A. Anlama-Yorum 1. Anlama Ve Yorum
Anlama, bilginin kazanılmasıyla sonuçlanan bir bilgi edinme işlemi olup, 157 yazılı, sözlü ya da işarete dayalı şeylerle insan zihni arasında, sonucu bilgi ya da fikir edinimi ile biteri bir olgunun adıdır.
Anlama, bir diyalog içinde anlamlıdır, diyalogdan kastedilen yüz yüze ilişki değil, soru-cevap ilişkisidir. 158 Anlamanın gerçekleşmesi için anlamaya konu olan söz veya yazının sahibi ile denilenin ya da denilmek istenenin hangi çerçevede gerçekleştiğinin araştırılması, bunun için de anlamlı sorular sorulması gerekmektedir. Günlük konuşma ve yazı dilinde birçok anlam zihinlerde otomatiklestiği için böyle bir sorgulama gözükmemesine rağmen bilinç altına yerleşmiş durumdadır. İşte bu anlamda iletişim, önceden özneleri ve objeleri var sayar.
Anlama olgusunda bazı unsurlar vardır. Sözün sahibi, muhatabı, dili, bağlamı, söz, söz sahibinin/söylemin muradı, muhatabın anladığı, doğru anlam, yanlış anlam bunlardan birkaçıdır. Sözün sahibi ile muhatabı olayın canlı failleridir. Konu Kur'ân olduğunda sözün sahibi Allah Teâlâ, muhatap ise insanlardır. Allah Teâlâ anlatma, verme konumundadır, insanlar ise anlama ve alma konumundadır. Allah'ın kelâmının anlaşılmasından söz etmek, muhatabın buna ehil olması manasına gelmektedir.
Kur'ân'ın nazil olduğu bağlam, sözün anlamını bağlamaktadır; sözü, anlamı uçup giden bir şey olmaktan, başıboşluktan ve her şeyi söyleyen ya da hiçbir şeyi söylemeyen anlamsızlıktan kurtarmaktadır. Her sözün, ya da her ayetin bir bağlamından söz etmek mümkündür. Ama kelâmullahı/sözü nazil olduğu/söylendiği ortama hapsetmemek gerekir. Çünkü, hem sözün bağlamından başka manayı etkileyen unsurlar vardır, hem de bağlamın tarihsel olması durumunda nassın mana ve muradının tarihsel olmaması için tüm mananın bağlamla birlikte olduğunu var saymamak gerekmektedir. Bağlam, ya sözün söylendiği fiilî ortamdır, ki orada bulunanların anlaması ile bulunmayanların anlaması birbirinden farklıdır, ya da fiilen bulunulmadığı takdirde bile sözü bağlamı ile birlikte öğrenme ve anlama durumu mümkün olur, ya da söyleyenin zâtına ilişkin ona uygun bir bağlamdır. Öyleyse muhataplar, sözün sahibini ilgilendiren ifadelerin ne anlama geldiğini ya fiilen kendi dünyalarından bilirler; kelâmaların gaibi şahide kıyaslarını bu mantık çerçevesinde ele almak mümkündür. Ya da onun zâtına uygun bir anlamı zihnen var sayarlar; bunun örneği de Mu'tezile'nin, tevhid ve adalet meselelerinde meselâ Allah'ın zatının sıfatları da bir yönüyle nefyeden anlayışla- mutlak tekliği, O'nun kötüyü fiil edemeyeceği, kulların fiillerini yaratmadığı gibi birçok konuda düşündükleri zihinsel bağlamı, gelen nassların anlaşılmasında vazgeçilmez belirleyici olarak görmeleridir. Allah'ın zatı hakkında varsaydıkları bağlam çerçevesinde onlar, kelâmın sıfat değil fiil olduğunu kabul etmişler, sonuçta Kur'ân mahlûk olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla nassın anlamı, mezheplerin özgür olarak var kılacağı ve inşa edeceği bir yapı değildir. Nasslar, istînbatta bulunmak isteyen âlimlere hareket alanı sağlar ama, sınırların varlığını da kabul etmek gerekmektedir. Meselâ anlamın bir bağlam içinde var olması; bağlam olmaksızın anlamın varlığından söz edilememesi, onun sınırlarını belirleme açısından önem arz etmektedir.
Anlama, manaları taşıyan ve kendisinde saklı tutan dil aracılığıyla gerçekleşmektedir. Allah'ın kullarına indirdiği son kelâmının dili Arapça olduğuna göre ilâhî murad, bu dilin anlama imkânları ve dilbilgisiyle kendini ifade etmiş olmaktadır. Dil ve dilbilgisi olmaksızın anlam gerçekleşmeyeceği gibi, anlamın hepsini dile hapsetmek de doğru değildir, çünkü anlama unsuru sadece dilden oluşmamaktadır.
Dil içinde neredeyse tüm kelimeler bir yerde ve tek anlama indirgenmiş durumda değildirler. Bundan dolayı kelimelerin, içinde bulundukları metne göre anlam kazandıklarını kabul etmek gerekmektedir. Arap dilinde kelimenin ifade ettiği mana ne kadar çok olursa olsun, bu manalardan birisi asıl olarak diğerlerinin içinde bir şekilde bulunmaktadır ve esasen lügat kitaplarındaki tertibin de böyle olduğu "görülmektedir. Kelimelerin anlamlarının zaman içerisinde gelişme ve değişme gösterdiğini de unutmamak gerekmektedir. Ekollerin farklılaşmasına zemin hazırlayan unsurlardan biri olarak gelişen bu yan anlamlarla, mana genişlemesi, mana daralması ve başka manaya geçiş şeklinde kendini gösteren dilde türlü anlamlılığın ortaya çıktığı bilinmektedir.159
İşte dildeki bu anlam gidip-gelmeleri, kelâmı ekollerin farklılığını hazırlayan dilsel unsulardan biridir. Dildeki genişliği gösteren çok anlamlılık, aynı zamanda bir takım yanlışlıkların ve ihtilâfların da kaynağı olmuştur. Zira anlamaya konu olan metnin bir anlama ortamı vardır ve metni bu bağlam içinde anlamak gerekmektedir, veya ma'kûl yorum bu çerçeve içinde sınırlı olmalıdır. Buradaki sınırlılık, anlamı teke indirgemek demek değildir. Aksi halde, nassın çizdiği sınır gözetilmezse getirilmesi yararlı bulunan tasvirler ve bakış açısını zenginleştirici düşünceler pragmatist ve keyfî yaklaşımlar haline dönüşür ve neticede nassa ihanet edilmiş olur. 160 Dolayısıyla Kur'ân yorumunda, anlamanın dil içerisinde gerçekleşmesi gerektiğini söylemek, yanlış yorumları boşa çıkarmak üzere metnin niyetinin önemli olduğunu açığa vurmayı da hedeflemektedir. Bâkıllânî ve Kâdî Abdülcebbâr'ın halku'l-Kur'ân konusundaki farklılıklarında ihtilâfın, bir yönüyle tamamen dilsel boyutta gerçekleştiği ve her ikisinin de yorumlarını dil çerçevesi içinde tutmaya çalışmaları göz önüne alındığında, manayı kendisince taşıyan dile atıfta bulunmaksızın bilimsel bir yargıya varılamayacağı anlaşılmaktadır.
Bütün bu anlatılanlara bakıldığında yorum kavramının, nassların içerdiği varsayılan bir çok anlam katlarının farklı açılardan bakılıp, farklı anlama sistem ve yapılarının kurulabilmesine imkân tanıyan değerlendirmeleri kapsadığı görülmektedir. Esasen yorum XX. yüzyıl edebiyat kuramcılarının icat ettiği bir etkinlik değildir. Batıda öncelikle, Tanrı kelâmını ve anlamını belirlemek gibi son derece önemli bir uğraş, yorum tartışmalarını harekete geçirmiş 161 iken İslâm dünyasında, kelâmullahın ne olduğunu, ne ifade ettiğini belirlemek için değil, onun hangi manalara delâlet ettiğini araştırmak üzere anlama ve yorumlamanın bilimi geliştirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında fıkıhçıların ve kelâmcıların kullandığı anlama ve yorumlama metodolojisi oldukça ileri bir yerde durmaktadır.
Burada ele alınmaya çalışılan husus, Bâkıllânî ve Kâdî Abdülcebbâr'ın nassları anlarken yaptıkları işin, bizzat kendisinin mahiyetini ortaya koymaya yöneliktir; bu, bir bakıma "anlamanın" kendisini anlamaya çalışmaktır. Zira bir şeyi anlamaya çalışırken, yapılan işin de ne olduğunu düşünmek, anlama bilinci açısından önemlidir.
Dostları ilə paylaş: |