Amr b. MÜRre 4 Bibliyografya 4



Yüklə 1,39 Mb.
səhifə30/40
tarix11.01.2019
ölçüsü1,39 Mb.
#94685
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   40

c) Görevleri:

Halifenin görevlerini dini hâkim kılmak ve devleti idare etmek şeklinde iki başlık halinde özetlemek mümkündür. Bu görevlerin ayrıntıları ve uygulanış şekilleri zamana, mekân ve toplum şartlarına göre değişiklik gös­termektedir. Mâverdî ve Ebû Ya'lâ el-Ferrâ gibi hukukçular halifeye ait on ka­dar görev saymaktadırlar. Bunların bir kısmı sadece dinî 549 bir kısmı sadece dünyevî 550 bir kısmı da hem dinî hem de dünyevîdir. 551


2) Vezir.
İslâm devletinde halifeden sonra gelen en büyük yetkilidir. Bazı ya­bancı araştırmacılar tarafından vezirlik kurumunun İran tesiriyle İslâm devlet teşkilâtına girdiği ve vezir kelimesinin de Pehlevîce'den geldiği ileri sürülmüşse de bu iddia yeterli delillerle desteklenememiştir. Abbasîler'de vezirlik mü­essesesini inceleyen Sourdel eserinde kelimenin hangi kökten geldiğini araş­tırmıştır. Konu ile ilgili bütün iddiaları teker teker ele alarak büyük bir titizlik ve vukufla değerlendiren müellif vezirin Pehlevîce değil Arapça kökenli olduğu­nu açıkça ortaya koymuştur. 552 Sourdel'in de ifa­de ettiği gibi vezir kelimesi İslâm devlet teşkilâtında “halifenin yardımcısı” anla­mında ilk defa Abbasîler devrinde kul­lanılmış ise de bu kelime Arap dilinde önceki dönemlerden itibaren mevcuttu. Kur'ân-ı Kerîm'de ifade edildiği üzere hak dini Firavun'a tebliğ etmekle görevlendirilen Hz. Mûsâ.

“Bana ailemden kar­deşim Harun'u da vezir kıl” 553 demek suretiyle Cenâb-ı Hak'tan yardımcı talep etmiş­tir. Kur'ân-ı Kerîm'deki bu kullanılışta vezir kelimesinin sonraki dönemlerde kazandığı “başkan yardımcılığı” mâna­sının ana unsurları mevcuttur. Vezirin devlet başkanının yardımcısı anlamında kullanılışına hadislerde de rastlanmak­tadır. Çeşitli hadis koleksiyonlarında yer alan bu tür hadislerden biri şöyledir:

Allah bir emîre hayır murad ederse ona iyi bir vezir verir; unutursa hatırlatır, ha­tırlarsa yardımcı olur. Bir emîr için ha­yırdan başkasını murad ederse ona kö­tü bir vezir verir; unutursa hatırlatmaz, hatırlarsa yardımcı olmaz” 554 Benî Sâide toplantısındaki hilâfet müzakerelerinde “bizden bir ha­life sizden bir halife” tarzında ensar ta­rafından ileri sürülen teklife Hz. Ebû Bekir'in “emîrler bizden vezirler sizden” şeklinde cevap verdiği bilinmektedir. 555 Bu ifadede kelimenin son­raki kullanılışına uygun bir anlamda kul­lanıldığı açıkça görülmektedir.

Vezirlik müessesesinin İranlılar'dan İs­lâm devlet teşkilâtına geçtiği iddiasına gelince, bu görüş Abbasî halifelerinin İranlı bürokratları istihdam etmeleri ve dolayısıyla onların tesirinde kalmış ol­maları ihtimalinden başka bir delile da­yanmamaktadır. Goitein'in de isabetle belirttiği gibi Sâsânîler'in yıkılışından 100 yılı aşkın bir zaman geçtikten son­ra müessesenin Abbâsîlerde İran tesi­riyle ortaya çıkmış olduğunu söyleyebil­mek için mâkul deliller bulmak gerekir. Sadece Bermekîler'in İran menşeli oluşu konuyu kâfi derecede aydınlatmaz. Kaldı ki Abbâsîler'deki ilk vezir ne Bermekîler'dendir ne de İran menşelidir. 556 Uygulamada Abbâsîler'den önceki halifelerin de yardımcı istihdam ettikle­ri bilinmektedir. Meselâ Hz. Ebû Bekir Hz. Ömer'den vezir gibi faydalanmıştır. Şiî kaynaklarda İbn Abbas'ın Hz. Ali'nin yardımcısı olduğu belirtilmektedir. Emevîler döneminde halifenin kâtip adıyla anılan bir yardımcısı mevcuttu. İslâm ta­rihinde ilk defa Abbasî Devletinin kuruluş dönemlerinde Abbâsiler'in Irak'ta­ki temsilcisi Ebû Seleme Hafs b. Süley­man devrin siyasî şartları gereği kendisine “vezîrü âl-i Muhammed” unvanı­nı vermiş, daha sonra Abbâsîler'de bu görevli “vezir” diye anılagelmiştir. So­nuç olarak vezir kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde yer almış bulun­ması, benzer görevlerin daha önceki dö­nemlerde fiilen mevcut olması ve Abbâ­sîler'de ilk defa kullanılmasına sebep teşkil eden tarihî-siyasî şartlar bu ku­rumun meydana gelişinde İran tesirinin varlığını düşündürmemektedir.

Vezirlik İslâm tarihinde her devletin tarihî ve siyasî şartlarına bağlı olarak kuruluş ve fonksiyonları açısından bazı değişikliklere uğramışsa da halifeye yar­dımcı olan siyasî ve idarî bir kurum ola­rak varlığını daima muhafaza etmiştir. 557

3) Divan.

