Örneğin Eyüp‘teki Karyağdı Tekkesi‘nin1769‘da Ordu‘yu Hümayun şeyhliğine atana Mustafa Baba aynı zamanda Halveti şeyhi idi! 1826 dan sonra posta oturan Babalardan Hafız Baba Camide namaz kıldırıyordu. Ondan sonra posta oturan Arif Baba ise Rifai‘ydi ve başka tekkelerde zikir yürüten ünlü bir zakir başıdır! Bir başka örnek Üsküdar‘daki İnadiye Tekkesi‘nde Mustafa Haşim Baba hem Celveti hem Bektaşi erkanını birlikte yürütüyordu. Ondan sonra posta oturanlar da bu geleneği sürdürdüler! Yine Sütlüce‘deki Münir Baba Tekkesi‘nin kurucusu Münir Baba Cerrahi Tekkesi‘nde ‚ arakiye‘ giymiş icazet almış bir Bektaşiydi Bahariye Mevlevihanesi şeyhi de Münir Baba‘ya bağlanmış Mevlevilerdendi.
Örnekler çoğaltılabilir, tablo böyleydi. Sünnileşen, Sünni tarikatlarla içli-dışlı olan İstanbul‘daki Bektaşi tekkelerinin Anadolu Aleviliği ile ilgisi kalmayacaktı.
1826 katliamının sonuçlarından biri de sürgün ve göçler nedeniyle Bektaşiliğin Merkezinin Balkanlara kayması oldu. Ki bu süreç 1925‘te tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte tamamlanacak Babagan Bektaşiliğin merkezi Balkanlar‘a, Arnavutluk- Makedonya‘ya taşınacaktı.
OSMANLI‘NIN YARI SÖMÜRGELEŞMESİ
“Islahat“, “reform“ gibi kavramlar, Osmanlı‘nın 18. yüzyıldan itibaren gündeminden hiç düşmedi. Dönemin kapitalist devletleri karşısında eski düzenini sürdürmeye çalışan Osmanlı‘nın her alanda geri kaldığı, gelişmeye ihtiyacı olduğu açıktı. Ama egemenlerin bu yenileşme çabalarıyla üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin geliştirilmesi, değiştirilmesi mümkün olmadığı için ve burjuvazi cılız olduğu ve gelişme dinamiği zayıf kaldığı ancak bazı kurumların taklit edilmesiyle ve görüntü de Avrupalılara benzeme çabasıyla sınırlı kalacaktı.
Osmanlı yenileşmeyi esas olarak da ordunun ıslahatı, modernleşmesi olarak görecekti. II. Mahmut İngiltere’ye eğitim için subaylar göndermişti. Oradan getirttiği uzmanlarla mızıka-i Hümayun Mektebi, Mekteb-i ulum-i Harbiye okullarını kurdu. Resmi gazete Takvim-i vakayi yayınlattı. 1834‘te posta teşkilatını kurdu. Halkın yaşamını en çok etkileyen “reform“larından biri ise 1828‘de Tunus‘tan 50 bin adet fes getirmesi oldu. Ki kullanımı ancak Mustafa Kemal‘in “Şapka Devrimi“ ile kaldırılacaktı!
Lale Devri‘ni takip eden I. Mahmut (1730- 1754), III. Mustafa (1757-1774) ve I. Abdülhamit (1774-1789) dönemlerinde başlayan askerlik alanındaki yenilikler III. Selim (1789-1807 ve ardında II. Mahmut ile bir ordu kurulmasına vardı. Yeniçeri ocağı kaldırılmış, Asakir-i Mansure-i Muhammed adında yeni bir ordu kurulmuş ve bu tarihten sonra da yabancı askeri uzmanların kontrolüne girmişti. Giderek ordunun yönetimi de yabancı askerlerin eline verilecek, I. Emperyalist paylaşım savaşında Osmanlı ordusuna Alman generalleri kumanda edecektir!
Osmanlı‘nın “ıslahat“ çabaları 1838 Ticaret Anlaşması ve 1839 Tazminat Fermanı ile birlikte tamamen Avrupalı sömürgecilerin ülkedeki çıkarlarını sağlamaya ve isteklerini karşılamaya yönelmişti.
