4. Delil-Delâlet-İstidlâl ve Yöntemler
Lafız ile mana arasındaki bütün ilişkileri delâlet kavramı ile ifade etmek mümkündür. 215 Lafız ve mana birbirinden ayrılmazlar, her lafız zihinde bulunan özel bir anlamı işaretlemektedir. Zihinde bu anlam oluşmadan dil üzerinde lafız ortaya çıkmaz veya lafzın neyi işaretlediği bilinmediği için anlama gerçekleşmez. 216
Bâkıllânî, delil ve delâlet kelimelerinin sonuçta aynı anlamı gösterdiğini ve beyan, hüccet, sultan, burhan kelimelerinin ise müteradif olduklarını söylemektedir. Delil, kendinden başka bir şeyi delil ortaya koymak suretiyle açıklayandır. Bu, bir şeyin bizzat kendisinin kendisi için ispata yönelik bir delil olamayacağı anlamınadır. 217
Dilbilimcilerin de kullanımına uygun olarak sahih bir nazarla zaruri olarak bilinemeyen bir şeye ulaşma imkânı sağlayan her duruma delil denilir. Bu durumda delil yol gösteren, kendisiyle yolun bulunduğu şey gibi temel anlamları içermektedir. 218
Delâlet, delâlet edenin (dâl) işaret, etki, ya da zorunlu sonucu gerektirici hüküm gibi durumlarla kendisine delâlet edileni (medlul) gösterdiği alâmet ve ilişkiye denir. Delâlette şey bir başka şeyi bilmeyi gerektirir. Aralarındaki ilişkiden dolayı bazen geniş anlamda delil ve dâll lafızları delâlet lafzı yerine kullanılırlar. Malûma ilim ya da bilinen şeye bilgi denilmesi de böyledir. 219
İstidlal, birincisi delâleti bulup çıkarmak, ikincisi delil ve delâlet isteme olmak üzere iki anlama gelmektedir. Delâleti elde etme, çıkarma ve istinbâtta bulunma durumu düşünen ve nazarda bulunanlar için geçerli hususlardır. Delil ve delâlet isteme, talep etme durumu iki hususu gerektirir:
Birincisi delil ve delâletle istenilen şey ve bunu isteyen kişi, ikincisi kendisine delil getirilen ve hüküm verilen şey, hüküm. İstidlal, düşünen ve sonuç araştıran kimsenin akıl yürütmesi ve tefekkürüdür. Delile bakarak bilmediği şeye ulaşma isteğidir. Delil getiren ve delâlet arayan bazen yanılsa da sonuçta yaptığı iş, istidlaldir. Burada aynı zamanda istisbâd da yapılmış olmaktadır. İstişkâd, bilinen ve görünen şeylerden (şâhid) bilinmeyen (gâib) için şehâdet (şâhidlik) talebinde, istek ve araştırmasında bulunmaya denir. 220
Esasen ilim, ya sahih ve doğruluğu kabul edilmiş nakildir, ya da gerçeklik ve kesinlik ifade eden istidlaldir. İhtilâflar ya nakilde olur, ya da istidlalde olur. 221
Bâkıllâni delilin üçe ayrıldığını söylemektedir:
1- Aklî delil: Akıl yürütme neticesi elde edilen, akılda var olan delildir. Muhkem bir fiilin, faili tarafından niyetlenilerek ve bilgiye dayalı olarak yapıldığını bilme bu türdendir. Böyle deliller, delil olmak için epistemik bir cemaatin (bilim/bilgi toplumu) uzlaşmasına ya da tevkîfe gerek duymaz.
2- Dilsel (lügavî) delil: Dilsel uzlaşıdan ve sözün anlamlarından hareketle delâlet eden delil. Muvâdaa (vaz'/uzlaşı) yolu ile kendini gösteren bu delil, lafız, rumuz, işaret ve yazıların delaletiyle gerçekleşen delildir. Bunlar üzerinde bir uzlaşı var olmasaydı bunların delil olmaları mümkün olmazdı.