Kuruluşu Hz. Ömer dönemine kadar uzanan ve zaman içerisinde yapı­sı ve fonksiyonları açısından hayli değişiklikler geçiren divan Abbasî dönemi ortalarında gelişimini büyük ölçüde ta­mamlamıştır. Abbâsîler'den itibaren he­men hemen bütün İslâm devletlerinde çeşitli adlarla anılan ve muhtelif görev­leri bulunan divanlardan birinin devle­tin genel idaresiyle yetkili kılındığı gö­rülmektedir. 558 Bazan da halife veya hükümdarın, çoğu kere vezirin başkanlık ettiği ve her dö­nemde devletin en önde gelen yetkilile­rinin katıldığı bu divanlar devletin genel idaresiyle ilgili her türlü siyasî-idarî ka­rarların alınmasında ve yürütülmesinde en yetkili organlar olmuştur. 559 Osmanlılar'daki padişah divanı 560 ise bu kurumun en gelişmiş örneğini oluşturmaktadır. Dîvân-ı Hümâyun sadece en yüksek si­yasî-idarî karar ve yürütme organı değil aynı zamanda fevkalâde yetkili bir yargı organı olarak da hizmet görmüştür. Da­imî üyeleri arasında Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin de yer alması bu mak­sada yöneliktir. 561


B) Devletin Fonksiyonları.
1) Yasama:
İslâm devletinde yasama fonksiyonu esas itibariyle kanun koyu­cu (sâri') olan Allah ve Resulü'ne aittir. Müctehid hukukçuların bir hukuk kura­lını belirlerken önce Kitap ve Sünnete başvurmaları, bunlarda açık bir hüküm bulunduğu takdirde onu dikkate alma mecburiyetinde olmaları 562 yasama yetkisinin Allah ve Peygamber'ine ait olmasından dolayıdır. Şüphe yok ki sınırsız hukukî olay ve ihtiyaçla­rın sınırlı âyet ve hadislerin hükümleriy­le doğrudan karşılanması mümkün de­ğildir. Bu sebeple her müşahhas olayın hükmünün önce ilk iki kaynaktan belirlenmesi, burada mevcut değilse belli esaslar çerçevesinde İslâm hukukunun diğer kaynaklarından faydalanılarak tesbit edilmesi zarureti doğmuştur. İşte İs­lâm hukuku, müctehid hukukçuların devletten bağımsız olarak yürüttükleri bu ilmî çalışmalarının sonucu ortaya çık­mıştır. Bu ictihad faaliyetlerinde devlet başkanının veya diğer bir kamu görevli­sinin yahut da herhangi bir yasama or­ganının rolü söz konusu olmamıştır. An­cak devlet başkanının da müctehid bir hukukçu olması hali müstesnadır; bu durumda diğer müctehid hukukçuların sahip olduğu yetkiye o da sahip olacak­tır. İslâm hukukunun teşekkül dönem­lerinde metot ve yorum farklılıklarına bağlı olarak çeşitli mezheplerin ortaya çıkması da yine devletin bir rolü ve müdahelesi olmadan gerçekleşmiştir. Ne var ki devlet başkanının, İslâm huku­kunun düzenlememiş olduğu alanlarda bu hukukun genel yapısına ters düşme­yecek birtakım düzenlemeler yapması, kendi yetkisine bırakılan ta'zir cezaları­nı belirlemesi mümkündür. Nitekim İs­lâm devletlerinde bu tür düzenlemelere oldukça sık rastlanmaktadır. Osmanlılar'da devletin siyasî ve idarî yapısı, mîrî arazi, vakıflar, vergiler ve ta'zir cezaları alanlarında yapılan düzenlemeler ve ha­zırlanan kanunlar buna örnek gösteri­lebilir. Bu tür düzenlemeler de bir an­lamda yasama faaliyeti olarak kabul edilebilir. Ancak bu faaliyetler sırasında devlet başkanı sınırsız bir yetkiyi değil İslâm hukukunun düzenlememiş oldu­ğu alanlarda bu hukukun genel yapısı­na ters düşmeyecek bir şekilde düzen­leme yetkisini, yani sınırlı bir yetkiyi kullanmaktadır. Şu halde devlet başkan­larının İslâm hukukunun herhangi bir hükmünü yürürlükten kaldırma veya de­ğiştirme şeklindeki bir yasama faaliyet­leri söz konusu değildir. Bunun dışın­da İslâm hukukunun normlarını yeni bir şekil içinde uygulamaya sunma tarzın­daki kanunlaştırma faaliyeti, gerçek an­lamda bir yasama (legislation) değil sa­dece resmî bir tedvin (codification) sayılacağından, yasama yetkisinin Allah ve Resulü'ne ait olma kuralına aykırı düşmez. Bu alandaki dikkate değer ilk ör­nek. Tanzimat döneminde hazırlanan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'dır. Her ne kadar İbnü’I-Mukaffa' tarafından Abba­sî Halifesi Mansûr'a, mahkemelerde is­tikrarsızlığa ve kargaşaya engel olmak amacıyla farklı ictihadlardan dilediği­ni resmî bir metin halinde toplaması tavsiye edilmiş ve halife tarafından da İmam Mâlik'ten böyle bir metin meyda­na getirilmesi istenmişse de bu teşeb­büs, İmam Mâlikin sünnetin henüz tedvîn edilmemiş olduğu, ictihadlarında hata edebileceği ve ayrıca resmî bir met­nin hukukî hayatta gelişmeyi önleyece­ği endişesiyle teklifi reddetmesi üzeri­ne gerçekleşmemiştir. Benzer bir tedvîn teşebbüsü Bâbür Hükümdarı Evrengzîb Âlemgîr 563 tarafından da ya­pılmış, Hanefî ictihadlarının muteber olanları el-Fetâva'1-Hindiyye veya el-Âlemgîriyye adlı bir eserde toplanmış­tır. Ne var ki bu faaliyet de bir kanun­laştırma değil devlet başkanının öncülük ettiği ilmî bir tedvîn hareketidir. Hazır­lanan metin resmî bir mahiyet almamış ve mahkemelerde uygulanması mecbu­ri kılınmamıştır. Mecelle'nin açmış ol­duğu kanunlaştırma yolundan diğer İslâm ülkeleri de yürümüş ve böylece İs­lâm hukukunun belirli sahalarının ka­nunlaştırılması gerçekleşmiştir.
2) Yürütme:
Yürütme fonksiyonu esas itibariyle halifede toplanmıştır. Sonraki dönemlerde yürütmenin büyük ölçüde vezire geçtiği görülmekte ise de vezir bu yetkisini halifeden almakta, bir an­lamda halifeyi temsil etmektedir. Ayrı­ca ilk dönemlerden itibaren divanlar da yürütme fonksiyonunda önemli bir yer işgal etmişlerdir. Yürütmede gerek ha­lifenin gerekse diğer kamu görevlilerinin yetkileri, İslâm hukukunun genel pren­sipleri ve maslahatla sınırlıdır. Devlet başkanına itaati gerekli kılan naslar, İslâmî kurallara aykırı bir şey emretmesi halinde itaatin söz konusu olmayacağı­nı ifade etmiştir. İlk halife Ebû Bekir'in, seçilişinden sonra yapmış olduğu ilk ko­nuşmada Allah ve Resulü'nün yolundan ayrılması halinde müslümanların kendi­sine itaat borcunun olmadığını söyle­mesi 564 devlet başkanının emirlerinin İslâm hukukuyla sınırlı oldu­ğunu göstermektedir. Aynı şekilde Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi Kanûnî'nin bir uygulamasıyla ilgili olarak,

“Nâmeşrû olan nesneye emr-i sultânı olamaz” 565 diyerek halifenin yü­rütmedeki sınırlı yetkisine dikkat çekmistir. İslâm hukukunun bu prensibi, İngiliz hukukundaki “Kral yanılmış ola­maz” 566 prensibi­nin zıddı bir görüşü sergilemektedir.


3) Yargı:
İslâm devletinde yargı fonk­siyonu da esas itibariyle halifeye aittir. Resûl-i Ekrem'in bir peygamber ve dev­let başkanı olarak Medine'de yargıla­mada bulunduğu bilinmektedir. Râşid halifelerin de Peygamber örneğini takip ederek ya bizzat dava dinledikleri veya başka hâkimler tarafından dinlenmiş olan davalan temyiz mercii olarak de­netledikleri sabittir. Meselâ Hz. Ömer'in her hac mevsiminde valiler ve hâkimler tarafından verilen idarî ve hukukî ka­rarları tarafların isteği üzerine denetle­diği bilinmektedir. Bu konuda diğer hali­felerin uygulamaları hakkında da zengin örnekler mevcuttur. Daha sonraki İslâm devletlerinde de hükümdarlar divanlar­da halkın dava ve şikâyetlerini dinlemiş­lerdir. Nitekim Anadolu Selçuklu Sultanı 1. Gıyâseddin Keyhusrev'in 567 aynı şekilde Osmanlılar'da Yıldı­rım Bayezid'in her sabah halkın dava ve şikâyetlerini dinlediği 568 ta­rihî kaynakların verdiği bilgiler arasın­dadır.

Halifenin yargı yetkisini elinde tut­ması, onda aranan ictihad derecesinde­ki ilim şartıyla yakından ilgilidir. İctihad derecesinde bir ilme sahip bulunan kim­se bu vasfıyla aynı zamanda kadı olma ehliyetine de sahip bulunmaktadır. Bu sebeple gerek halifenin gerekse tayini için aynı şart aranan Abbâsîler'deki vezîrü't-tefvîzin yargı yetkisinin var olduğu kabul edilmiştir. Devlet başkanları yargı ve yürütme yetkilerini ellerinde topla­mış olmakla birlikte ilk dönemlerden iti­baren çeşitli bölgelere yargı için ayrı, yü­rütme için ayrı görevliler tayin edilmeye başlanmıştı. Hz. Ömer'in valilerden ayrı olarak kadı da tayin ettiği bilinmektedir. Bu uygulamanın ilk dönemlerde bazı istisnaları da göze çarpmaktadır. Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz'in Medine va­lisi Ebû Bekir b. Muhammed'e yargıla­ma sırasında hiç kimseye farklı mua­mele yapmamasını emreden mektubu 569 bu dönemde valinin aynı zamanda yargı görevini de yürüttüğünü göstermektedir. Emevî idaresinin sonu­na kadar yargının kadıların elinde top­landığı ve valilerin daha ziyade halkın idarî şikâyetlerini dinledikleri anlaşıl­maktadır. Nitekim bütün İslâm devlet­lerinde idari teşkilâtın yanı sıra ondan bağımsız bir yargı teşkilâtı daima var olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki halifenin yar­gı yetkisini elinde bulundurması, genel olarak kadıların tayini ve görev alanları­nı belirlemekle sınırlı olmuş, görevini yü­rütmesi sırasında kadıya müdahale söz konusu olmamıştır. Bu anlamda İslâm devletinde yargının bağımsız olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca halifenin yargı yetkisini elinde bulundurması ona kazâî bir dokunulmazlık sağlamış da değildir. Kendisinin taraf olduğu dava­larda herkesin yargılandığı mahkemelerde yargılanmak durumundadır. İslâm hukuk tarihinde halifenin bizzat taraf olduğu ve diğer şahıslarla aynı muame­leyi gördüğü davaların çok sayıda örnek­leri mevcuttur. 570



İslâm hukukunda tek hakimli ve tek dereceli yargı sistemi söz konusudur. Toplu hâkim usulü özellikle Hanefîler'de teorik olarak mümkün görülmekle bir­likte 571 uygulamada çok az istisnasıyla tek hakimli yargı egemen olmuştur. Bunun yanı sıra hâkime yar­dımcı olarak müftü vb. hukukçular var olmuş ve bunların bir kısmı da davanın görülmesi sırasında mahkemede hazır bulunmuştur. Ancak hüküm daima tek hâkim tarafından verilmiştir. Hâkimin yargı faaliyetinin zaman, mekân ve be­lirli konularla sınırlandırılabileceği kabul edilmiştir 572 Bu anla­yış hem hâkimin yargı alanının görev bakımından sınırlandırılmasına ve kadı mahkemeleri yanında mezâlim, şurta, hisbe gibi bazı özel mahkemelerin orta­ya çıkmasına, hem de hâkimin belli bir mezheple hüküm vermek üzere görev­lendirilmesine uygun bir hukukî zemin hazırlamıştır; aynı şekilde çağdaş İslâm ülkelerinde İslâm hukuku alanında bazı yeni düzenlemelerin yapılmasına da im­kân vermiştir. İslâm hukukunda yargı tek dereceli olarak kabul edilmiş, dava­nın aynı veya diğer bir hâkim tarafın­dan yeniden (istînâfen) görülmesi kabul edilmemiştir. Bunun yerine ilgili hukuk kuralının olaya doğru uygulanıp uygu­lanmadığını kontrol için temyizen ince­lenmesine izin verilmiştir. Meselâ Hz. Ömer'in hac mevsimindeki uygulaması, ayrıca Osmanlılar'da Dîvân-ı Hümâyun'da kazaskerlerin dava dinlemeleri bu an­layışın örnekleri arasında zikredilebilir. Bu, davanın yeniden incelenmesi anla­mına gelmez.
C) İslâm Anayasasının Temel Özellikleri
1) İslâm Anayasasının Dinî Esaslara Dayanması
Yasama­nın ana kaynağının Kitap ve Sünnet ol­masından da anlaşılacağı üzere İslâm devleti dinî esaslara dayanmaktadır. Bunun sonucu olarak din işleri dünya işleri ayırımı yoktur. Nitekim ridde olaylarında kabilelerin bir kısmı bütün olarak İslâm'ı değil sadece zekât ver­meyi reddetmiş, Halife Ebû Bekir ise bunu İslâm'ı reddetme ve devlete baş kaldırma olarak telakki etmiştir. Devle­tin dinle yakın ilişkisini yansıtan diğer bir nokta da onun en önemli görevle­rinden biri olarak dini koruma ve yay­ma olmasıdır. Halifenin görevleri ara­sında namaz kıldırma gibi sadece dinî olanlar da mevcuttur. Bununla birlikte İslâm devletinin Batılı anlamda bir teok­ratik devlet olduğunu söylemek müm­kün değildir. Çünkü teokratik devlet, ik­tidarını doğrudan Allah'tan alan ve böy­lece Allah'ın temsilcisi durumunda bu­lunan bir hükümdarın veya din adamı­nın 573 idaresi altında bulunan devlettir. Bu devletin başkanı fert­ler üzerinde manevî bir sultaya sahip­tir. Batı'daki örneklerinde görüldüğü gi­bi kişilerin günahlarını bağışlama, onla­rı takdis etme veya tam tersine dinden çıkarma papanın veya görevlendirdiği kimselerin yetkisindedir. Hükümdarın veya papanın yapmış olduğu dinî yo­rumlar. Tanrı'nın iradesini anlama gücüne sahip kimseler tarafından yapıldı­ğından tartışmasız kabul edilen birer dogma değerindedir. Fertlerin doğru­dan Tanrı'ya yakarmaları her zaman mümkün olmayıp birçok ibadet türleri­ni ancak din adamları aracılığıyla yerine getirebilirler.

Bütün Sünnî ekollere göre halife, ikti­darını Allah'tan alan ve O'nun yeryüzün­deki temsilcisi olan bir kimse değildir. O sadece müslüman toplumların tem­silcisi mahiyetindeki ehlü'l-hal ve'l-akd tarafından seçilen ve fâsık durumuna düştüğü takdirde azledilebilen bir kişi­dir. Dolayısıyla iktidarın kaynağı üm­mettir. İslâm devletinde hâkimiyetin Al­lah'a ait olduğu sözü ise yasama ala­nında beşerî iradenin ilâhî irade üzerine çıkamaması anlamındadır. Bu sebeple halife Allah'ın temsilcisi değil ümmetin temsilcisidir. Nitekim Hz. Ebû Bekir bu yöndeki bir yanlış anlamayı önlemek için kendisine “hafifetullah” 574 denilmesini kabul etmemiş, bunun yeri­ne “halîfetü resûlillâh” 575 denmesini istemiştir. Hz. Ömer döneminden itibaren de halife “emîrü'l-mü'minîn” 576 diye anıl­maya başlamıştır. Gerçi Emevî halifele­ri kendilerine halîfetullah denilmesine izin vermiş ve Abbasîler de bunun yerine “zıllullah fl'l-arz” 577 tabirini tercih etmişlerse de genellikle İslâm âlimleri bu tabirleri tas­vip etmemişlerdir. 578 Emevî ve Abbasî halifeleri bu tabirlerle mevkilerini güçlendirmek ve itibarlarını arttırmak istemişlerse de Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi olma iddiasında bu­lunduklarını söylemek mümkün değil­dir. "Halîfetullah" tabiri Hz. Âdem için, “Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” 579 mealindeki ilâhî beya­na, “zıllullah fi'l-arz" tabiri ise bazı kay­naklarda zikredilen, fakat uydurma ve­ya en azından zayıf olduğu tesbit edi­len, “Sultan Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir, bütün mazlumlar ona sığınır” 580 mealindeki hadise da­yanmaktadır. Halifelerin kullandıkları bu unvanlar özellikle Batılı araştırmacıları İslâm devletinin teokratik bir devlet ol­duğu anlayışına götürmüştür. Klasik ba­zı metinlerde geçen ve kadere, Allah'ın küllî iradesine delâlet eden bazı ifade­ler de yanlış anlaşılmış ve halifelerin Al­lah'ın temsilcisi olarak kabul edildikle­ri şeklinde yorumlanmıştır. Halife Me'mûn'un, bir hutbesinde Allah'ın küllî iradesini kastederek, “Ben Allah'ın dile­mesi ve iradesi ile iş görürüm 581 tarzında bir ifade kullanmasına, aynca Ebü Yûsuf'un Hârünürreşîd'e ilâhî takdiri ve hilâfet sorumlu­luğunu hatırlatmak üzere, “Allah mü­minlerin işlerini sana havale etmiştir” 582 demesine dayanarak İs­lâm'daki devlet idaresinin teokratik olduğunu İleri sürmek isabetli değildir.

İslâm hukukuna göre devlet başkanı­nın manevî bir sultası yoktur. O kişile­rin günahlarını bağışlamak, onları takdis etmek veya dinden çıkarmak yetki­sine sahip değildir. Bizzat kendisi gü­nahtan korunmuş 583 sayılmaz. Belli imamlara münhasır da kalsa Şiîler'ce kabul edilen masumiyet anlayışı Sünnî­ler tarafından kesinlikle reddedilmiştir. Halifenin ilmî yeterliği varsa dinî esas­ları yorumlama, İslâm hukukunun kay­naklarına dayanarak hukukî bir proble­mi halletme, bir hukuk kuralını belirle­me yetkisine sahip olabilir. Fakat onun bu yorum ve ictihadları hiçbir zaman bir dogma özelliği taşımaz. Bu sebeple Ab­basî Halifesi Me'mûn'un Kur'an'ın yaratılmışlığıyla 584 ilgili ola­rak benimsediği görüş, başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere âlimlerin tepkisiyle karşılaşmış ve uygulanan baskılara rağ­men başarı elde edilememiştir. İslâm devletinde imtiyazlı bir din adamları sı­nıfı yoktur. Fertler gerek ibadetlerinde gerekse günahlarının bağışlanmasında herhangi bir aracıya muhtaç değildir. Aynı şekilde din adamları devlet yöneti­mi konusunda farklı bir hak veya yetki­ye de sahip değillerdir.
2) İslâm Anayasasının Şûra Esası
İslâm devletinin temel özelliklerinden biri onun şûra 585 esasına dayanmasıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de iki âyet 586 doğrudan bu prensiple ilgili olduğu gibi bir sûre de 587 bu adla anıl­maktadır. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber'den birçok hadis nakledilmiş 588, siyer ve tarih kitapları onun uygulamalarının zengin örneklerini kaydetmiştir. Hatta ezan örneğinde olduğu gibi vahyin gel­mediği bazı dinî konularda bile onun as­habına danıştığı bilinmektedir. Bu pren­sip Hulefâyi Râşidîn döneminde de yay­gın bir şekilde uygulanmış ve birçok di­nî, hukukî ve siyasî problem bu yolla çö­zülmüştür. Farklı görüşte olanlar bulunmakla birlikte şûrada alınan kararlann bağlayıcı olduğu ileri sürülmüştür. 589 Hz. Peygamber Uhud Sava­şı örneğinde görüldüğü üzere aksi kanaatte olduğu durumlarda bile çoğun­luğun görüşünü kabul etmiş, bir an­lamda şûrayı bağlayıcı saymıştır. Yine de halife kuvvetli gerekçelerle şûranın kararlarını kabul etmeme (veto) hakkı­na sahiptir.

Şûra prensibi, önemine ve Hulefâyi Râşidîn döneminde yaygın bir şekilde uygulanmasına rağmen Emevîler'den iti­baren hilâfetin saltanata dönüşmesiyle pratikteki önemini kaybetmiş, bu yüz­den de kurumlaşamamıştır. Fakat bu husus, Emevî ve Abbasî halifelerinin ve daha sonraki İslâm devleti hükümdar­larının şûraya hiç başvurmadıkları anla­mına da gelmez. Ferdî danışma çerçe­vesinde bu prensip her dönemde uygu­lanmıştır. Abbasî Halifesi Mansûr'dan. “Bizim idare tarzımız danıştıktan sonra hükmetmedir” 590 anlamın­da nakledilen bir söz bunun örneklerin­den birini teşkil eder. Yine ilk dönem­lerden itibaren ortaya çıkmaya başla­yan divanlar, şûra prensibinin yaygın bir şekilde uygulanması için uygun ze­min oluşturmuştur. Nitekim Dîvân-ı Hümâyun'daki kubbealtı vezirlerinin en önemli görevleri, zengin bilgi ve tecrü­be birikimleriyle danışman olarak dev­letin idaresine katkıda bulunmaktı. Ne var ki şûra prensibinin beklenen faydayı bütün İslâm tarihi boyunca sağlayabilmesi, onun üyeleri, çalışma ilkeleri ve kararlarının bağlayıcılık esasları belli bir danışma meclisi halinde kurumlaşmasıyla mümkün olabilirdi; bu ise hilâfetin saltanata dönüşmesi sebebiyle gerçek­leşmemiştir.


3) İslâm Anayasasının Sınırlı İktidar
Halifenin yürütme, yargı ve belirli ölçüde yasama yetkileri­ni elinde bulundurması, ilk bakışta onun mutlak bir iktidara sahip bir otokrat ol­duğunu akla getirmekte ve bu dış gö­rünüşe önem veren bazı müsteşrikler tarafından bu yönde kanaatler ileri sü­rülmekte ise de 591 İslâm devletinde ikti­dar mutlak değil sınırlıdır. İktidarı sınır­layan en önemli faktör yasama alanın­da halifenin esas itibariyle yetkisiz ol­ması, yetkili gibi göründüğü durumlar­da da bu yetkinin İslâm hukukunun dü­zenlememiş olduğu alanlarla ve onun genel esaslarıyla sınırlı bulunmasıdır. Onun bu sınırlı yetkisi yürütme ve yargı alanını da etkilemekte ve zaruri olarak iktidarın sınırlandırılması sonucunu do­ğurmaktadır. Zira halifenin iradesi dı­şında oluşan bir hukukî yapı onun her üç alandaki yetkilerinin de çerçevesini çizmekte ve kendisine bu durumu de­ğiştirecek yasal bir düzenleme hakkı ver­memektedir. Yapmış olduğu icraatlar bu çerçeveyi aştığı takdirde fiilen işler­lik kazansa da hukuken geçersiz sayıl­maktadır. Bir müctehid hukukçu olması dolayısıyla sahip olduğu yargı yetkisi de halifenin mutlakıyete gitmesine yol aç­maz. Bizzat kendisinin taraf olduğu da­valarda herhangi bir kazâî dokunulmaz­lığa veya imtiyaza sahip olmadığı gibi, tabii hâkim ilkesine ters düşecek bir tarzda taraf olduğu uyuşmazlıklarda kendisi için özel bir mahkemenin kurulması da söz konusu değildir. Hz. Pey­gamber, hırsızlık yapan Kureyşli bir ka­dının farklı muameleye tâbi tutulmasını rica eden ashabına, “Sizden öncekilerin helaki bu sebeple olmuştur; onlar hadleri sıradan insanlara uyguluyor, ileri ge­lenleri muaf tutuyorlardı. Varlığım kud­ret elinde bulunan Allah'a yemin ede­rim ki bu suçu kızım Fâtıma dahi işle­seydi onun da elini keserdim.” 592 diyerek yargı alanında insanlar arasında farklı bir statünün bu­lunmadığını belirtmiş ve onun bu tür uy­gulamaları sonraki dönemler için huku­kî bir zemin oluşturmuştur. Halife ge­niş yetkiye sahip olduğu yürütme ala­nında da bazı sınırlamalarla karşı karsiyadır. Meselâ sahip olduğu yetkileri 593 aşamaz ve hiçbir zaman yetki­lerini kötüye kullanamaz. Bu tür sınırla­rı aştığı takdirde fâsık durumuna düş­mesi söz konusudur.

İslâm âlimleri fâsık halifeye karşı di­renme hakkının mevcut olduğu nokta­sında tam bir görüş birliği içindedirler. Hz. Peygamber'in meşru olmayan konu­larda kimseye itaat edilemeyeceğini bil­diren hadisi 594 bu konudaki genel prensibi ortaya koymaktadır. Meselenin önemli yanı, halifenin fâsık olduğunun nasıl belirleneceği ve bir direnme söz konusu olduğunda bu hakkın nasıl kul­lanılacağı, direnmenin halifenin azline kadar varıp varmayacağı, varacaksa han­gi yolla azledileceği. silâhlı bir direnme­nin meşru veya vacip olup olmadığı nok­talarında toplanmaktadır. Fıkıh ve ke­lâm âlimlerinin konu ile ilgili ictihadlarının büyük bir çeşitlilik arzettiğini belirt­mek gerekir. Haricîler, fâsık halifenin gerekirse silâhla azledilmesinin bütün müslümanlara vacip olduğunu ileri sü­rer ve Hakem Olayı'ndan sonra Hz. Ali'ye baş kaldırmalarını bununla izah eder­ler. Onların bu radikal çözümüne karşı­lık Mürcie, doğru yoldan ayrılan halife­nin uyarılmasını tavsiye etmekle birlik­te fitneye yol açacağı için azlini gerek­li görmez. Mutezile âlimleri fâsık hali­fenin değiştirilmesini gerekli görmekle birlikte bunun hangi yolla gerçekleştiri­leceğini açıklığa kavuşturmamıştır.

Ehl-i sünnet'e mensup âlimlerin, ha­lifeye karşı direnme hakkını genellikle kabul etmekle birlikte bu hakkın onun azline kadar gitmesi, özellikle bu amaç­la silâh kullanılması konusunda müte­reddit davrandığı görülmektedir. Mese­lâ Ahmed b. Hanbel doğru yoldan ayrı­lan halifeye itaatin caiz olmadığını söy­ler, fakat silâhlı isyandan bahsetmez. Hanefiler de, “Fâsık halife azli hak et­miştir, fakat hilâfeti kendiliğinden sona ermez; fitneye yol açmayacaksa değiş­tirilir, açacaksa iki zarardan hafif olanı tercih edilir” demektedirler. Şâfıîler fâsıkın hilâfetinin kendiliğinden sona er­diğini kabul etmekle beraber 595 bu halifenin hangi usulle değişti­rileceğini belirtmemişlerdir. Gazzâlî'ye göre ise gerekli şartları taşımayan hali­fenin değiştirilmesi fitneye yol açacak­sa bu gerçekleştirilmez.596. Genel olarak Ehl-i sünnet'i tereddütlü davranmaya sevkeden âmillerin başında, İslâm'ın ilk asırların­da karşılaşılan siyasî olaylar gelir. Hz. Osman'ın öldürülmesi, Cemel ve Sıffîn olayları, Hâricîler'le yapılan savaşlar, Hz. Hüseyin'in şehid edilmesi, Abdullah b. Zübeyr'in durumu ve nihayet Abbasî Dev­leti'nin kurulmasına yol açan hadiseler Ehl-i sünnet âlimlerini korkutmuş ve benzer olayların tekrarlanacağı endişe­siyle halifeye karşı silâhlı direniş konu­sunda onları ihtiyatlı davranmaya sevketmiştir. Son devir hukukçularından Senhûri şu iki şartla fâsık halifenin zor­la değiştirilebileceğini kabul etmektedir: Başarılı olunacağına dair kuvvetli bir ka­naatin bulunması, karşı çıkmanın ge­rekli vasıfları haiz bir halifeyi iş başına getirmek için yapılmış olması. 597

Görüldüğü gibi İslâm devletinde hali­fe zahiren mutlak yetkili gibi görünse bile onun iktidarı her üç alanda da sınırlıdır. Batı'da iktidarı ellerinde topla­mış monarkların tam bir otokrasi ida­resi kurmuş olmaları, müsteşrikleri ha­lifelerin de sınırsız bir iktidara sahip bu­lundukları zannına götürmüştür ki ikisi arasındaki benzerliğin sadece görünüş­te olduğunu vurgulamak gerekir. Ne var ki uygulamada zaman zaman halifele­rin veya hükümdarların otokrasiye va­ran icraatları olmuştur. Fakat bu fiilî durum, hukukî durumun da aynı mahi­yette olduğu sonucunu doğurmaz. Kal­dı ki böyle fiilî durumların bulunduğu dönemlerde bile halife ve hükümdarlar yasama alanındaki yetkilerinin sınırlı ol­ması sebebiyle Batılı anlamda bir otok­rasiye hiçbir zaman gidememişlerdir.



Bu bilgilerin ışığında ve İslâm'ın ka­bul ettiği anayasa esasları çerçevesinde İslâm devletinin monarşi mi yoksa de­mokrasi mi sayılması gerektiği proble­mi karşımıza çıkmaktadır. Devlet baş­kanının kaydıhayat şartıyla seçilmesi ve iktidarı belirli ölçüde elinde toplaması, ilk bakışta İslâm devletinin bir monarşi, halifenin de bir monark olduğunu dü­şündürmektedir. Genellikle Batılı araş­tırmacılar da bu benzerliklerden hare­ketle İslâm devletinin monarşik olduğu sonucuna varmaktadırlar. Bunun yanın­da halifenin seçimle gelmesine, devlet idaresinde hâkim olan şûra prensibine ve iktidarın sınırlı olmasına bakarak İs­lâm devletinin demokrasi esasına dayandığı da ileri sürülebilir. Ne var ki yu­karıda verilen bilgiler ışığında bu iki ni­telemenin de gerçeği tam olarak yan­sıtmadığı görülmektedir. Halifenin se­çimle gelmesi, iktidarını milletten alma­sı ve hukukun çizdiği sınırlan aştığı tak­dirde yine millet tarafından azledilebilmesi monarşiye uymamaktadır. Gerçi seçimli monarşiler varsa da bunlar da­ha ziyade geçici uygulamalar olarak kar­şımıza çıkmaktadır. Asıl olan hüküm­ranlığın veraset usulüne bağlı olarak in­tikal etmesidir. Üstelik seçimli monarşi­lerde monarkın hukuku çiğnediğinde azledilmesi kuralı yoktur. O halde İslâm devleti Batlı anlamda bir monarşi de­ğildir. Halifenin müslüman toplum tara­fından seçilmesi ve denetlenmesi de­mokrasiye uymakta ise de İslâm devle­tinde halkın her istediğini yapma yetki­si, meselâ İslâm hukukunun genel esas­larına aykırı bir kanun çıkarma veya yü­rürlükteki hukukun bir kuralını kaldır­ma yetkisi yoktur. Bu yönüyle de de­mokrasiye uymamaktadır. Sonuç olarak İslâm devlet düzeninin, monarşiye ve demokrasiye benzer yönleri bulunmak­la birlikte, kendine has (sui generis) bir düzen olduğunu kabul etmek isabetli bir görüş olarak görünmektedir.
III) LİTERATÜR
İslâm devleti ilk asırdan itibaren İs­lâm anayasa hukukunun problemleriyle karşı karşıya kalmış ve çeşitli ilim mu­hitlerinde bu meseleler derinliğine tar­tışılmış ise de bu tartışmaların ve ortaya çıkan esasların ilk dönemin fıkıh eserle­rine o ölçüde yansıdığını söylemek güç­tür. Bununla birlikte ilk hukukçular ana­yasa hukukunun en önemli meselesi olan devlet başkanlığına 598 kısmen de olsa eserlerinde yer vermişlerdir. Konu ile ilgilenen ilk müellifin Zeyd b. Ali (ö 122-740) olduğunu söylemek mümkün­dür. Müsnedü'l'İmâm Zeyd adıyla neş­redilen el'Mecmûcu'l-fıkhîadlı eserde kısa da olsa imamet konusuna yer ve­rildiği görülmektedir. 599 Zeyd b. Ali'nin konuyla ilgili olarak günümüze kadar gelmiş üç de risalesi vardır. 600 İmam Zeyd'in çağ­daşı Evzâî'nin ve ayrıca Ebû Hanîfe'nin de aynı konuda eserler telif ettikleri kay­naklarda belirtilmekte ise de 601 bunlar günümüze kadar gelme­miştir. Ebû Hanîfe'nin talebesi Ebû Yû­suf Kitâbü'l-Harâc adlı eserinde malî hukuk konularını işlemekle birlikte anayasa hukukunun bazı meselelerine de yer vermiştir. İmam Şafiî de fürûa da­ir eseri el-Üm'de namaz imamlığından bahsederken devlet başkanlığına da 602 temas etmiştir. 603 Ne var ki sonraki dönemin genel fıkıh kitaplarında bu konular artık yer almaz. Bunun sebebi, herhalde hilâfetin Emevîler'le saltanata dönüşmesi üzeri­ne İslâm hukukçularının tatbik kabiliye­ti azalan bir alanda mesai sarf etmek istemeyişleridir. Fakihlerin bu konularla uğraşmaktan çekinmiş olmaları da muh­temeldir. Buna karşılık ilk asırların dinî-siyasî mücadeleleri ve özellikle Şiilerin dinin rükünlerinden biri saydıkları ima­met üzerinde hassasiyetle durmaları ge­nel olarak kelâmcıların da meseleye eğil­meleri sonucunu doğurmuş ve imamet kelâma dair eserlerde dikkatle incele­nen bir konu haline gelmiştir. Şüphe yok ki imamet üzerinde en çok eser veren­ler Şiîler olmuştur. İbnü'n-Nedîm kita­bını yazdığı döneme kadar bu konuda Şiîler'den müstakil kitap veya risale ya­zan yirmi kadar müellifin adını vermektedir 604 Yine İbnü'n-Nedîm aynı dönemde Mu'tezile'den de kitap yazan çok sayıda kelâmcıdan bah­setmektedir. 605 Ehl-i sün­net kelâmcılarının da gerek müstakil eserler halinde gerekse kelâm kitapları içinde imamete tahsis ettikleri bölüm­lerle konu üzerinde mesai sarfettikleri görülmektedir. Bunlar arasında Eş'a-ri’nin el-Lüma ve Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, Bâkıllânı’nin et-Temhîd, Bağdâdi’nin Uşûlü'd-dîn, İmâmü'l-Haremeyn el-Cüveynî'nin el-İrşâdve özellikle el-Gıyâsî, Nesefî'nin 'Akâ'id, Nûreddin es-Sâbûnî'nin el-Bidâye fi uşûli'd-dîn, Adudüddin el-îci’nin ei-Mevakıf ve Cürcânî tarafından yapılan şerhi, Teftâzânî'nin Şerhu'l- ‘Aka’id adlı eserleri bu türün dikkate değer örneklerindendir.

Sonraki dönemin hukukçuları konuyu genel fıkıh eserleri içerisinde değil müs­takil kitaplarda ele alıp incelemeyi ter­cih etmişlerdir. Bu türün dikkate değer ilk örnekleri, Şafiî hukukçusu Mâverdî ile çağdaşı Hanbelî hukukçusu Ebû Ya'lâ el-Ferrâ'ya ait olan ve aynı adı taşıyan 606 eserlerdir. Her iki müellif de sadece devlet başkanlığı­nı değil, anayasa hukukunun birçok me­selesini ele almakta ve böylece bu sa­hayı belirli bir bütünlük içinde incelemektedir. Bu iki hukukçunun çağdaşı olan Zahiri fakihi İbn Hazm ise sistema­tik hukuk eseri el-Muhallâ'da kısa da olsa müstakil bir imamet bölümü aç­makla dikkati çekmektedir. Ayrıca kay­naklarda İbn Hazm'ın el-İmâme ve's-siyâse adlı müstakil bir çalışmasından da söz edilmektedir. 607 Gazzâlî'nin de el-İktişâd fi'l-itikâd, Nâşîhatü'l-mülûk ve Feda’ihu'l-Bâtıniyye adlı eserlerinde anayasa hukukunun bazı problemelerine değişik açılardan bakış yaptığı görülmektedir. Fakihlerin konuyla ilgili çalışmaları arasında İbn Teymiyye'nin es-Siyâsetü'ş-şer’iyye'si ile Minhâcü's-sünneti'n-nebeviyye'si de zikredilmelidir. Klasik dönemin eser­lerinden İbn Haldun'un Mukaddime'sin­de dikkate değer yorumlar taşıyan geniş bir bölüm yer almıştır. Doğrudan ima­met konusunu işlememiş olmakla birlik­te İslâm'ın anayasal müesseseleri hak­kında önemli bilgiler içeren Ebû Ubeyd'in Kitabü'l-Emval, Mâverdî'nin Edebü'l-vezir, Cahşiyârî'nin el-Vüzera ve'î-küttâb, Seâlibî'nin Tuhfetü'l-vüzerâ, Şeyzerî'nin Nihayetü'r-rütbe fî talebi'1-hisbe, Vekîin Ahbârü'l-kudât, İbn Kayyım el-Cevziyye'nin et-Turuku'1-hükmiyye adlı eserleri de bu arada hatırlatılmalı­dır. Klasik dönemde konuyla ilgili ola­rak nasihatnâme türünde de hayli eser meydana getirilmiştir. Gazzâlî'ye ait Naşîhatü'l-mülûk, Şeyzeri’ye ait el-Menhecü'l-meslûk fî siyâseti'l-mülûk, Turtûşî'ye ait Sirâcü'l-mülûk, İbnü't-Tıktakâ'ya ait Kitâbü'l-Fahrî fi'1-âdâbi's-sultâniyye, Fazlullah b. Rûzbihân'a ait Sülûkü'l-malik, İbn Ebü'r-Rebî'a ait Sülûkü'l-mâlik fî tedbîri'l-memâlik, İbn Cemâa'ya ait Kitâbü Tahrîri'l-ahkâm iî tedbîri ehli'l- İslâm ve nihayet Nizâmülmülk'ün Siyâsetnâme'si örnek ola­rak zikredilebilir. Modern müelliflerin de gittikçe artan bir ilgiyle konuya eğildik­leri görülmektedir. Muhammed Reşid Rızâ'nın el-Hilâfe evi'1-imâmetü'l-‘uzmâ, Abdürrezzâk es-Senhûrî'nin Fıkhü'l-hilâfe ve tetavvuruhâ, Muhammed Hamîdullah'ın Mecmu ‘atü'l-veşâ 'iki's-siyâsiyye, Muhammed Ziyâüddin Reyyis'in en-Nazariyyetü's-siyâsiyyetü'l-İslâmiyye, Muhammed Yûsuf Musa'nın Nizâmü'1-hükm fi'i-İslâm, Ebü'l-A'lâ el-Mevdûdî'nin Nazariyyetü'l-İslâmi's-siyâsiyye, Ali Abdürrâzık'ın büyük tar­tışmalara yol açan eseri el-İslâm ve uşûlü'l-hükm, Muhammed Ma'rûf ed-Devâlibî'nin Mebâdi'ü'l-İslâm ed-düstûriyye fî nevâhi'l-hayât, Kettânî'nin et-Terâtibü'1-idâriyye, Münîr el-Aclânî'nin ‘Abkariyyetü'l-İslâm fî uşûli'l-hükm adlı eserleri bu alandaki çalışmaların en önde gelen örneklerindendir. 608




Yüklə 1,39 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   26   27   28   29   30   31   32   33   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin