Allah'ı Tanımak Kısaca Yazarın Hayatı



Yüklə 332,52 Kb.
səhifə22/22
tarix02.11.2017
ölçüsü332,52 Kb.
#28614
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   22

b) Yüce Gayret

Allah'a inanan insan, bütün kemal ve feyizlerin kaynağı olan bir İlâh ile irtibat hâlindedir. Bu yüzden daima bu feyiz ve lütuf kaynağına yakınlaşmaya, işlerini O'nun için yapmaya ve O'nun rızasını elde etmeye gayret gösterir.


Nitekim böyle bir insanın hedefi, dar ve sınırlı ufuklar ve "kısa görüşlülük" merhalesini aşarak, "ileri görüşlülük" merhalesinin engin ufuklarına doğru ilerlemektedir.
 

c) İnsan Severlik

De ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elde ettiğiniz mallar, kesata uğramasından korktuğunuz alışveriş ve hoşunuza giden evler, sizce Allah'tan, Resulü'nden ve O'nun yolunda savaşmaktan daha sevimliyse, bekleyin Allah'ın emri gelinceye dek ve Allah, buyruktan çıkan kötü topluluğu doğru yola hidayet etmez.


Bu yüce eğitim dikkate alındığında, bütün menfaat etkenleri artık etki ve önemlerini kaybeder. Hiçbir zaman kendi çıkarları veya ırkçı taassuplar veya mal, servet, kadın ve evlat gibi şeyler, insanın faaliyeti için tek hedef teşkil edemez.
Neticede hiçbir zaman insanın işi; böbürlenme, kibir, şahsî çıkarları kollamak veya kendi yaptığını diğerine göstermek gibi şeylerle sonuçlanmaz.
Müvahhid insanın hedefi sürekli olarak sadece şahsî arzu ve isteklerini temin etmek değil, başkalarının huzur ve refahını da göz önünde bulundurup topluma hizmette bulunmaktır. Hatta bazen toplumun maslahat ve çıkarlarını, kendi çıkarlarına tercih eder. Çünkü biliyor ki, Allah bütün insanların amellerine şahittir ve bütün amellerin mükâfatını verecektir.

d) Fedakârlık

Müvahhid insan kendini Allah'a ait bildiği, karşısında ebedî bir gelecek gördüğü için sadece bu sınırlı dünya hayatına bağlı kalmayıp, ebedî saadetini temin edebilmek için faaliyet gösterir. Bu yüzden kendi rahatlığından, malından hatta canından geçerek Allah'ın yolunda, O'nun kullarına hizmet edip onların kurtuluşu için çalışır. Zira kaybettiği bu sınırlı sermayelerin karşılığında Allah'ın hoşnutluğunu kazanacağını ve ebedî bir saadete kavuşacağını bilir.


Altıncı Bölüm 

İLÂHÎ ADALET

"Allah'ın, kulların yaptığı işlerdeki rolü" diye de tabir edebileceğimiz "ilâhî Adalet" konusu, bir yandan dinî vazifelerin yerine getirilmesi, öte yandan da tevhidî inanç ile Allah'ı takdis edip O'nu münezzeh bilmenin bıraktığı etki sebebiyle sürekli olarak mevzuu bahis edilmiş, bir sürü tartışmalara yol açmış, öyle ki artık Ehlibeyt Ekolü'nün esaslarından biri sayılmıştır. Bu konudaki gerçek İslâmî inancı şöyle açıklayabiliriz.