İngilizlerin taleplerini karşılamak için imzalanan 1838 Ticaret Anlaşması, Osmanlı‘nın oluşum halindeki sanayisini yok etti. Osmanlı sömürgecilerin sağmal ineği haline geldi. Örneğin yerli bir ürünün bir kentten ötekine geçmesi yüzde 12-50 oranında vergiye tabiyken yabancılar Türkiye‘ye getirdikleri ürünler yalnızca yüzde 3 gümrük vergisi ödüyorlardı.
18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupalı sömürgecilerin çıkarları uğruna sürekli, Rusya ile savaşan Osmanlı‘nın ekonomisi battıkça battı. 1854 yılında ilk kez İngiltere‘den 3 milyon Sterlin borç alındı. 1881‘e kadar alınan yeni borçlarla Osmanlı iflas noktasına geldi. II. Abdülhamit‘in Muharrem Kararnamesiyle Düyun-u Umumiye ilan edildi. Ve borçlarının faizini bile ödeyemeyecek duruma gelen Osmanlı maliyesi tamamen Avrupalı sömürgeci devletlere teslim edildi.
3 Kasım 1839‘da ilan edilen Tazminat Fermanı (Gülhane Hattı-ı Hümayunu )ile Müslüman, Hıristiyan herkesin can, mal ve namus güvenliğinin sağlanması, vergilerin ve askerliğin belli bir usule bağlanması gibi taahhütler verildi. 1856 ıslahat fermanı ile bu düzenlemeler genişletilmiş ve pekiştirilmişti. Tabii ki bunlardan daha çok Avrupalı sömürgecilerle ve onlarla işbirliği içindeki gayr-i Müslimlerin tüccar tabakası yararlandılar.
Osmanlı‘nın Avrupa‘nın yarı sömürgesi haline gelmesi, saltanatın yabacı büyükelçiliklerin elinde oyuncağa dönmesi aydın kesimin başını çektiği muhalif hareketlerin gelişimini hızlandırdı.
Necdet Saraç, Osmanlı‘da 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan muhalif hareketlerin hepsinde İstanbul ve Balkanlar‘da örgütlü ve güçlü olan Bektaşilerin rolü olduğunu söylüyor. “ Jön Türk Hareketinde, Genç Osmanlılar‘da, ….hareketinde, ilk sol- sosyalist hareketlerde, Sonunda İttihat Terakki‘de çok fazla sayıda Bektaşi vardı“ Bektaşilerin elit aydın kesimler içinde dağılmış olması, bu süreçte aktif olması sağlanmıştır. Kurtuluş Savaşı‘na doğru da işgale karşı direnişin örgütlenmesinde Bektaşi dergahları öne çıkmıştır:
“ Örneğin işgal altındaki İstanbul’da işgale karşı direniş önemli odaklarında ola “Mim Mim Grubu“ nun kurucularından biri Bektaşi Hamdi Baba‘dır. Didariye Dergahı Pir İbrahim Mihrabi ya da Kuzgucuk‘ta Ali Nutki Baba direnişin örgütleyicileridendir. Karacaahmet Tekkesi direnişin insan, silah ve para kaynağıdır “ (261) Alevilerin Siyasal Tarihi/ Necdet Saraç/ Syf: 166 Yine Erikli Baba Tekkesi‘nde mezarlıklar arasına hazırlanan tünellerin silah deposu olarak kullanıldığı biliniyor. Yine Osmanlı‘ya yakın ilişkide olan Bektaşiler, Fransız Devrimi ile birlikte yayılan düşünceleri benimseyerek hem Meşrutiyet‘e hem de Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet‘e açık destek verdiler.
Anadolu‘daki Alevi halk açısından ise değişen bir şey yoktu. Çelebiler 1826 Katliamı sonrasında Osmanlı‘ya kendini ispatlamaya ve Hacı Bektaş-ı Veli dergahı ve vakfı üzerinde ki haklarını yeniden elde etme çabasındaydılar. Ocaklar Çelebilere ve Serçeşme‘ye bağlılığını sürdürse de mesafe biraz daha açılmıştı. Alevi halk sessizdi Osmanlı‘nın hiç azalmayan asimilasyon ve baskılarına direnmeye çalışmaktaydı.