3- Sem'i, şer'î delil: Dilsel uzlaşıdan sonra söz yoluyla şeylere delâlet eder. Aklî bilgi için uzlaşı ve şer'i belirlemeye gerek yoktur. Uzlaşıyla bilgiye erişmede ise uzlaşılan şeyin idrak edilen türden olması gerekmektedir. Kişilerin kalplerinde taşıdıkları şeyler üzerinde ve kalbî fiillerde uzlaşıdan söz edilemez. 222
Bâkıllânî'ye göre delil mevcut, ma'dûm, kadîm, hadis olabilir. Yapıldığında failin delil getirmek istediği bir fiil türünden olabilir, ya da kastedilmemiş bir fiil de olabilir. Kadîm delile Kur'ân; muhdes delile Hz. Peygamber'in sözleri; mevcut delile ayet, hadîs, icmâ; ma'dûm delile berâat-ı zimmetin şer'î delil olması, cinslerin bilinen niteliklerinin dışında niteliklerinin olmadığına delilin yokluğu ile hükmetmek, peygamberlik ididasında bulunanın elinde mucizelerin olmamasından hareketle onun yalanına hükmetmek örnekleri verilebilir. Bu sonuncusu, delil getirilen şeyin mevcut olması gerekmediğini göstermektedir. Mevcut olmak delilin şartlarından olmayınca delilin hadis olması, kendini var eden bir muhdisin varlığı, muhdisin delil getirmeye yönelmesi gibi durumlar da gerekmemektedir. Neticede Bâkıllânî, Mu'tezile'nin kelâmın dinî hükümlere delil olabilmesi için hadis olması gerekir düşüncesini reddetmek istemektedir. 223 Delil getirilen şeyin olmazsa olmaz şartının mevcut oluş olduğu kabul edildikten sonra delilin kadîm olmasının önünde engel kalmamış olacaktır ve kadîm kelâmla delil getirme imkânı açığa çıkacaktır.
Kâdi Abdülcebbâr’ın ise delile getirdiği tanım kendi sistemini doğrular ve bütünler mahiyettedir. O, mevcut oluşu, delilin temel şartlarından kabul etmektedir ve delil ile delil getirilmeye çalışılan şey arasındaki ilişkinin bizzat şâhid âlemde bilinen bir türe dayanması gerektiğinden hareket etmektedir. Ona göre delil, bir şeye onunla alâkasından dolayı delâlet eder, bu alâka ya o şeye veya o şeyi bir şekilde işleyenin irade ve seçimine ya da var kılmasına dönen bir durumdur. Delil, bir şeye onunla var olan ilgisinden dolayı medlule işaret eder. Aralarında ilgi olmayan bir şeyin (delil) bîr şeye (medlul) delâ'eti söz konusu olamaz. Delil, medlulünden başkasına ait olmayan bir anlamı göstermelidir. Bu bağlamda dizili harflerden oluşan kelâm, kadîm kelâmın varlığı için delil olamaz. Zira harflerle dizili Kur’ân’ın kadîm kelâma delâlet etmesini gerektirecek bir yön yoktur. 224
Esasen Bâkıllânî de delil ile medlul arasında bilinen bir yönün olması gerektiğini söylemekte, delilin bir medlule bağlı oluşunda aradaki bağın ve ilginin bilinen ve tanınan bir yön olması gerektiğinden söz etmektedir. Meselâ yazarını yazıya; hattatın o işi bilen birisi olduğuna; hâdis şeylerin, kendilerinden sonra var olan şeylerin de hudûsüne ve mucizelerin sahibinin doğruluğuna delâlet ettiğini bilmek böyledir. 225 Zira delil medlulüne, ilim malûma, haber habere konu olan şeye tâbidir. Delil medlulünü göstermezse zaten onun delili olamaz. 226 Delilin karakterinde, kendisi ile ilim hasıl olduğunda nazar ehlinin gönlünün sükûna ermesi vardır. 227
Kâdî Abdülcebbâr ilgili ilkeyi harflerden dizili kelâmın kadîm olamayacağına işletirken Bâkıllânî âlemin ve yıldızların bir var ediciye delâlet ettiğini istidlalde kullanmaktadır. Ancak bu ilkenin işletilme biçimi ve içine neyin gireceği ve neyin girmeyeceğini belirlemede mezhebî yaklaşımlar ön plâna geçmektedir. Ya da mezhepler, delâlet yönünü ister istemez bu çerçevede görmektedirler. Ama sorun, konunun şu ya da bu mezhepte falan şekilde ele alındığı değil, ele alınış biçimiyle doğru olup olmadığıdır. Kâdî Abdülcebbâr'ın Bâkıllânî'nin bu istidlaline diyecek bir şeyi olmasa da Bâkıllânî'nin Kâdî Abdülcebbâr'ın istidlaline itirazı olmalıdır. Zira ona göre lafzî Kur'ân nefsî kelâma delâlet etmemekte, arada böyle bir ilgi bulunmamakta ama Bâkıllânî'de bulunmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |