Rivayet olunduğuna göre bir hırsızı yakalayıp Hazreti Ömer'e getirdiler. Hazreti Ömer (r.a.) ona:
— Niçin çaldın? diye sordu. Hırsız:
— Çaldımsa Allah'ın takdiriyle çaldım. Allah böyle takdir etmiş, diye cevab verdi. Hazreti Ömer bu cevaba hiçbir şey demedi, yalnız emir verip hırsızlık cezası olarak elini kestirdi ve ayrıca da dayak attırdı. Kendisine niye böyle iki ceza verdiği soruldu.
— El kesmek hırsızlıktan, dayak da Allah'a yalan ve iftırasından dolayı, cevabını verdi.
Hazreti Osman'ın katli hadisesine iştirak edenlerden bazıları Hazreti Osman'ı kendilerinin öldürmediğini, onu öldürenin Allah olduğunu ileri sürmüşlerdi. Evini muhasara ettikleri zaman ok atarken, Hazreti Osman'a:
— Bu okları sana attıran Allah'tır, diyorlardı. Hazreti Osman Radiyallahu anh onlara şu güzel cevabı vermişti:
-
Allah'a iftira ediyorsunuz Ey yalancılar! Eğer oku Allah attırsa idi, hedefe isabet etmez miydi?
Bir ihtiyar, Hazreti Ali'ye şunu sordu:
— Bizim Allah yolunda savaşmak için yürümemiz, Allah'ın kaza ve kaderiyle miydi? Bunu bize söylemelisin!
Hazreti Ali şu cevabı verdi:
— Bitkileri, çimenleri bitiren, mahlûkâta can veren Allah aşkına derim ki, hangi yere ayak bassak ve hangi yere konsak, bu ancak Allah'ın kaza ve kaderiyledir.
— Öyle ise bizim yorulmamız boşuna, bizim için mükafat, ecir ve sevaba hak kazanmak yok gibi...
— Ey ihtiyar, siz giderken Allah size gidişiniz için büyük ecir verdi. Dönüşde de dönüşünüz için ecir verdi. Çünkü siz bunları yaparken zorla yaptırılmış, buna mecbur edilmiş değilsiniz. Bunları arzunuzla yaptınız.
— Bizi kaza ve kader sevketmedi mi?
—Yazık! Sen, kaza sana yapıştı, kader sana sarılıp takıldı sanıyorsun. Eğer iş öyle olsaydı, sevab ve günah batıl olurdu. Mükafat ve ceza, emir ve nehye lüzum kalmazdı. Günah işleyene Allah ceza vermez , iyilik sahibini de övmezdi. İyilik yapan övülmeğe, kötülük yapandan layık olmazdı. Kötülük işleyen de yerilmeğe, iyilik yapandan daha müstehak sayılmazdı. Bu gibi saçma sözler, putlara tapanların, şeytanın ordularının, yalancı şahitlerin, doğruyu görmeyen körlerin sözleridir. Onlar, bu ümmetin Kaderiyyesi ve Mecûsîleridirler. Allah Teâlâ kullarını serbest bırakmak suretiyle emretti. Sakındırmak için de nehyetti. Kolay olan şeyleri teklif etti. Zorlayarak isyana, boynundan çekerek itaata mecbur etmedi. İnsanlara peygamberleri boşuboşuna göndermedi. Gökleri, yerleri ve bunlar arasında olan varlıkları boş yere yaratmadı. "Böyle şeyler kafirlerin zanlarıdır, yuh olsun kafirlere, onlara cehennem var."
Bunun üzerine yine sordular:
— Öyleyse bizi sevkeden kaza ve kader nedir? Hazreti Ali:
— O, Allah'ın emri ve hükmüdür, dedi ve arkasından şu ayet-i kerîmeyi okudu:
"Rabbin ancak kendisine kulluk etmenizi emir buyurdu." ihtiyar sevinerek kalktı ve:
— Sen o zatsın ki, sana itaat sayesinde kıyamet günü Allah'ın rızası umulur. Dinimizin anlayamadığımız mes'elesini bize açıkça îzah ettin. Allah, sana bunun en güzel ecrini versin."
KADER VE İNSAN
Allah Teala kullarına sorumlulukları ölçüsünde irade, iradeleri ölçüsünde sorumluluk vermiştir. Bazı insanların "Kaderim kötü yazılmış!" diyerek kendi kendilerine birtakım hükümler vermek suretiyle hayatlarında sorumluluk duygusundan kaçmaya kalkışmaları ve yaratılış gayelerine ters bir şekilde davranmaları çok yanlıştır.
Bu böyle olmasaydı Rahman ve Rahîm olan Allah, kullarına herhangi bir mes'üliyet yüklemez ve onları emir ve yasaklarını yapıp yapmama husûsunda hesaba çekmezdi. Onun kullar için mes'uliyet ve hesabı takdîr buyurması, bunu gerektirecek seviyede irade ve istediğini yapabilme gücü verdiğini gösterir. Bu gerçeği göremeyenlere Hazret-i Mevlânâ tefekkür aleminden şöyle seslenir:
"Kul kader ve kazaya teslimiyet gösterirse, mükafatı Allah'ın rızasını kazanmak olur. Bu rızayı görenler için kader ve kaza, şeker helvası gibi tatlıdır; yüzleri mütebessim kılar."
"Eğri gidersen kalem eğri yazar, doğru gidersen mutluluk doğurur."
"Bir hırsız polis tarafından yakalanınca ona dedi ki:
-Efedim, yaptığım iş Allah'ın hüküm ve takdiridir. Benim bir suçum yoktur.” Bunun üzerine polis şu cevabı verdi:
-A efendi, benim yaptığım da Allah'ın hüküm ve takdiridir. Hem kabahati işle hem de kadere havale eyle; bu akıllının işi değildir."
"Sözün hulasası şudur ki: Şeytan, insana şerri; ruh da hayrı gösterir. İhtiyar (tercih etme) istidadı olmasa, ne diye uğraşırlardı ki!"
"Bizde görünmeyen gizli bir istediğimiz gibi yapma kabiliyeti var. Gönülde iki ayrı düşünce, yani birbirine zıt fikir zuhur edince bu kabiliyet nasıl araya giriyor bak! O zaman «Acaba hangisi benim için faydalı?» diye fikir yürütüyor ve birinde karar kılıyorsun! Bunda da kimse seni yönlendirmiyor. Eğer seçme hürriyetin olmasaydı, böyle mi olurdu?"
"Akıl bakımından cebre inanmak, pek büyük gaflettir. Cebre inanan kendi duygusunu da inkar ediyor demektir. Cebriyye, aklı vasıtasıyla şu dünyada ne işler yapıyor, ne dolaplar çeviriyorken; tutup da aklı nasıl inkar ediyor? Eğer insanda irade ve tercih olmasaydı, şu iyi, bu kötü, güzel, çirkin v.s. tabirler zuhur eder miydi? Ey dost! Duygu ve istidadı nisbetinde hayvan bile idrak halinde. Ama elbette bunun mahiyetini anlamak çok ince bir şey!"
"Eğer insanlara seçme hürriyeti verilmemiş olsaydı, şifayı doktordan değil doğrudan doğruya Allah'tan istemen gerekmez miydi? Hastalık sana ne güzel de irade serbestliğini tasdik ettiriyor."
"İhtiyarın yoksa yarın şunu yapayım, bunu yapayım veya yapmayayım tarzında bitip tükenmek bilmeyen planların nedir? Bu planları seçme özgürlüğü olmayan yapabilir mi?"
"Hem dön de kendi âlemine bir bak; Allah'tan başkasında irade hürriyeti yoksa neden malını çalan hırsıza öfkeleniyorsun. Neden birilerini düşman biliyor ve onlara gece gündüz diş biliyorsun? Nasıl oluyor da irade hürriyeti olmayanların sırtına günah ve suç mührünü vuruyorsun? Dermek ki irade hürriyeti var! Yoksa hapishanelere ne lüzum vardı!"
Kul, bir irade sahibidir. Bu irade veya kudret, ona Cenab-ı Hakk tarafından bahşedilmiştir. Allah Teala'nın her oluşta iradesi bulunmakla birlikte, rızası sadece hayırdadır. Bir hocanın gayesi, talebesinin bilgi ile mücehhez olup sınıf geçmesidir. Talebe çalışmaz ise hocanın yapacağı bir iş yoktur.
Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasının şifaya kavuşması için ilaç vermektir. Hasta, verilen reçeteyi tatbîk etmez ise, artık gelişen menfî neticeden sadece hastanın kendisi mes'üldür. Doktora herhangi bir hata isnad edilemez.
Bu itibarla meydana gelen olaylar, iradî isteklerimizden ibaret olduğundan, mes'üliyyet hususunda kaderi bahane ederek kendimizi suçsuz sayamayız.
İbadetsiz veya kötü yola düşen bir kimsenin: "Ne yapayım, kaderim böyle imiş” demesi gafletinin işaretidir. Namaz kılmak isteyen bir kimseye Cenab-ı Hakk, kılmasının sebeplerini ihsan eder; kılmak istemeyenlere de engel olan sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur.
Kendimizi işlediğimiz günahlardan mazur göstermek ise, "kadere bühtan" etmek demektir ki, akılsızlık ve edebsizlik olur.
Dostları ilə paylaş: |