Allah bize birçok güç vermiş, bizim ihtiyar ve irade sahibi bir varlık olmamızı istemiştir. Bize verilen bu güç daima Allah'ın irade ve hâkimiyeti altındadır. Yani bizim hem kendimizi, hem irademizi ayakta tutan O'dur; isterse onu bizde devam ettirir, isterse geri alır. Sanılmasın ki onu bize verdi de artık geri alamaz veya verdikten sonra bir daha da karışamaz.
Öte yandan bize verdiği bu güç çerçevesinde birtakım vazifeler tayin ederek, bize kendi hayır ve salahımız olan şeyleri emretmiş ve karşılığında cennet ve saadeti müjdelemiştir. Bizi herhangi bir fesat ve zararı olan şeylerden de uzaklaştırmış ve bunları işleyenlere felaket ve cehennemi vaat etmiştir.
Biz bu emir ve nehiyleri yapma ve terk etmede yeteri kadar güç, irade ve ihtiyara sahibiz. Yani Allah bizi onları yapmaya mecbur kılmıyor. Aksi takdirde, elimizde olmadan yaptığımız iyi bir iş karşılığında herhangi bir mükâfatı veya kötü bir iş karşılığında ceza ve cehennemi hak etmemiz diye bir şey söz konusu olmazdı. Eğer öyle olsaydı, o zaman Allah kendi kuluna zulmetmiş olurdu. Çünkü kendisi yapmaya mecbur ettiği bir iş karşısında cezalandırmış olurdu. Oysa Allah zulüm sayılacak her şeyden uzaktır.
Elbette insanlar da her istedikleri yolu kendi beğendikleri gibi seçme hakkına sahip değildirler. Öyle ki, artık her şey onlara bırakılsın ve istedikleri her şeyi yapabilsinler. Allah onlara yolu açar, hayır ve şerri gösterir. Zaten peygamberler ve kitaplar gönderilerek ilâhî hükümlerin açıklanması da bunun içindir.
Fakat bununla birlikte Allah herkesin yaptıklarını gözetir, ona göre mükâfat veya ceza verir. İnsanlar kendi başlarına ve istedikleri her yola gidebilecek şekilde serbest değildirler. Evet, onlar Allah'ın verdiği güç ve iradeyle hak yolu bulup o yoldan gitmekle yükümlüdürler.
Kısacası, iyilikler hep O'ndandır. İyi ameller yapıldığında kalp daha çok ram olur, daha çok nurlanır, ilâhî tevfik ve yardım çoğalır. Fakat onların iyi işlere mecbur edilecekleri şeklinde değil. Maksat Allah'ın iyi işleri yapabilmeleri için onlara daha yıp kolaylık göstermesidir. Bu ise insanın iyi işi karşısında, Allah'ın yeni bir lütuf ve ihsanda bulunmasıdır. Sonunda da yüce Allah bu iyi işlerin sonucu olarak onları cennete ve ebedî saadete eriştirir.
Bunun aksine eğer Allah'ın verdiği güç ve iradeyle, itaatsizlik edip O'nun emirlerinden çıkacak olurlarsa, O'nu mağlup edemedikleri veya O'na bir zarar veremedikleri gibi, O'nda bir noksanlık da meydana getiremezler. Ne var ki Allah insanlara ve onların yaptıklarına hiçbir şekilde muhtaç değildir ve herhangi bir etkenin tesiri altında kalmaz.
Evet, Allah günahkârlara verdiği güç ve iradeyi istediği her an alabilir onlardan. Fakat O, onların serbest ve ihtiyar sahibi olmalarını ve vermiş olduğu irade gücüyle gidecekleri yolu seçmelerini istemiştir.
Allah onları bu günaha mecbur etmemiştir. Kendileri Allah'ın verdiği bu güç ve irade nimetinden yararlanıp doğru yolu seçeceklerine, ondan su-i istifadede bulunup itaatsizlik ediyorlar. Evet, onlar kendi başlarına kötülüğü seçip kendilerine zulüm etmişlerdir. Yoksa Allah onlara zulmetmemiştir.
İşlenen her günah, taş yürekliliğe ve Allah'tan uzaklaşmaya yol açar. Bu ise, insanın gelecekte yapacağı kötülüklere daha çok zemin hazırlar ve onun günahları için daha çok imkân sağlar. Fakat onu bu kötülükleri yapmaya Allah mecbur etmemiştir. Kendi yaptıkları, onu bu yola sürüklemiş ve günahlar karşısındaki teslimiyetini ve onlara olan isteğini günden güne artırmıştır. Kendi iradesiyle yaptığı günahların ardı ardına tekrarlanması da, onu bu dünyada felaket, sapıklık ve bedbahtlığa sürükler, ahirette ise şiddetli ceza ve azaplara duçar eder.
Binaenaleyh hiçbir şey Allah'ın irade, emir ve kudreti dışında kalmaz. Her şey O'nun ihata ve sultası altındadır, işini başkalarına bırakmaz. İnsanlar ise ancak kendi yaptıklarından mesulüdürler. Kimse kimsenin yükünü taşımaz.
Evet, Allah zerre kadar kimseye zulmetmez ve er-geç herkesin iyi-kötü bütün amellerine adaletli bir şekilde bakacaktır.

İnsanların Yaptığı İşler Kimin İradesine Bağlıdır?

"Adalet" konusunda insanların yaptığı işlerin yaratılış dünyasındaki yeri açıklık kazanmalıdır. Acaba insanların yaptığı işler kendi yaptıkları mı, yoksa Allah'ın işi mi? Kendi iradelerine mi dayanır, yoksa Allah'ın iradesine mi? Gerçi bu konu önceki bölümde bir yere kadar açıklandı; fakat bir daha bunu başlı başına söz konusu etmek yerinde olur.


Kur'ân-ı Kerim'e baktığımızda iki grup ayetle karşılaşıyoruz:
1- Hidayet-dalâlet, izzet-zillet, mülk, kudret, servet ve rızkı direkt olarak Allah'a nispet eden ayetler. Bu ayetler göz önüne alındığında, insanların yaptıklarının Allah'ın iradesine bağlandığı ve kaderlerinin O'nun elinde olduğu geliyor insanın aklına.
2- İnsanların kaderini kendilerine ve kendi yaptıklarına bağlayan ayetler. Bu kısım ayetler ise insanların yaptıklarının ve onların geleceğinin kendi ellerinde olduğunu göstermektedir.
Şimdi (çelişkili gibi gözüken) bu iki grup ayetin arasını nasıl birleştirebiliriz acaba?
Burada şöyle bir mesele daha öne çıkıyor: Eğer insanların kaderi ve yaptığı işler Allah'ın elindeyse, o zaman peygamberlerin ve semavî kitapların gönderilmesi, cennet ve cehennem vaadi konusunu nasıl açıklarız? Bu durumda bunlar herhangi bir mana taşır mı? Kaldı ki in-sanların bütün yaptıklarının Allah'ın elinde olması demek, onların bütün günah ve zulümlerinin de Allah'ın iradesiyle yapılmış olması demektir. Oysa yüce Allah her türlü zulüm ve kötülükten münezzehtir, uzaktır.
Öte yandan bunun karşı noktasını söylediğimizde, yani insanların işlerinin kendi iradeleriyle yapıldığını iddia ettiğimizde de, yüce Allah'ın mutlak hâkimiyeti zedelenmiş olur.
Hepimiz biliyoruz ki, Allah birdir ve bütün varlık dünyası O'nun emriyle ayakta durmaktadır:
Yücedir, münezzehtir O (mabut) ki her şeyin tasarrufu ve tedbiri O'nun elindedir…
Hüküm ancak Allah'ındır…
Emir önde de Allah'ındır, sonda da…
Eğer halk kendi iradesiyle birtakım işler yapıyorsa, bu, "Allah'ın mutlak hâkimiyeti ve iradesi yanında başka iradeler de bulunuyor" demek olur ki, bu da şirk demektir.
Bu iki grup ayetin arasını birleştirip söz konusu sorunu halletmek için şöyle diyebiliriz: Biz işin esasını tevhit biliyoruz. Uçsuz bucaksız yaratılış sahnesinde Allah'ın emir ve iradesinden gayri hiçbir şey hâkim değildir. O'nun emri ve gücü dışında hiçbir irade ve güç yoktur… Ve aynı delile göre insanlardaki bütün güçler de Allah'tandır. Örneğin konuşmamız için gerekli olan dil, ağız, diş, yemek borusu, akciğer, hava, kaslar, sinirler, beyin vb. O'nun emir ve kudretine bağlıdır. Onları yaratan ve ayakta tutan Allah'tır. Fakat bu arada insanda da bir irade ve ihtiyarın bulunduğunu görüyoruz. Halkın elinde göze çarpan bütün güçler, organlar ve yaptıkları bütün iyilikler ve kötülükler işte bu iradeye dayanmaktadır.
Şimdi bu irade ve ihtiyar neredendir acaba? Eğer insanların iradesi de Allah'ın elinde olursa o zaman iyi ve kötü işleri yapan da O'dur. Böyle olunca da yukarıda geçen problem yine söz konusu olur.
Hayır, insanların iradesi kendi ellerinde ve kendi e-mirleri altında olduğunu söylersek, o zaman da Allah-'ın emri ve iradesi dışında kalıp, O'nun mutlak irade ve kudretine ters düşer. Bu ise şirke muciptir.
Cevabına gelince: Evet, iradeyi veren Allah'tır, O bizi istesek de, istemesek de serbest ve ihtiyar sahibi olarak yaratmıştır; öyle ki istediğimiz yolu seçebiliriz. Evet, yolu biz seçiyoruz; fakat Allah'ın emri ve iradesi dışında değil. Çünkü bize bu ihtiyarı ve iradeyi veren yine Allah'tır; istediği zaman elimizden alabilir ya da sınırlandırır veya onda değişiklik yapabilir. Böylece bizim bütün iş sermayemiz Allah'tandır ve O'nun hâkimiyeti altında bulunmaktadır. Böyle olunca artık Allah'ın mutlak hâkimiyet ve iradesi de zedelenmez…
Bunların hepsine rağmen işi biz yapıyoruz, çünkü Allah tarafından verilen bu güç ve iradeyi kötüye kullanarak yanlış yolu seçiyoruz. İşte bu manada, bütün iyi ve kötü işler bizim kendimizdendir ve Allah'ın verdiği vadeye göre ceza veya mükâfat göreceğiz.
Hidayet, delâlet, izzet ve zillet ayetlerine gelince; eğer insanlar izzet faktörlerinden yararlanır ve kendi ihtiyar ve hürriyetiyle doğru, ileri görüşlü, sağlam iş yapar ve bu yolda çaba gösterirlerse, amellerinin olumlu neticelerine de varırlar elbette.
Aynı şekilde eğer bedbahtlık, felaket ve rezalete doğru yürürlerse, ister istemez kötü sonuca varacaklardır… Kısacası servet ve izzet, fakirlik ve zillete varan insanların kendisidir. Çünkü onlar kendi hürriyet ve özgür iradeleriyle bu yolu seçmiş ve o neticeye varmışlardır.
Aynı zamanda yüce Allah varlık âleminde şöyle bir kanun koymuş: Her kim saadet ve kurtuluşa doğru hareket eder ve bu yolda gereken çabayı harcarsa, istediği hedefe ulaşır. O hâlde böyle yapıp neticeye ulaşan kimseyi Allah hidayet etmiştir aslında. Aksine her kim sapıklığa doğru hareket edip yolunu şaşırırsa, aslında onu Allah saptırmıştır; çünkü bu genel kanunu yaratılışa koyan yüce Allah'tır.
Evet, buğday eken çiftçiye Allah buğday verir, arpa ekene de arpa…
İşte izzet ve zillet, kudret ve zaaf, hidayet ve delâlet, ölüm ve hayat, hepsi Allah'ın elindedir. Çünkü bunların her biri için belli bir kanun, yol ve hesap-kitap koymuştur. Fakat öte yandan bu kanunları ve yolları bize gösterdiği ve onlardan her istediğimizi seçebilmek için gereken güç ve hürriyeti verdiği için, izzet ve zillet vesilelerini hazırlayan ve böylece hidayete eren ve delâlete düşen de kendimiz oluyoruz…
Böylece bu iki grup ayet büyük bir hakikati aydınlatıyor bize. Bu ise bizi doğru inanç ve yüce bir felsefeyle aşina kılıyor. Bir yandan kâmil bir tevhit inancı ortaya çıkıyor, öte yandan da insanların dünya ve ahirette muvaffakiyet, ilerleme ve saadete erişmelerinin sahih bir düşünce ve ameli gerektirdiğini gösteriyor.

Toplumsal Kaderimiz

Vazife ve sorumluluktan kaçmak isteyenler, özellikle ağır ve tehlikeli olduğu durumlarda, kendi garezlerinin, heva ve heveslerinin (nefsanî duygularının) üzerini örtmek için süslü ve aldatıcı görünümü olan türlü bahaneler getirirler ve genellikle kendilerini haklı göstermek için dinî bir yön de verirler bahanelerine. Böylece tam faaliyet göstermeleri gerektiği ve yapılması gereken bir farz söz konusu olduğu yerde tembellik edip pasifleşirler. Öyle ki bu gerileme, uzlaşma ve ihmalkârlıklarından sevap ve mükâfat bile umarlar.


Tutunup durdukları bahanelerden birisi şudur: Diyorlar ki:
Şu bulunduğumuz durum, anlımıza yazılan bir şeydir; kaderimiz ve alınyazımızdır. Ne yapalım, Müslümanların bunca zorluklarla karşılaşmış olması, böylesine gerilemeleri, Allah'ın takdir ettiği bir şeydir. Esasen dünya zorluk ve bela yeridir. Kaderimiz budur ve sabredip razı olmaktan başka hiçbir çaremiz yoktur. Bununla beraber Allah'ın kaza ve kaderi karşısında, bizim herhangi bir girişimde bulunup kendimizi ve toplumumuzu felaketten kurtarıp izzet, saadet ve ıslaha doğru yönlendirmemiz imkânsız bir şeydir.
Bu fikir muhtelif şekillerde beyan edilmektedir; fakat hepsi şunu demek istiyor: Fertlerin ve toplumların kaderi, değişmez bir cebir üzeredir ve herkesi yaratan, her fert ve toplumun tutacağı yolu da önceden tayin etmiştir.
İslâm hakkında kitap yazan oryantalistlerden bir grubu şöyle diyor:
İslâm'da "kaza ve kader" diye bir mesele vardır. Müslümanların temel inançlarından sayılan bu mesele, cebir inancının aynısıdır aslında.
İşte bu "kaza ve kader inancı" İslâm'ın ilk başlangıcında Müslümanların ilerlemesine neden oldu, diyorlar oryantalistler. Çünkü Müslümanlar şöyle diyorlardı: "Ölmemizi de tayin eden Allah'tır, yaşamamızı da; fakir ve zor durumda olmamız da Allah'ın elindedir, zengin ve refahta olmamız da. O hâlde savaş meydanında niye korkalım ki? Servetimizi askerî ve içtimaî hizmetlerde sarf etmekten çekinmemizin ne gereği var artık? Eğer nasibimiz ölüm ise yatağımızda rahat yatsak bile ölüm bizi yakalayacaktır sonunda. Hayır, henüz yaşamamız takdir edilmişse, binlerce ok ve kılıç arasında bile kalsak yine kurtulacağız."
İşte böyle bir düşünce tarzına dayanarak, hiç-bir korkuya kapılmadan kendilerini tehlikeye atıp muzaffer oluyorlardı savaş meydanlarında.
Ne var ki aynı inanç, sonraki asırlarda Müslümanların durgunlaşma ve gerilemelerine yol açtı. Şöyle ki onlar, çok büyük servetler ele geçirip dünyada izzet ve kudret sahibi olduktan sonra artık tembel ve pasif bir duruma düştüler ve böylece gerilediler.
Dediler ki: "Kaderimiz Allah'ın elindedir; isterse izzet ve kudret verir, isterse alır bunları. Biz niye boşuna çalışıp çabalayalım ki? Allah istediği şeyi önümüze çıkaracaktır." İşte böylesine pasifleşip gerilediler sonunda.
Bununla birlikte "kaza ve kader"e inanmak; olumlu yönüyle ilerlemeye, olumsuz yönüyle de gerilemeye sebep olur.
Şimdi bakalım gerçekten İslâm'da böyle bir cebrî düşünce var mıdır? Yoksa İslâmî kaza ve kader üzerine yapılan yanlış bir yorum mudur bu?
Konunun aydınlanması için birkaç meseleye değinmek gerekir:
