş olacaktı.
"İmamlar Kureyş’tendir" rivayetine dayanarak, Sünni âlimlerin hilafeti genel anlamda Kureyş'e tahsis ettiğini görmekteyiz. Şia ise, çoğunlukla, hâkimiyeti Hz. Peygamber(SAV)’in Fatıma’dan olan soyundan gelen 12 kişiye ait olduğunu ileri sürmektedir. Şiî-İmamiyye’nin imamet nazariyesine göre, İmamet konusu dinîn en temel konularından olup, insanların ihtiyarına ve seçimine bırakılması doğru değildir. Bu sebeple Allah'ın peygamber gönderdiği gibi her dönemde bir imam tayin etmesi kendisine vaciptir. Şiî âlimler, Hz. Ali'nin tayinini ispatlamak için pek çok eser yazmış ve yüzlerce ayet ve uydurma rivayetleri delil olarak kullanmışlardır. Şiî siyaset anlayışı ile Tanrı'nın hukuki ve siyasi otoritesini temsil ettiğini iddia eden Katolik Kilisesinin anlayışı arasında benzerlikler vardır.
İslam düşüncesini oluşturan itikadi ve siyasi, fıkhi-ameli, mistik ve felsefi düşünce ekolleri, farklı zihniyetlerin din anlayışına yansımaları olarak analiz edildiğinde veya birer zihniyet olarak yapısal analize tabi tutulduğunda beş farklı din anlayışı ve dine yaklaşım biçimi ortaya çıkmaktadır: 1) Tepkisel-Kabilevî Din Anlayışı, 2) Akılcı-Hadarî Din Anlayışı, 3) Gelenekselçi-Muhafazakar Din Anlayışı, 4) Politik-Karizmatik Liderci Din Anlayışı, 5) Keşifci-İnzivacı Din Anlayışı.
İnsanlardaki karşı çıkma, protesto etme, şiddet, kızgınlık, gazap ve kavgacılık duygusu, asabiyet ve kabilecilik ruhunun yoğun olduğu kabile toplumlarında ya da bedevî toplumlarda, özellikle de büyük ve hızlı değişimlerin yaşandığı dönemlerde, güçlenerek bir kitle hareketine dönüşebilir. Bu tepkisel-kabileci ruh, her bir dinde ve toplumda farklı şekillerde tezahür edebilir. Ancak temelinde, toplumsal alanda yaşanan köklü değişime tepki göstermek vardır. İslam düşüncesinde tepkisel din söyleminin ya da kabilevi zihniyetin en tipik temsilcileri Hariciler ve kısmen Vehhabilerdir. Çünkü Haricilerin çoğunluğu bedevi hayattan gelme idi. Aralarında şehirli olan çok az kişi vardı. Bu yüzden Harici fikirler, genelde yerleşik hayata geçememiş veya yeni geçmekte olan toplumlara cazip gelmişti. Örneğin Harici grupların Horasan'ın sarp bölgelerinde tutunması, Kuzey Afrika'da çeşitli taraftar toplaması bundan dolayıdır.
İnsan, akıl sahibi, düşünen, anlayan, sorgulayan ve olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini araştıran bir varlıktır. Bütün insanlar akıl yetisine ve düşünme gücüne sahip olmakla beraber, bunu tam olarak işletebilmeyi ve verimli bir şekilde kullanmayı başarabilenlerin sayısı sınırlıdır. Akılcı zihniyet/eğilim, kişinin içinde yetiştiği kültürel ortam ve toplumsal yapı, aldığı eğitim ve siyasal ideolojiler sayesinde, dini, sosyal, ekonomik ve politik alanlara yansıyabilir. Akılcı, özgürlükçü, eleştirel ve sorgulayıcı bu zihniyet, insanlık tarihinde özellikle, yerleşik hayata geçmiş hadari/medeni toplumlarda, site devletlerinde ve demokratik sivil toplumlarda daha güçlüdür. Hadari toplumlar, ideal anlamda, teşkilatlı bir siyasi otorite ve devlet geleneğine, yasama ve yürütme organlarına, kurum ve kurallara sahiptirler. Farklı dinler ve farklı etnik gruplar bir arada yaşarlar. Sorumluluk, suç ve ceza bireyseldir. Kitabi kültür ve sistematik düşünce geliştiği için, olaylar ve hadiseler derinlemesine analiz edilir. Bu yüzden farklı fikirlere, eleştirilere tahammül vardır ve istisnai durumlar hariç, kendi fikirlerini başkalarına şiddet ve baskı yoluyla benimsetmek yoktur. Akılcı zihniyet, genelde Arap olmayan entelektüel çevrelerce sistemleştirildi. Akla ve akıl yürütmelere büyük önem veren bu zihniyet mensupları, yabancı din ve kültürlere karşı İslam’ın savunmasını yaptı ve bu konuda yüzlerce eser yazdılar. İslam düşüncesinde, özgün ve akılcı bir Teoloji/Kelam geliştirdiler. Zamanla, akıl, tevil, delil, burhan, nazar, rey, tefekkür, teemmül, tedebbür, istinbat, kıyas ve yakini bilgi kavramları akılcı din söyleminin/zihniyetin bilgi kuramında hakim göstergeleri oldu.
İnsanlar, alışık oldukları hayatın devam etmesini ve değişmemesini isterler. Düzen ve istikrardan yana olan insan tabiatı istikrarsızlığa ve kaosa karşıdır. Bu sebeple, çoğu kere, zorunlu ve haklı da olsa yapılan bazı değişikliklere karşı çıkar ve geleneklerinde ısrar eder. Bu durum onu, muhafazakâr ve gelenekçi olmaya zorlar.
İnsanlarda, hükmetme ve egemen olma duygusu vardır. Bazı kimseler, diğer insanlara hakim olmak ve onları yönetmek ister. Bu hâkimiyet arzusu, bazen onu, iktidarı ele geçirmeye ve bu yönde siyasi ve fikri çabalar içerisine girmeye sevk edebilir. Bu amaçla içinde doğup büyüdüğü siyasi ve dini kültürden kendini meşrulaştıracak deliller ve motifler bulmaya çalışır. Bazen insanların kendileri, politik-dini bir lider olarak ortaya çıkarlarken bazen de toplumun bu konudaki kabulleri ve kültürleri bazı kimseleri veya soylu aileleri kendileri için kurtarıcı olarak görürler. Bu tutum, imparatoru yarı-tanrı gibi gören Sasanilere ve Eski Yakın Doğu toplumlarında ve Mesih inancının bulunduğu Hıristiyan ve Yahudilikten İslam'a geçenler arasında daha yoğun görülebilir.
Özgürlükleri ellerinden alınan, zulüm ve baskı gören bazı insanlar, kendi fikirleriyle ve eylemleriyle politik-sosyal, dini ve ekonomik olumsuzlukları değiştirmede başarısız, yetersiz, aciz ve zayıf kaldıklarına inanmaları halinde, yaşadığı olumsuz toplumsal yapıyı değiştirmek ve gerçeği/hakikati elde etmek için kendi dışında manevi güçler aramaya veya mesih ve mehdi misyonu üstlenmiş otorite kabul edilen karizmatik liderler ve kurtarıcılar üreterek onlardan medet beklemeye başlarlar. Böyle insanlar, ezilmişlik psikolojisi içerisinde sağlıklı düşünemezler ve başkalarının liderliğine ve başkalarının onları yönetme veya yönlendirmesine ihtiyaç duyarlar.Toplumsal bunalımların ve siyasi iktidar mücadelelerinin yaşandığı toplumlarda, mevcut meselelerin çözümünde manevi desteğe ve beşer üstü özelliklere sahip olduğuna inanılan bir kurtarıcı beklenmesi, beşerî, siyasî, kültürel, tarihî ve dinî bir olgudur. Ancak kurtarıcı ve karizmatik lider arayışı, öncelikle beşeridir. Yahudilik, Hıristiyanlık, Hinduizm, İslamiyet ve diğer bazı din mensupları, bu beşeri psikolojik tutumu, dini alana taşıyarak meşrulaştırma yoluna gitmişlerdir. Yahudilerin kurtarıcısı olarak Mesih'i; Hıristiyanların İsa'yı; bazı Müslümanların Haşimi soyundan veya Ali'nin Fatıma'dan devam eden soyundan mehdi veya mehdiler beklemesi, bu fikrin en tipik tezahürleridir.İslam tarihinde, "Dini, insan veya insanlara itaat etmek ya da imama itaate etmek. " olarak algılayan "karizmatik liderci" veya "Kurtarıcı bekleme" şeklindeki politik din anlayışının pek çok tezahürüne rastlamak mümkündür. Bunların başında Aşırı Şii hareketler, Onikimamiyye Şiasi (Usûliler-Ahbâriler), İsmaililik-Hasan Sabbah Fedaileri-, Batınilik, Karmatiler, Zeydilik, Dürzilik, Nusayrilik, Kadiyanilik, Babilik-Bahailik, Şeyhilik, Oniki İmam'in masumiyetini ve imamete hak sahibi olduklarını savundukları sürece Kızılbaşlık ve Alevilik ve benzeri ekoller gelmektedir.
Politik-Karizmatik din söyleminin merkezinde Masum İmam , Mehdi ve Mesih fikri bulunmaktadır. Bunların kaldırılması durumunda, bu fırkaların varlık sebepleri ortadan kalkmış olur. Diğer taraftan aşağı yukarı bunların tamamında, ya Haşimi soyundan veya Ali'nin Fatıma'dan olan soyundan (Ehl-i Beyt) bir kişi ya da bu soyla alakası olmayan kişiler, hayatta iken ya da ölümünden sonra, kurtarıcı (Mehdi/İmam/Mesih/Allah'ın hûlul ettiği Resul) olarak beklenmektedirler. Bu misyon, Haşimi soyundan olanlara çoğu kere kendileri dışındakiler tarafından yüklenirken, Haşimi soyundan olmayanlara, daha çok kendilerince yüklenmiştir. Mehdilikle yetinenler olduğu gibi müceddidlikle başlayıp mehdilik, mesihlik ve resullük, daha da ileri giderek ilahlık iddiasında bulunanlar da olmuştur.
Aslında Şia'nın siyasal tarihi, 12 imam nazariyesine göre yeniden inşa edilmiş tamamen politik bir tarihtir ve İslam'ın siyasallaştırılması üzerine kurulu bir nazariyedir. İmamları sevmek veya sevmemek dahi dinileştirilmiştir. İslam toplumunun kaderi belli bir soyun ya belli bir dönemden sonra da ortada olmayan gizlendiğine inanılan gözlenen bir kişinin tekeline terk edilmek istenmiştir. Bu yüzden yazdıkları eserlerin tamamında bu nazariye ile ilgilenilmiştir. Sonuç olarak, politik-karizmatik liderci din söyleminin veya zihniyetin, Siyasal iktidarın ilahiliği ve naslar tarafından belirlenmişliği, Velayete iman, zamanın imamına beyat; İmama/İmamlara mutlak itaat; İmamların günahsızlığı; Mehdi/Kurtarıcı beklemek; Ali ve soyuna kutsallık atfetmek, İslam’ın siyasallaştırılması, Kur'an'ın Batıni yorumunu savunmak gibi temel özellikleri bulunmaktadır.
İnsan, seven, korkan, endişe duyan, umut eden, özlem duyan, saygı duyan, kutsallaştıran, nefret eden, tutkuları, arzuları ve sezgileri olan duygusal bir varlıktır. Bu duygusallık, bazen kişinin kendisine yönelmesine ve içe dönük bir tecrübeyi yaşamasına sebep olabilir. Tıpkı akıl gibi, sezgi de, insanın dini hayatını şekillendirmede önemli bir rol oynayabilir. Bu yüzden bazı insanlar, dini hayatında ve gerçeği elde etme konusunda, akıldan çok deruni tecrübeye bağlanır. Kutsallaştırılan varlığa olan ilgi ve sevgisi, dini duygu ve tecrübenin merkezine konur ve duygular, heyecanlar, kalbi bilgi ve sezgiler ön plana geçer. Tarih boyunca birçok dinde münferit inzivaya çekilme, sezgi ve ilhamın farklı şekillerde ya da benzer şekillerde, bir çeşit tepkisel hareketler olarak tezahürlerine rastlanmaktadır. İnsan tabiatındaki bu psikolojik eğilimlerin zümreleşmelere ve tasavvufi topluluklara dönüşmesine en müsait zemin, sosyal ve siyasi bunalımların ve hızlı değişimlerin yaşandığı aşırı dünyevileşmiş toplumlardır. Çünkü bu durumlarda fertlerin yaşadığı yalnızlık ve uzlet hissi, onları kurtuluş arayışına sevk eder. İslam düşüncesinde sezgici/keşifci ve irfani din anlayışının temsilcileri arasında Zahidler, Sufiler, Tarikatlar-Yesevilik, Nakşilik, Kadirilik, Alevilik-Bektaşilik, Mevlevilik, Ticanilik, Rıfailik- kısmen Batiniler ve İşraki filozoflar bulunmaktadır. Sezgici/keşifci din anlayışı, tarihte olduğu gibi günümüzde de siyasal, toplumsal ve ekonomik alanlarda yaşanan bunalımlardan bir kaçış ve aşırı dünyevileşmeye karşı daha farklı bir dünyevileşme biçiminde aynı tarikat adlarıyla veya farklı biçimlerde farklı adlarla bir tepki olarak tezahür etmektedir. Sonuç olarak, deruni tecrübeci/mistik din söyleminin veya zihniyetin, veli ve sufilerin yüceltilmesi, sufi önderlere ve şeyhlere mutlak teslimiyet, metafizik alem hakkında düşünme, varlıkların tek kaynaktan olduğunu kabul, başta insanlar olmak üzere bütün varlıklara karşı sevgi ve hoşgörü, keşif ve ilham merkezli din ve dünya görüşü, akıl düşmanlığı, kelam ve felsefe aleyhtarlığı, kurtuluşa ermişlik iddiası, batıni yorum, sanat ve musikiye yakın ilgi, doğruluğu başkalarınca test edilemeyen öznel ve kontrol dışı kutsal bilgi (keşif ve ilham), mutlak doğruluk iddiası gibi temel özellikleri bulunmaktadır.
Şîa'nın imâmeti aynen nübüvvet gibi ilâhî bir makam olarak görmesinin, siyasi mevzuların bir inanç esası olarak kabullenilmesine sebep olduğunu, bunun da tartışmaların büyümesinde ve toplumda huzursuzlukların artmasında etkili olduğunu söyleyebiliriz. Şîa’da iktidar-ulemâ ilişkisi sağlam bir zemine oturtulamamış ve halk ile iktidar arasında güvenli ve sıcak bir ilişki tesis edilememiştir. Bu durum zaman zaman iktidar ile Şiî ulemânın güç mücadelesine sebep olmuş ve iki başlı bir otorite meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu mücadelenin Şiî ulemâyı politize ettiğini, toplumun güven duyması gereken kurumuna itibar kaybettirdiğini söylemek mümkündür.
Türkler arasında faaliyet gösteren mezhepler, sırayla Hariciler, Mürcie, Mutezile, Şia, Zeydiye, İsmaililik, Ehl-i Sünnet'in Matüridi ekolü, Eş'ari ekolü ve Hadis Taraftarları olmuştur. Bunlardan Hariciler, Mu'tezile, Eş'arilik ve Hadis Taraftarları bir ekol olarak tarihe karışırken Matüridilik ve Hanefilik Türklerin çoğunluğu tarafından benimsenen mezhepler olmaya devam etmiştir. Haricilik, Türk bölgelerinde önemli faaliyetlerde bulunmuşsa da onları kendi tarafına çekmekte başarılı olamamıştır. Zeydiliğin ise, Türklerle ilk teması Harun Reşid döneminde, Yahya b. Abdillah'in 170 kişilik taraftarıyla, önce Rey'e, oradan, Cüzcan ve Belh'e, daha sonra Mâverâünnehir'de Türk meliki Hakan'a sığınmasıyla başlar.
Sünnî Siyaset nazariyesine göre, imamların seçimi Müslümanların önde gelenlerine veya kendilerine bırakılmıştır.
İç göçlerin başladığı 1950’lerden sonra özellikle kentlerde yaşayan Alevî toplumu, dedeleri arka plana itmiş, maddî desteklerini çekmiştir. Geleneksel Alevîliğin en önemli unsurlarından görgü ve sorgu cemi yapılmaz olmuş, musahiplik unutulmuştur. Dedelik çökmeye yüz tutmuş, toplum dini önderlerini terk etmiştir. 1980'lerden sonra ise Alevî camiaya mensup çoğu yüksek öğretim mezunu bazı kimseler Alevîlik konusunda eser yazmaya başlamış, toplumu yönlendirmeye çalışmışlardır. Bugünün Alevî toplumunu, dedelerin eserlerinden çok yazarların kitapları etkilemektedir. Bu yazarların Alevîliğin kökeni ve mahiyeti ile ilgili değerlendirmeleri bazı noktalarda birbirinden oldukça farklıdır.
Türkiye’de Sünnî ve Alevî topluluklar bir arada yaşama tecrübesi geçirmektedirler. Ülkemizdeki bu büyük iki oluşum yapılanması bakımından Türk Halk İslâmlığının iki kanadını oluşturmaktadır. Türkiye'de Sünnî kesim arasında nasıl farklı dinî gruplaşmalar, teşkilâtlanmalar mevcutsa Alevilik-Bektaşilik çatısı altında da aynı şekilde birbirinden farklı oluşumlar görülmektedir. Bunlar bir tür zenginliktir. Aleviler örgütsel olarak çok parçalıdırlar, teolojik olarak netliğe sahip değiller, dolayısıyla bütün bunlara önyargılar, tarihsel tereddütler de eklendiği zaman Türkiye’deki yapılarını inşa etme konusunda sıkıntılar vardır.
Aleviliği tümüyle tek bir dininin ürünü, tek bir ulusun ürünü olarak görmek tümüyle bilimsel gerçeklere ters düşmektedir. Anadolu Aleviliği tek bir etnik gruba ve kültüre bağlanamaz.
Selçuklularda ve Osmanlılarda "Alevi" sözcüğü kullanılmamıştır. Bu ismin belgelere geçmesi yüz yıllık bir olaydır.
Alevi kavramı ilk zamanlarda Hz.Ali’nin soyundan gelen insanlar için kullanılıyordu ve kavram tam olarak bunu karşılıyordu. Hz.Ali’nin taraftarları ise Şia veya Şia-ı Ali kavramlarıyla ifade ediliyordu.
Alevilik hakkında araştırmalarda bulunan bir yazar, Alevilik konusunda bir gazete ile yaptığı röportajda uzun
süredir çalıştığını, ancak Aleviliği çözemediğini ifade ediyordu. Birkaç araştırmacı ise Aleviliği bir “sır” olarak tanımlıyor, kimileri ise Aleviliğin net bir tanımının yapılamayacağını iddia ediyordu. Başka bir kişi ise, ortada birden fazla Alevilik olduğunu söylüyor, Alevilikten değil “Alevilikler”den bahsetmenin daha doğru olacağını belirtiyordu. Bunun sebebi Anadoluda Aleviliğin yazılı kültüre olan yabancılığının da rolü yok değil. İlk önce Aleviliğin orijinleri tanınmalı bundan sonra insanlar değerlendirilmelidir. Yoksa ins
Dostları ilə paylaş: |