TAZMİNAT SONRASINDA ALEVİLER…
1839‘da ilan edilen Tazminat Fermanı Anadolu‘daki Alevilerin durumunda her hangi bir iyileşme sağlamadı Gayr-i Müslimlere tanınan eşitlik, can ve mal hürriyeti, inanç serbestliği gibi haklar Alevi halk için geçerli değildi.
Osmanlı‘nın yarı-sömürgeleşmesi, Anadolu‘daki misyonerlik faaliyetlerini hızlandırmıştı. Ermenilerin, Rumların olduğu bölgelerde okullar, hastaneler kuran Hıristiyan misyonerler, Alevi halka da gözünü dikmişti. Avrupalı sömürgeciler, zamanı geldiğinde Osmanlı imparatorluğunu parçalayıp bölüşme hesapları doğrultusunda Alevilere de ilgi gösterdiler. Bu durumun farkında olan İttihat ve Terakki Cemiyeti‘nin 1914 yılında “Aleviliği Araştırması“ için görevlendirdiği Baha Said Bey bu konuda şöyle yazıyor. “ Kargın, Avşar, Tahtacı, Çepni Alevileri nüfus bakımından kesif (çoğunluk-bn) bir Cemiyet meydana getirdikleri halde, genellikle Ortodoks Rumların Türkleştirilmiş zümreleri diye kabul edilirdi. Dersim, Kığı, Tercan, Bayburt, Iğdır ve Alevileri de Ermeni nüfus kayıtlarında birer ilave olarak yer alırdı“ (262)Aktaran Alevilerin Siyasal Tarihi/ Necdet Saraç / Syf: 143
19.yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı parçalanma korkusu ile içe dönmüş gayr-i Müslim azınlıklara düşmanca yaklaşırken, Alevilere de kuşkulu bakmış, bir an önce asimile etmek için raporlar hazırlatmış, politikalar belirlemişti. 1893 yılında Ankara Valisi Memduh Paşa‘nın II. Abdülhamit‘e sunduğu rapor çarpıcı bir örnek. Memduh Paşa, “Cahil ve nadani“ dediği “İslamiyetten külliyen tecerrüd (ayrılma, soyutlanma) etmiş ve yalnız namlarandan başka unsuru İslamdan olduklarına dalalet edebilecek hiç bir eser kalmamış olan nüfusu kesire...“ diye belirttiği Alevileri yola getirmek için şunları önerir: “ Birer camii Şerif, birer mektep tesis ve inşası ve ehli sünnetten imamlar tayini (...)“ A.g.e/ Syf:133 Bu yaklaşım Cumhuriyet döneminde de fazla değişmeden sürdürülür örneğin: “Çubuk Alevi Köylerinin tamamına yakınına son yüzyılda camiler yapılmış ve Sünni imamlar atanmıştır. Aşağı Emirler 1880, Yukarı Emirler1912, Mahmutoğlan 1936, Sarkaz 1947, Çift 1955, Ovacık 1964“ (264) A.g.e /Syf:133
Asimilasyonun bir ayağı camilerse bir ayağı da askeri operasyonlardı. II. Abdülhamit‘in Ermeniler‘e karşı Şafii Kürtlerden oluşturduğu Hamidiye Alayları Alevilere karşı da kullanıldı. 1891‘de kurulan her biri bin kişiye yakın 2-36 alay II. Abdülhamit‘in korumasında her türlü kanunsuzluğu yağma ve tecavüzü yapmaya yetkiliydiler. Hamidiye Alayları özellikle Dersim bölgesindeki Kızılbaş Alevi Kürtlere karşı kullanıldılar. Alevi köylerine baskınlar yaptılar. Devlet onları da gayri müslimlerden farklı görmüyordu, bunu gösterdiler.
Yıllarca Ermenilere komşuluk yapan ve iyi ilişkileri bulunan Aleviler Ermeni Tehciri sırasında aynı akıbete uğramak korkusuyla çekingendiler. Dersim bölgesinde Alevi Kürt aşiretleri bölgeye sığınan 36 bin civarında Ermeni‘nin tehcirden kurtulmasını sağladılar. 1914‘ten 1938‘e uzanan bir süreçte kendileri sık sık sürgünlere katliamlara uğrayan ve aynı kaderi paylaşan Alevi halk, Ermeni halkın acısına seyirci kalmadı.
I. Emperyalist paylaşım savaşı sırasında, İttihat ve Terakkiciler Dersimli Alevi aşiretleri Ruslara karşı, savaşa sürmek için çaba gösterdiler. Hatta bir “ Mücahidin Alayı“ oluşturarak Rus cephesine koşan Cemalettin Çelebi‘yi Dersimli aşiretleri ikna etmesi için gönderdiler. Ama o da başarılı olamadı. Dersimliler ancak Rus işgalci güçleri yaklaştığında toprağını savunmak için savaşa dahil olacaktı.
Dersim aşiretleri Osmanlı‘ya açıkça tavır alırken birçok Alevi yerleşiminden savaşa yoğun katılım olmuştu Örneğin: “ Birinci dünya harbinde Beydili- Sıraç topluklarından oluşan Redif Taburu, 1913 yılında Rus cephesine savaşa gitmiş, mütakere sonrası sancaklar İsmail Çavuş tabur sancağını Hubyar Sultan Türbesi‘nin üzerine örtmüştür“ (265) Alevilerin Siyasal Tarihi/ Necdet Saraç/Syf:157
KURTULUŞ SAVAŞINDA ALEVİLER
Kurtuluş Savaşı’nda Alevi Bektaşilerin rolü Alevilerin haklı taleplerine tarihsel meşruluk sağlama kaygısıyla oldukça abartılmıştır. Alevi- Bektaşi yazar ve araştırmacılardan, ittihat ve Terakki‘nin önder kadrolarından başlayarak, Mustafa Kemal dahil Kurtuluş Savaşı‘nın ve Cumhuriyet‘in önder kadrolarının çoğunluğunun Alevi-Bektaşi olduğunu iddia edenler az değil. Halbuki ortaya koydukları pratik, uyguladıkları politikalar dikkate alındığında bu savının gerçekle bir ilgisi olmadığı ortadadır.
Kurtuluş Savaşı‘na ilk elden katılanlar İttihat ve Terakki ile sıkı ilişkileri olan Bektaşilerin Babagan koluydu. İstanbul‘da işgale karşı direnişin örgütlenmesinde ve Anadolu‘ya silah, cephane ve insan aktarılmasında Bektaşi tekke ve dergahları da kullanıldı.
Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı‘na en geniş kesimin desteğini sağlamaya çalışıyordu. Nitekim ilk Meclisin içinde Alevi, Mevlevi, Nakşibendi on kadar şeyhi de yer alması bunu gösteriyor. Ama Erzurum ve Sivas kongrelerine katılanlar arasında Alevileri temsil eden inanç önde gelenleri yoktu. Milli Mücadele başlarda “Şeriatı ve Hilafeti korumak“ üzere harekete geçtiğini ilan ettiğinden Aleviler başta sesiz kaldılar. Ama mücadelenin gerçek niteliği ortaya çıktıkça, işgalcilerin kuklası haline gelmiş Osmanlının “din, iman elden gidiyor“ demagojilerinden en az etkilenen kesim olarak Kurtuluş Savaşını can-ı gönülden desteklediler.
Erzurum Kongresi‘ne Pülümür Kamanlı Aşireti‘nden Abbas Efendi de katılır. Sivas Kongresi Hacı Bektaş Veli Dergahı‘nın sözlü desteğini alır. Kars‘ta Garip Musa Ocağı‘ndan Fahrettin Bey direnişi örgütler. Eskişehir‘de Seyyit Battal Gazi Dergahı şeyhleri Hakkı Aydoğdu Dede direnişin içinde yer alır… Yine Dersim‘de, Erzincan‘da Balaban Aşireti başından itibaren sürecin içindedir...“(266) Alevilerin Siyasal Tarihi/ Necdet Saraç/Syf:166
Hacı Bektaş Dergahı, Alevilerin tavrı açısından önemli bir merkez olduğu için hem padişah yanlıları tarafından hem de milli mücadele yanlıları tarafından Erzurum Kongresi‘nden sonra ziyaret edildi. Ankara Valisi Muhittin Paşa Çelebiler ve Babalarla görüşerek milli mücadeleye tavır almalarını istedi, ama başarılı olamadı. Milli Mücadele adına Ali Fuat Cebesoy‘un talimatıyla Hacı Bektaş‘a gelen Alay Osman Bey‘e ise destek sözü verildi. Sivas kongresinden sonra 22 Aralık 1919 tarihinde Mustafa Kemal‘in Hacı Bektaş‘ı ziyaretiyle bu destek perçinlendi.
Mustafa Kemal Dergah‘taki babalar ve Çelebiler ile zaten iyi ilişkiler içindeydi. Örneğin Samsun‘a çıktıktan sonra onu karşılayan heyetin içinde Dergah postnişini Cemalettin Efendi‘nin de olduğu söylenir. 4 Eylül 1919‘da yapılan Sivas Kongresine Hacı Bektaş-ı Veli dergahı türbedarı Salih Niyazi Baba tebrik mesajı yollamıştı. Mustafa Kemal‘de kongre sonrasında kedisine teşekkür mesajı çekmişti.
Mustafa Kemal beraberinde bir heyetle 22 Aralık 1919‘da Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı‘nın ziyaret etti. Hem Çelebiler hem de Babalar ile ayrı ayrı görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerde heyette bulunan Mahzar Müfit Kansu, Cemalettin Çelebi‘nin Milli Mücadeleye tam destek vermekle kalmayıp Cumhuriyet‘e taraftar olduğunu da ifade ettiğini yazdı. Manevi desteğin yanında Babaların dergahın ambarlarındaki eşyayı ve birikmiş altını da vererek Milli Mücadeleye maddi destekte bulunduğu bazı kaynaklarda geçmektedir. Bu ziyaretten 28 Aralık 1919 tarihli telgrafta şöyle bahsediyor:
“Hayaten Hacıbektaş köyünde Celebi Cemalettin Efendi tarafından misafir edildiğini dergahın dedeleri tarafından kendilerine yemek verildiği, Bektaşiler(Tarikat-ı Nazenin ricali) ve Alevilerin Kuva-yi Milliye‘ye katılmışlardır. Ve yine Kırşehir‘de şiddetli yağmur yağmasına rağmen, pek büyük bir merasim yapıldığını mufasarrıflık ve kaletinden alınan telgraftan açıkça anlaşılmaktadır.“ (267) Alevilerin Siyasal Tarihi/Necdet Saraç/Syf:186
Meclis açıldığında ise Mustafa Kemal‘in İttifak politikası gereği Birinci TBMM’nin ilk iki başkan vekili; Konya Mevlevi Dergahı postnişini Abdulhalim Çelebi ile Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı postnişini Cemalettin Efendi oldu. Ama Cemalettin Efendi Meclis açıldıktan sonra hastalanacak ve 20 ay boyunca Meclis‘e gidemeyecekti. 1922‘de Hakka yürüdü. Yerine geçen kardeşi Veliyettin Çelebi 5 Mayıs 1922‘de Hakimiyet-i Milliye Gazetesi‘nde bir bildiri yayınladı. Tüm Alevileri “ canlarıyla, mallarıyla vatanlarını istiklallerini muhafazaya “ çağırdı. Bir yıl sonra ise yeni bir bildiri ile Milli mücadeleye ve Mustafa Kemal‘e desteğini yineleyerek şöyle sesleniyordu:
“Hiçbir ferdin sözünü dinlemeyiniz, sözümüzden zerre kadar harice çıkmayınız. Sizin saadetinizi düşünenler, sizi kölelikten kurtaracak, Büyük Millet Meclisi Reisi ve cümlemizin büyüğü olan Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir“ (268) A.g.e /Syf:203
Böylece ikinci meclisin seçimlerinde muhalefetle başı dertte olan Mustafa Kemal‘e Aleviler tam destek verdi ve Veliyettin Çelebi‘nin çağrısıyla onun gösterdiği adaylara oy verildi.
Birinci Meclis‘te Alevi halkın sevdiği saydığı 9 Alevi Milletvekili vardı. Bunların başında Kırşehir Milletvekili Cemalettin Efendi. İkinci mecliste ise Alevilere hiç yer verilmedi. Alevi kimliği ile öne çıkmış milletvekili olmadı. Bunda Cemalettin Çelebi ile Mustafa Kemal‘in başta iyi olan ilişkilerinin sonradan bozulması, Çelebi’nin Muhalif Hürriyet ve itilaf Grubunu desteklediğine yönelik söylentiler de etkili olmuştu. Nitekim 1920‘de Koçgiri Ayaklanması oldu, devlet en sert şekilde bastırdı. Ardından Mustafa Kemal, Salih Niyazi Dedebaba ve İstanbul Bektaşileri ile ilişkilerini sıklaştırmıştı. O dönemin istihbarat teşkilatının başında olan Hüsamettin Ertürk bir Bektaşiydi. İlerleyen yıllarda da bu ilişki sürdü. Mustafa Kemal‘in özel doktoru Ragıp Evrensel bir Bektaşi Babasıydı. 1931 yılında PTT Gizli şifre Amirliğine getirdiği Ali Naci Baykal Dedebaba‘dır. Hatta Anadolu Aleviliğini yasaklayan, Alevileri tasfiye eden Mustafa Kemal‘in son yıllarında Bektaşiliğin Babagan kolu aracılığıyla Alevi halkı devşirmeyi istediği belirtiliyor. Çevresindeki Bektaşilerle görüşerek Dedebaba konumundaki Ali Naci Baykal‘a bu konuda bir program hazırlamıştı. Tarikat-ı Arnavut, Girit vb. kökenli mücerret Bektaşi dervişleri kaldırarak ‚devlet hareketine uygun milli bir kültür ocağı‘ haline getirmeyi düşünüyordu.
1925: TEKKE VE ZAVİYELERİN KAPATILMASI
Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Kemalistler iktidarlarını sağlama almak için adımlarını hızlandırdılar. Halifeliğin ve saltanatın kaldırılmasının ardından halk üzerinde önemli bir etkisi olan dini kontrol etmek ve kullanmak için Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın temellerini attılar. Devletin dini tartışmasız bir şekilde daha baştan Sünni- Hanefi İslam olarak belirlendi.
Alevi-Bektaşi yazar ve araştırmacıların tüm abartı ve yakıştırmalarına rağmen Mustafa Kemal bu tercihte çok netti. Kurtuluş, Savaşı yılları ardından “ Alevi-Bektaşi “ sözcüklerini ağzına bile almadı. Pragmatist bir yaklaşımla ihtiyaç duyduğu dönemde Çelebiler, Babalar eliyle Alevi-Bektaşilerin gönlünü hoş tutmuş işi bittiğinde ise yok saymış, tasfiyeye yönelmişti, Mustafa Kemal‘in Selanikli oluşu. Babasının isminin Ali Rıza oluşu gibi bir takım özelliklerini zorlayarak ille de Bektaşilikle bağı olduğunu savunmak kendi kendini kandırmaktır. Mustafa Kemal, Alevi-Bektaşilere gösterdiği ilgiyi çıkarları gereği Sünni tarikatlara da, Ulemaya da fazlasıyla gösterdi. Örneğin Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı‘nı bir kez, Konya‘daki Mevlana dergahını ise 9 kez ziyaret etti.
Cumhuriyet‘in ilanından sonra küçük burjuva Kemalist diktatörlüğün baskılarına karşı halkın tepkileri açığa çıkmaya başlamıştı. Emperyalistlerin ve saltanat yanlısı gericilerin de destekleyip kullanmaya çalıştığı bu tepkiler yer yer ayaklanmalara da dönüştü. Kemalistler‘in Kurtuluş Savaşı sürecinde tüm halklarını tanıyacaklarını söyleyerek desteğini aldığı Kürt halkı da gelişmelere tepkiliydi. Şubat 1925‘te Şeyh Said Ayaklanması yaşandı. Mart ayında ise halk üzerindeki baskı ve terörü arttırmak için “Takrir-i Sükun Kanunu“ Meclis‘ten geçirilerek istiklal mahkemeleri kuruldu. Şeyh Said ve 46 arkadaşı 24 Haziran 1925‘te idam edildi.
Mustafa Kemal 30 Ağustos 1925‘te Kastamonu‘da yaptığı konuşmada tekke ve zaviyelerin kapatılacağını, tarikatların kaldırılacağını açıkladı.
“Ölülerden istimdat etmek(medet ummak), Medeni bir çemişet için şindir. (lekedir) Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kafidir. Rüesayı tarikat, bu dediğim hakikati bütün vuzuhu ile idrak edecek ve kendilerinden derhal tekkeleri kapatacak, müritlerinin artık vasılı rüşt olduklarını elbette kabul edeceklerdir.“(269) Aktaran: Alevilerin Siyasal Tarihi/ Necdet Saraç/ Syf: 221
Bu açıklamanın ardından 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı “ Tekke ve zaviyeler ile türbelerin seddine (kapatılmasına) ve Türbedarlık ile bazı ünvanların men ve ilgasına (kaldırılmasına) Dair Kanun“ ile Alevi-Bektaşi tekke, dergah ve vakıflar kapatılır. Yalnızca Mevlana Dergahı bu uygulamanın dışında tutularak müzeye çevrilir.
Bu kanunun amacı Aleviliğin tümü ile tasfiye edilmesi yok edilmesiydi. Tekke ve zaviyelerle birlikte Alevi inanç liderleri ve örgütlenmesi de yasaklandı. Dedeler, Babalar üfürükçülerle bir tutulur. Kanun, Meclis‘ten geçirilirken yapılan konuşmaların Alevi inancına ve Alevilere hakaretlerle dolu olması da devletin asıl niyetini ele vermektedir. Diğer Sünni tarikatların adı bile geçmezken Aleviliğin tartışılması önceliğin Aleviliği tasfiye ederek Alevi halkı asimile etmek olduğunun ilanıydı. Zira Alevilik ciddi bir haksızlığa karşı isyan potansiyeli taşıyordu.
Sonuçta bu kanundan en ağır darbeyi Alevi- Bektaşiler aldılar. Sünni tarikatlar, cemaatler yine camiler, mescitler çevresinde Diyanet İşleri Başkanlığı çatısı altında varlıklarını sürdürdü.
Alevilik ise adeta yağmalandı, tarihten silinmeye çalışıldı. Alevi dergahlarına ait vakıf, arazi ve mallara el kondu. Arşivleri, kitapları, kutsal eşyaları gasp edildi. Dedelik, pirlik, Seyyidlik, Çelebilik yasaklandı. Bu işleri üstlenenlere baskı uygulandı, tutuklandılar, hapse atıldılar, yargılandılar, cemlere baskınlar oldu. Ceme katılanlar sıra dayağından geçirildi, cezalar verildi. Özcesi Alevi inancını yok etmek için her taratan önü kesilmeye çalışıldı.
Alevi dergahlarına 1925‘te yapılan Aleviliğin adeta bu topraklardan kazınarak kesip atılmasıydı. Dergahların kapatılması sırasındaki uygulama bu niyeti fazlasıyla ortaya koymaktadır.
Örneğin 1925 yılında Hasan Dede dergahının nasıl kapatıldığını, Bardak Dede‘nin torunu sakladığı yazma eserleri gösterirken şöyle anlatıyor: “ Bu yazma eserler babamındır. Dergahtan kurtardım. Bunlar dergah ziyaret defterleriymiş. 1925 yılıydı. Keskin‘den 3-4 at arabası dolusu asker geldi. Kapıyı kilitleyip bizi dışarı çıkarttılar, sonradan gördüm ki ne kadar kitap, defter varsa at arabasına yüklüyorlar. Dergah‘ın çok zengin bir kütüphanesi vardı. Babamın yazdıkları, hatıraları diyerek bir takım belgeleri kurtardım. Geri kalan kitapları üç at arabasına yükleyerek Kızılırmak‘a götürüp döktüler“ (270) Alevilerin Siyasal Tarihi/ Necdet Saraç/Syf: 230
Hacı Bektaş-ı Veli Dergahı‘nın kapatılması ise adeta bir yağmaya dönüşmüştü. Çok kıymetli tarihi halılar eşyalar rastgele arabalara yüklenip önce Kırşehir‘e ardından Ankara‘ya gönderilirken kayboldular. Pir evindeki dervişler hırkalarını aldılar ve çıktılar. Ve doğru dürüst kaydı belgesi tutulmadan dergahlar boşatıldı. Kabaca şu kadar el yazması kitap, şu kadar balya kilim-halı vb diye yazılıyordu. Tarihsel değeri olan eşyalar Ankara‘da Etnografya müzesine teslim edildi. Kitaplar milli kütüphaneye verildi. 1934‘te çıkan bir kanunla değerli halı ve kilimler ise camilere dağıtılmıştı.
Bunlar göz önünde olan tarihi eski ve büyük tekke ve dergahlara yapılanlardır. Kırsal kesinde daha küçük olanlar ise bu kadar şanslı değildiler. Örneğin Tokat Tekeli Dağı‘nın 2500 metre yüksekliğinde kurulu Hubyar Abdal Dergahı ve Sivas Hafik ilçesi Yalıncak Köyündeki Yalıncak Sultan Dergahı gibi gözden ırak olanlar kolluk güçleri tarafından kazma kürek ile yıkılır.
ALEVİLER, MUSTAFA KEMAL VE CUMHURİYET‘E BAĞLILIK
Önceki bölümlerde ayrıntılı ele aldığımız gibi Alevi halk Osmanlı İmparatorluğunda sürekli baskı ve katliam saldırıyla karşı karşıya kalmıştı. Bu saldırılar karşısında kimi zaman ayaklanmış, gücü yetmediğinde ise Osmanlı‘dan uzak durmuş, kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde içe kapanık bir yaşam sürerek korunmuştu. Alevilerin Osmanlı‘da can ve mal güvenliği yoktu. İnanç özgürlüğü yoktu. İlk fırsatta yok edilmek üzere defter edilmiş, kadıların, mültezimlerin gözetiminde bıçak sırtında yaşıyorlardı.
Alevilerin Mustafa Kemal’i ve Cumhuriyeti sahiplenmesinin nedeni öncelikle yüzyıllardır yaşadığı bu koşullarda aranmalıdır. Mustafa Kemal, Osmanlı‘nın zulüm düzenini yıkmış, şeriatı kaldırmıştı. Toplumsal yaşamın modernleştirilmesi, eğitimden kılık kıyafete her alanda dinin baskısının kalkması Kemalistler her ne kadar bu adımları sözde atmış olsalar da, Alevilerin canı gönülden desteklediği gelişmelerdir. İlginç bir örnek Mustafa Kemal‘in sarık ve fesi yasaklayarak şapka kanunu çıkarması İslamcılardan ciddi bir tepki görmüşken Aleviler bu değişikliği coşku ile sahiplendiler. Bugün bile yaşlı Alevi dedeler elinde baston, başında fötr şapka ile gezerler.
Özelikle kurtuluş savaşı yıllarından başlayarak Osmanlı‘yı hilafeti ve şeriatı savunmak adına çıkarılan gerici-şeriatçı isyanlar karşısında Aleviler esas olarak kendilerini savunmak için Mustafa Kemal ve Cumhuriyet‘le kader birliği yaptılar ve Cumhuriyetin karşısına dikilen alternatif, Alevileri yüzyıllar boyunca katliamdan geçirerek yok etmek isteyen Osmanlıcı gericiler, şeriatçılardı. Bugün bile Aleviler şeriatçı akımlar karşısında aynı tepkiyi gösterirler.
Dostları ilə paylaş: |