1- Tabiat âlemindeki olgulardan her biri, birtakım faktörlere tâbidir. Tabiat âleminde meydana gelen her hadisenin, tabiat içinde kendine yakın bir nedeni vardır. (Önce de denildiği gibi) bir çocuğun oluşması, nütfeye ve onun anne rahmindeki gelişme ve beslenmesine bağlıdır. Nütfe de, anne ve babanın beslenmesine. Besleyici maddeler ise topraktan meydana gelen ot, et, meyve vb. şeylerden oluşur. Elbette ki bu arada iç içe bir sürü faktörlerin etkisiyle birtakım değişmeler meydana geldikten sonra topraktan çocuk oluşmuştur. Fakat her ne olursa olsun çocuğun doğumu tabiatın kendisinde de birçok faktörlere tâbidir…
2- Varlık dünyası, bütün nedenleri, faktörleri ve özellikleriyle birlikte Allah'ın yaratığıdır ve O'nun iradesiyle ayakta durmaktadır. O istemiştir dünyanın düzen üzere olmasını; vesileler ve sebeplere dayanıp her şeyin bir nedeni olmasını. Fakat dünyadaki hadiseler, etkileme ve etkilenme işlemleri hiçbir şekilde O'nun il-mi ve iradesi dışında kalmaz. Yani sebep ve faktörlerden her biri ancak O'nun istediği etkiyi gösterebilir, bütün âlem belli bir nizama ve Sünnetullah'a (Allah'ın tekvinî yasasına) tâbidir.
3- Tabiî olgular belli kanunlara tâbi olduğu gibi, toplumsal olgular da birtakım özel sünnet ve yasalara tâbidir. Evet bu, sosyolojide de genişçe mevzuubahis ol-muştur. Acaba toplum arasında da kanun diye bir şey var mıdır? Etkili olan tek bir kanun mu vardır, yoksa çeşitli kanunlar mı söz konusudur?
Sonuç olarak ortaya koydukları şey şudur: Toplumda, içtimaî hadiseler üzerinde belli etkileri olan çeşitli kanunlar bulunmaktadır. Binaenaleyh, bir mahsulün tabiatta yetişmesi, tabiatın kendi içerisinde bulunan çeşitli kimyasal ve fiziksel faktörlere bağlı olduğu gibi, bir milletin ilerlemesi veya bir toplumun iktisadî, kültürel ve bilimsel gelişimi de toplumdaki birtakım özel kanun ve etkenlere bağlıdır.
Bu kanunları ve etkenleri tanımak, en zor ve karışık çağdaş bilimlerden biridir. Hatta biyoloji ve fizyolojiden daha karışıktır. Kısacası tabiat dünyası ve toplum, bütünüyle birtakım değişme kabul etmez belli sünnet ve kanunlara tâbidir.
Sen Allah'ın sünnetinde (yol-yordamında) kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen Allah'ın sün-netinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın.
4- İslâm, dünyanın yaratılış düzenine dayanan fıtrî bir din ve ilâhî bir kanundur:
Öyleyse sen yüzünü hanif (Allah'ı birleyen, en doğru) dine çevir, Allah'ın o fıtratına ki insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratılışı için hiçbir değişme yoktur. İşte dimdik ayakta duran (en doğru) din odur…
Binaenaleyh, dinin toplumsal kanunları, temiz toplumsal sünnetlerin beyanı sayılır aslında.
Nitekim bilimsel kanunlar, tabiattaki sünnetlerin yorumu demektir.
Kur'ân-ı Kerim bu değişmez sünnet ve kanunlardan bazılarına şöyle değinmektedir:
Herkes kendi yaptığının rehinidir.
Bir kavim (toplum) kendinde olanı değiştirmedikçe Allah, ona ihsan ettiği nimeti değiştirmez…
Andolsun ki biz, Zikir'den (Tevrat) sonra Zebur-da da yazdık ki: Hiç şüphesiz yeryüzüne, salih kullarım vâris olacaktır.
Ve gerçekten de insan ancak kendi (emek ve) çabasının (sonucunu) elde eder ve şüphesiz çabası-(nın neticesi) gösterilir ona.
Evet, bu sabit ilâhî sünnetlerden toplumda çoktur ve Kur'ân onlardan bazılarına değinmiştir.
5- Bu ilâhî kanun ve sünnetlerin adına kaza ve kader, cebir veya her ne denilirse denilsin, maksat bunlardan toplumsal olguların ilâhî düzen ve sünnetlere tâbi oluşudur. Dünyada hiçbir şey ölçüsüz ve rastlantı icabı değildir. Her şey belli kanunlara bağlıdır. Bütün bu düzen ve ölçüyü, gerek toplumsal meselelerde, gerekse tabiî hadiselerde koyan Allah'tır.
6- Böylece ilâhî kaza ve kadere inanmak, Sünetullah'a uymak demektir. Varlık âlemine egemen kılınan tabiî kanunlardan başka bir yolla herhangi bir sonuç bekleyenler, kendilerini şans, tesadüf ve düzensizlik inancına esir etmişlerdir.
Onlar, çalışıp çabalamadan aniden bir hazine elde etmelerini, herhangi bir güç sarf etmeden talih kuşunun başlarına konmasını, tohum atmadan ve kış zorluğu çekmeden yazın ürün almalarını bekleyen insanlardır. Oysa bunlar birtakım akıl dışı beklentiler ve çocukça rüyalardan başka bir şey değildir. İşte hayat gerçeklerinden uzaklaşanlar, ancak bir kısım hayal ve saçmalıklara duçar olurlar. Böyle insanlar sapıklık ve felaketten başka bir geleceğe sahip değillerdir:
Gördün mü heva ve hevesini kendine ilâh (mabut) edineni ve hâlini bildiği hâlde sapıklığa terk edileni?…
7- İslâm, kendi davetini halka düşünce ve mesuliyet hissi uyandırma esasına dayandırmış, onlara belirli görevler tayin etmiştir. "İman" ve "salih amel", bizim İslâmî mesuliyetimizin özünü teşkil etmektedir. Peygamberlerin daveti, ceza ve mükâfat meselesi, cennet ve cehennem, bu dünyada birtakım sorumlulukların bulunduğuna en büyük delildir. Kur'ân, kurtuluş ile dünya ve ahiret saadetini insanın kendi amelinin neticesine bağlamaktadır.
İşte bütün bunlar şunu açıkça ispat ediyor ki, bizim geleceğimizi yapan ve kaderimizi tayin eden, kendi amellerimizdir.
Ey iman edenler! Siz yardım ederseniz Allah'a, O da size yardım eder ve ayaklarınızı diretir, size sebat verir.
Allah sizlerden iman edip iyi işlerde bulunanlara, onları mutlaka yeryüzüne sahip ve hâkim kılmayı vaat etmiştir…
8- Böylece bir milletin izzet sahibi ve yüce olması, diğer birinin de zelil ve bedbaht olması, ilâhî kaza ve kaderin gereğidir. Evet, bir grubun muzaffer ve muvaffak olmasını, diğer bir grubun da mağlup ve mahrum olmasını isteyen Allah'tır. Çünkü O, varlık âleminde şöyle bir kanun koymuştur:
Her kim izzet ve başarı faktörlerinden yararlanıp saadete doğru yürürse, gösterdiği çabayla istediği olumlu neticeye de varacaktır. Her kim de zillet sürecini kat edip alçaklık, ihmalkârlık, dalkavukluk ve uzlaşmayı kendine adet edinirse, sonunda zelil olur.
İşte böylece Allah'ın saadet verici kanunları doğrultusunda hareket eden veya zillet ve bedbahtlık yolunu seçen, halkın kendisidir.
Kısacası her iki yolun kendine ait belli kanunları ve ölçüsü vardır; gerisi bizim seçimimize kalmıştır artık…
Yüklə 332,52 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   22




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin