Bu sırada Şehzade Baydu, Argun’a karşı çıktı ve Argun’u mağlup ederek İlhanlı tahtına çıktı. Ancak onun saltanatı da uzun sürmedi. Çünkü, karşısına rakip olarak Horasan valisi Şehzade Gazan çıkmıştır. 1295 yılında tahta geçen yeni hükümdarın yanında Nevruz gibi bir veziri vardı. Vezir Gazan’a islamiyeti benimsetmekle kalmamış, Moğol geleneği bozulmuş ve İslamiyet’in devletin resmi dini haline gelmesinde de önemli rol oynamıştır. Gazan Han, kuvvetli ve dirayetli şahsiyeti sayesinde, dağılmakta olan devleti kontrol altına aldı ve maliyeyi ıslaha çalıştı.
Orduyu sıkı bir disipline alarak, yeniden teşkilatlandırdı. Komutanlara “dirlik” yani hizmet mukabilinde belirli arazileri tahsis etmek suretiyle yeni bir uygulama getirdi.13 Cengiz zamanında kurulmuş olan posta teşkilatı Ögedey Han döneminde geliştirilmiş, Gazan Han ise sistemi ıslah etmiştir. Moğollar posta teşkilatı istasyonlarına “YAM” diyorlardıı. Gazan Han ise yeni menzilhaneler yaptırarak ulakların bu menzilhanelerde istirahat ve ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamış, onların halkı taciz etmelerine ve soymalarına mani olmuştur. Zi
raatı teşvik maksadıyla su kanalları açtırdı. Bunların etrafında yeni yerleşim sahaları kurulmasını sağlamış, siyasi bakımdan ise, Anadolu genel valilerinden Baltu ve Sülemiş isyanları çıkmış ise de Gazan bu isyanları baştırmıştır.14 Ancak Anadolu’daki Moğol valilerinin de artık ikballerini Türkmenlere bağlamış olmaları da üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. Bu hadiseler, İlhanlı Devlet hayatında Türkmenlerin durumunu kuvvetlendirmiştir. Gazan, zeki faal, kültürlü bir devlet adamıydı. Bozulmuş ve dağılmaya yüz tutmuş olan devleti ve onun müesseselerini yeniden düzenlemiştir. Tebriz’de cami medrese, hastahane başta olmak üzere birçok dini ve sosyal eserler yaptırmıştır. 1304 yılında Gazan Han’ın ölümü ile yerine kardeşi Olcaytu geçmiş Gazan Han zamanında alınan tedbirlerin neticesi olarak, ülke genelinde huzur ve güven hakim olmuştur. 1316 yılına kadar dış politikada Memluklar ile mücadele devam etmiştir. Hatta Memluklara karşı ortak hareket için, başta Papa olmak üzere Fransa ve İngiltere devletlerine elçiler göndermiştir.
Bu sırada, Osmanlı Beyliği’nin Kurucusu Osman Bey de Bizans’ı Marmara sahillerinde sıkıştırmaktaydı. Bizans İmparatoru Osman Bey’e karşı Olcaytu Han’a yaklaştı ve kızı Mariya’yı İlhanlı sarayına gelin olarak göndermişti. Bu sırada son Türkiye Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud’un Kayseri’de 1308 yılında vefatı ile Türkiye Selçuklu Devleti tarihe karışmış, Anadolu tarihinde Beylikler devri başlamıştı.
İlhanlı Devleti’ne başta Karamanoğulları olmak üzere Anadolu Beylikleri yer yer karşı çıkıyorlardı. Nitekim, bu tarihlerde İlhanlı Devleti’nın batı sınırı Kızılırmak nehrinden ileriye gitmiyordu. Emir Çoban Anadolu seferiyle Konya ve Karaman’ı aldı ise de bilahere burası tekrar Karaman oğullarına geçmişti. Aynı zamanda Altınordu ile de çarpışmalar devam etmekteydi.
Olcaytu Han, Kazvin ile Tebriz arasında Sultaniye adlı yeni bir şehir kurdurdu. Bu şehir, devletin yıkılmasına kadar saltanat merkezi olarak kalmıştır. Gazan Han bir dünya tarihi yazdırmayı düşünmüş ise de, ortaya çıkan ve Cami’u-t-tevarih adlı eser genelde, Türkler’in ve Moğollar’ın tarihine geniş yer vermiştir. Bu eserin yazılmasına Gazan Han zamanında başlanmış, Olcaytu Han zamanında tamamlanabilmiştir.
1316 yılında Olcaytu’nun ölümü ile, yerine henüz çocuk yaştaki oğlu Ebu Sait geçirildi. Yeni Sultan, bir Uygur Türkü olan Atabeği Emir Sevinç ile birlikte valisi bulunduğu Horasan’dan gelerek tahta oturdu. Hükümdarın küçük yaşta olmasından istifade eden vezir Tacettin Ali şah ince zekası sayesinde, diğer vezir Reşidüddin’i gözden düşürdü. Beylerbeyi, Emir Sevinç’in ölümü üzerine yerine Emir Çoban getirilmiştir.15 Çoban, Moğolların Sulduz boyuna mensuptu. İlhanlı Devleti’nın dayandığı iki boydan biri Sulduz diğeri de Celayirler olarak bilinmektedir.
Vezir Ali Şah Emir Sevinç’in ölümünü takiben çevirdiği entrikalar sonucu önce, Reşidüddin’i suçladı ve sonra da öldürttü. Daha sonra da Çoban’a karşı olumsuz tavır takındı. Maksadı İlhanlı Devleti’nin tek hakimi olmaktır. Anadolu valisi İrin-Cin ve Kurmuşu’nun isyanları, Emir Çoban tarafından bastırılmıştır. Emir Çoban, Altınordu’ya karşı da başarılar kazanmıştır. İşte bu sırada Çoban’ın oğlu Dımaşk Hoca yüzünden Sultan ile beylerbeyinin arası açılır. Sultan, başta Dımaşk Hoca ve Çoban ailesine mensup olan herkesin cezalandırılması yönünde buyruk çıkarttır. Emir Çoban Anadolu valisi olan Büyük oğlu Demirtaş ile birleşerek Sultan’a karşı yürümek istediyse de mümkün olmadı. Kumandanlarının ihanetinin sonucu mağlup oldu ve öldürüldü. Anadolu valisi Demirtaş Anadolu’daki Türkmenleri de etrafına toplayarak müstakil hareket etmeye başlamıştır. Bu dahili mücadelelerin devam ettiği bir sırada Ebu Sait 1335’te ölmüştür.
Bu tarihten sonra İlhanlı Devleti’nin parçalanma dönemi başlamıştır. Merkezi otoritenin zayıflaması ile birlikte her emir idaresi altındaki toprağın sahibi olmuştur. Bu dönemde, İlhanlı tahtında dahili mücadeleler birbirini takıp etmiştir. Artık siyasi hakimiyet, İran’dan Anadolu’ya geçmiştir. Anadolu’dan İlhanlı tahtını ele geçirmek üzere hareket eden mühim miktarda bir kuvvet İran’a çekilmişti. Bu sırada Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunda aslen bir Uygur Türkü olan Eretna Bey hakimiyeti ele geçirmiştir. Eretna 1343 yılında Sivas ile Erzincan arasındaki Karanbük Savaşı’nı kazandıktan sonra, kendini müstakil hükümdar ilan etmişti (1343).
Türk devletleri ve Selçuklularda görülen Divan, Vezir, Naib ve Beylerbeyi vb. unvanlardan birçoğunun İlhanlı Devleti’nde de bulunduğu görülür. Bu unvan ve müesseseler zaman ve mekana bağlı olarak kısmî değişikliklerle Osmanlılara da geçmiştir. İlhanlı Devleti’nin bu konumu ile tarihi Türk Devletlerindeki müesseselerin Osmanlı Devleti’ne geçmesinde aracılık görevini üstlenmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Devletin sivil idaresinin başında bulunan Vezir, mali ve idari bakımdan her türlü yetkiye sahipti. İlhanlı hükümdarları bu konuda vezirlere geniş yetkiler vermişlerse de eceli ile ölen tek İlhanlı veziri Tacettin Ali Şah olmuştur. Hülagu’nun ilk veziri ise Seyfüddün Bitik
çi’dir.16 Selçuklu Devleti’nde Nizamü’l-Mülk ne ise İlhanlılarda da Semsüddin Cüveyni aynı konum ve yetki sahibi olmuştur. Askeri bakımdan en yüksek mevkide ise Beylerbeyi bulunur ve onun yanında Üç Ulus Beyi vardı. Beylerbeyi daha ziyade merkezde; Ulus Beyleri ise, kendi bögelerinde otururlardı. İlhanlı ordusu da, tıpkı tarihî Türk devletlerinde görülen “Sürek Avı”nda olduğu gibi, orduyu eğitim ve manevra için aylarca süren av oyunları ihdas etmişlerdi. İlhanlı hükümdarları, tahta çıkışlarında “Saçı Saçmak” üsûlü yanında; şehzadelere, noyanlara ve diğer ümerâya hil’atler, askere bahşişler dağıtırlardı. Ahmet Teküdar tahta çıktığında, bu hil’atler dışında her askere 120 dinar bahşiş vermişti.
Aynı usûl, Selçuklu ve diğer Türk devlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de “Culûs” bahşişi şeklinde devam etmiştir ki, bu usûl zamanla Osmanlı Devlet bütçesine büyük külfetler getirmiştir. Yine, Türkiye Selçuklular’ında görülen Saltanat Naibliği İlhanlılarda da vardı17. Ancak bazen Vezir veya Beylerbeyi bu vazifeyi de üstlenebiliyordu. Çünkü, Beylerbeyi Emir Çoban aynı zamanda Naib idi.
İlhanlılar ve bilhassa Moğollar vergi hususunda taviz vermemişlerdir. Mali işlerde, Müstevfi’nin başında bulunduğu bir Divan ve Vergi Naibleri ile bu iş yürütülürdü. Osmanlılar zamanında da Siyâkat yazısı ile yazılmış 7 ayrı defter bu iş için kullanılmıştır. Kopçur, Gılan ve Tamğa gibi hayvan, arazi ve meslek vergilerinin hemen aynısı Osmanlılarda da vardı. Şu halde kuruluş döneminde Osmanlı maliyesi İlhanlı maliye sisteminin bir devamı gibi ise de, zamanla değişikliğe uğramıştır.
İlhanlı hükümdarı Gazan Han, kendinden önce uygulanan vergi ve diğer bazı kanunları ki-bunlar genelde Cengiz Han Yasası idi-yeniden gözden geçirerek, bir kısmını azalttı ve bazılarını da şartlara bağlı olarak arttırdı ve bunların âdil bir şekilde uygulanması, vergilerin tahsil edilmesi konusunda da ağır cezaî hükümler getirmiştir. Osmanlı Devleti, diğer Müslüman ülkelerde kullanılmış olan “Müstevfi” yerine İlhanlıların kullandığı “Defterdar” unvanını tercih etmişlerdir.
Hülagu zamanında ülke genelinde Müslüman teb’anın şer’i ve hukukî işlerine müderris ve kadılar bakarlardı. Kadıların tayinlerini merkezde bulunan Kadı’l-Kuzzat yapardı. Hukuki, siyasi, idari, örfî ve askeri mahkeme işlerine “Yarguci” bakardı. Bunlar daha ziyade Cengiz Yasasına göre karar verirlerdi.
İlhanlı Devleti’nin kurulduğu saha ve birlikte oldukları Türk unsuru, bu devletin kuruluşundan kısa bir zaman sonra İslamlaşma ve takiben de İslamiyet bu devletin resmi dini olarak kabul edilmiştir. İlhanlı Devleti’nin hakim olduğu coğrafya yüzlerce yıldan beri Türk boylarının yurdu olmuş, Türk medeniyetine mekan olmuştu. Devlet hayatına hakim olan Moğol unsuru zaman içinde etkisini ve yetkisini kaybetmiştir. Nitekim İlhanlı Devleti’nin dağılmasını takiben ortaya çıkan siyasi teşekküller arasında bulunan Celayir Ulusu’nun adını taşıdığı “Celayiroğulları” devleti de zamanla varlığını kaybetmiştir. İlhanlı Devleti’nin hakim olduğu coğrafyada kurulmuş olan Akkoyunlu-Karakoyunlu ve Safevi Devletleri tarihi, kültürü ve geleceği ile Türk varlığını temsil etmişlerdir.
1 Bu hususta geniş bilgi için bk. P. Pelliot et L. Hambin., Histoire den Campagnee de Cengis Khan, Leıden 1951.
2 Cüveynî (Alâeddin Ata Melik), Tarîh-i Cihangüşa, nşr. Mirza Muhammed Kazvini, III, London 1937, s. 12-18; Abu’l-Farac, Chronogrophy, trc. W. Budge, Londra 1932, Türkçe tercümesi. Ö. R. Doğrul, Ankara 1950, II, s. 555; el-Ömer. Mesâlikü’lebsâr, Tiesenhausen, Altınordu Devleti Tarihine Aid Metinler, İ. H. İzmirli terc.: İstanbul 1941, s. 394-95.
3 Reşidüd-din, Camiü’t-tevârih, nşr. Quatremere, Histoire des Mongols de la Perse, Paris 1836, s. 110, Cüveyni, I, s. 184.
4 Abdülkadir Yuvalı, Hülagu Han ve Zamanı, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 1979, s. 58-63.
5 Reşidüd-din, Quatremere, s. 137.
6 Reşidüd-din, Moskova, s. 151.
7 Reşidüd-din, Quatremere, s. 396, Vâsılı Hamevi, Tiesenbansen, I, s. 154.
8 Reşidüd-din, aynı eser, ss. 141-143.
9 Moğollar’ın Gizli Tarihi, s. 149; B. Y. Vladimirtsov, Moğollar’ın İçtimai Teşkilatı, Türkçe trc. Abdulkadir İnan, Ank. 1944, s. 62.
10 Cüveyni, II, s. 255.
11 Z. V. Toğan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1946, s. 117.
12 Bu hususta geniş bilgi için bk. K. Jahn. İran’da Kağıt Para, Türkçe trc., M. Altay Köymen. Belleten XXIII (1942).
13 W. Barthold, İlhanlılar Devrinde Mali Vaziyet, T. H. İ. T. M., I, İstanbul 1931, ss. 148-149.
14 K. Jahn. Geschichte Gazan Hans. (Ta’rih-i Mubarak-ı Gazanî) Reşşid A-diin, London, 1940, ss. 121-33.
15 Aksarâyi, Kerimüd-din, Müsâmeretü’l - Ahbâr, nşr. O. Turan, Ankara 1944, ss. 310-311.
16 Reşidüd-din, Quatremere, ss. 297-310.
17 Cüveyni, II, s. 200.
İlhanlı Devleti’nin Kuruluşu ve Memlûklerle İlk Teması
AyŞE D. ERDEM KUŞÇU
Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
A. XIII. Yüzyılın Başlarında
Orta Doğu’da Siyasî Durum
nüçüncü yüzyılın başlarında Orta Doğu’nun tamamına yakın bir bölümü Müslümanların elinde bulunuyordu. Bağdat ve çevresinde, halife en-Nâsır li-dinillah’ın (1180-1225) başarılı idaresi sayesinde geçici bir itibâr kazanan Abbasî Halifeliği, önceki dönemlerde olduğu gibi dahilî ve haricî tehlikelerle karşı karşıya idi. Haçlılar’ın İslâm fetihleriyle başlayan kadim düşmanlıkları henüz devam ederken doğuda gittikçe önem kazanan ve sınırları Halifelik aleyhine giderek genişleyen Harzemşahlar Devleti, İran’ın büyük bir bölümünü elinde bulunduruyor ve Abbasî Devleti için büyük bir tehdit oluşturuyordu.
Siyasî, askerî ve iktisadî bakımdan Büyük Selçuklu Devleti’nin mirasını devralan Harezmşahların yıldızının parladığı bu dönemde Mısır ve Suriye’ye hakim olan Eyyûbiler, tam bir parçalanma dönemine girmişti. Türkiye Selçuklular’ı ile yapılan mücâdeleler devleti oldukça yıpratmıştı. Diğer yandan bitmek tükenmek bilmeyen taht mücâdeleleri ve bu mücadelelerde başarılı olabilmek için uygulanan “Memlûk sistemi” devleti yavaş yavaş çöküşe götürüyordu.
Orta Doğu ile coğrafî yakınlığı ve siyasî münâsebetleri sebebiyle Anadolu ve Bizans’ın durumuna gelince, bu dönemde; Türkiye Selçukluları Devleti Anadolu’da güçlü bir siyasî teşekkül olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Sultan Alâüddin Keykubâd’ın (1219-1236) başarılı icraatı sayesinde gücünün zirvesine ulaşan Selçuklu Devleti, Moğol istilâsına kadar siyasî ve iktisadî açıdan bölgenin en güçlü ülkesidir. Buna karşılık Bizans, 1204 tarihinde Latinler’in İstanbul’u ele geçirmesiyle o zamana kadarki sahip olduğu nüfuz sahasının sadece bir kısmında tutunabilmiştir.
Gürcistan ve Ermenistan ise Orta Doğu’da değişen siyasî dengelere göre bir politika takip etmeye çalışan iki küçük devletçik olmaktan öteye gidememişlerdir.
Yüzyılın ilk çeyreğinde Moğolistan’da meydana gelen değişiklik siyasî birlikten mahrum olan Orta Doğu’yu derinden sarsacak, bütün dengeleri altüst edecek bir etki yapmıştır. Bu değişiklik ise, hiç şüphesiz ki Çingiz Han’ın Moğol lideri olmasıyla başlamıştır.
Adriyatik Denizi’nden, Çin ve Hint denizlerine kadar yaklaşık 20 milyon kilometrekare genişliğinde bir alanı etkisi altına alan Moğol İstilâsı, bu yüzyıla damgasını vuracak derecede önemlidir. Zirâ Çingiz Han, 1227 yılında öldüğünde Moğollar’ın hâkimiyet sahası Kore’den İran’a ve Hint Okyanusu’ndan Sibirya’ya kadar uzanmaktaydı. Böylesine büyük bir devleti bir daha hiç kimse tesis edememiştir.1
B. Hülagu’nun Bağdat’a Girişi, Abbasi Devleti’nin Yıkılışı ve Hulagu’nun İlhanlı Devleti’ni Kurması
Çingiz Han’ın 1227 yılındaki ölümünden sonra sırasıyla Ögedey (1227-1241), Güyük (1246-1248) ve Mengü (1251-1259) Moğol Devleti’ne “Büyük Han” seçilmişlerdir.
1 Temmuz 1251 tarihinde kurultay kararı ile Büyük Han seçilen Tuluy’un oğlu Mengü, tahta geçtikten sonra ülkesinde yeni düzenlemeler yaptı. O, ortanca kardeşi Kubilay’ı, yanında Celâyir kabîlesinden arkadaşı Mengli ile birlikte Çin’den ibâret olan doğu tarafına gönderirken, küçük kardeşi Hülagu’ya da batı vilâyetlerine yönelmesini emretmişti.2 Mengü Han kardeşi Hülagu’ya gönderdiği yarlı
ğında (ferman), onun büyük ve güçlü bir ordunun başında olduğunu, sahip olduğu bu ordu için sınır olmadığını ve Turan ülkesinde, İran’dan daha güçlü olduğunu belirtiyordu. Ayrıca ona Çingiz yasalarını ve Moğol geleneklerini korumasını öğütlüyor, hakim olacağı bölgeleri de Ceyhun’dan Mısır’a kadar olan yerler şeklinde açıklıyordu. O, kardeşi Hülagu’nun hareketine Horasan’ın Kuhistan bölgesinden başlamasını tavsiye ediyor, İsmailîler ve ellerinde bulunan kalelere işaretle, özellikle Girdkûh ve Lenbeh Ser/Lenbeser kalelerini hedef gösteriyordu. Sonra da Bağdat’taki Abbasî Halifeliği’ne yönelmesini istiyordu.3
Görüldüğü üzere Hülagu’nun hakimiyeti altına alınması istenen ülkeler arasında İran’ın batısı, Irak, Selçuklular’ın hakim olduğu Anadolu, Küçük Ermenistan, Mısır ve diğer Önasya ülkeleri vardı.4 Moğollar, bu döneme kadar Asya’nın batısına tamamen hakim olamamışlardı.5 Çingiz Han’ın oğullarından Ögedey ile başlayan mücâdele sonucunda Harezmşah Celâlüddin’in hakim olduğu İran ele geçirilmiş, Kösedağ Savaşı’ndan (1243) sonra da Anadolu Selçuklu Devleti Moğol tahakkümü altına girmişti. Ancak merkez Karakurum’daki taht kavgaları ve sair sebepler Asya’nın batısının tamamen hâkimiyet altına alınmasını geciktirmişti. Halbuki Moğollara göre buradaki Müslümanların itaat altına alınması ve denize doğru yayılmanın gerçekleşebilmesi için hem Abbasî Halifeliği’nin ve hem de İsmailîler’in ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu amaçla Moğol ordularının beşte biri Hülagu emrine verildi.6 Ele geçirilen ülkeler Büyük Han’ın nüfuzu altında olmak şartıyla Hülagu’nun hâkimiyetine girecekti. Tâbi devletlerden gelen yardımcı birliklerle Hülagu ordusunun sayısı 70 bine ulaştı.7 19 Ekim 1253 tarihinde ikâmetgahından hareket eden Hülagu, Ekim 1255’te Semerkant’a ulaştı.8 Yolda pek çok emîr ve beyi kendisine tâbi kıldı. Onların düzenlediği toy ve şölenlere katıldı. Bunlar arasında daha önce Moğollar’a itaat etmesi karşılığında kendisine ve hâkimiyet sahasına dokunulmayacağı garantisi verilen Ermeni Kralı I. Hethum da bulunuyordu.9
Cüveynî Hülagu’nun durumunu şu şekilde nakleder: “Zafer önünde “ilerle” diyor, başarı sağında ve solunda yürüyor, fetih arkasından koşuyordu”.10 Gerçekten de Hülagu Semerkant’a geldikten sonra hareketine hız kazandırmıştı. O, önce civardaki hükümdarları kendisine boyun eğmeye davet etti. Amacı seferinin asıl gayesini tahakkuk ettirmek olduğu için İsmailîleri de buna dahil etti. Hülagu kendisine kışlak olarak Mugan’ı seçtiği için burada bulunan Baycu oradan ayrılıp Kösedağ Savaşı sonucunda hâkimiyet altına alınan Anadolu’ya göçmeye mecbur kaldı. Buraya gelir gelmez Erzurum’dan Aksaray’a kadar bütün Anadolu şehirlerini tahrip etti. Bunun üzerine Selçuklu Sultanı İzzüddin Keykâvus Baycu’ya karşı mücâdeleye karar verdi. İki ordu 15 Ekim 1256 tarihinde Sultan Han’ı civarında savaşa tutuştu, fakat Selçuklu ordusu kolaylıkla bozguna uğradı.11 İzzüddin Keykâvus’un kardeşi IV. Kılıç Arslan ve taraftarları Moğollar’a dayanmak suretiyle iktidarı elde etmek istediğinden Baycu ile bir sulh anlaşması imzaladılar ve Moğollar’a tekrar itaatlerini arz ettiler. Fars hükümdarı I. Sa’d, Herat hükümdarı, Irak, Azerbaycan, Erran ve Şirvan beyleri hâkimiyet sahalarının korunması şartıyla Hülagu’nun emrine girdiler. Ancak, eski aktif siyâsetlerini kaybetmiş olmalarına rağmen Moğollar için hâlâ tehlikeli sayılan İsmailîler, yapılan itaat teklifini kabul etmediler.12 Moğollar hemen harekete geçerek İsmailîler’in şeyhi Rüknüddin Hürşah ve taraftarlarını Alamut kalesinde kuşattılar. Yapılan muhârebe sonucunda Alamut kalesi ele geçirildi. 1 Aralık 1256’da Hürşah ve taraftarları mağlûp edildi.13 Moğollar’a karşı gelmekle yaşama hakkını kaybeden Hürşah, Büyük Han Mengü’nün huzuruna çıkarıldıktan sonra öldürüldü. İsmailîler’den geri kalanlar da Kazvin’de öldürüldüler.
Bâtınî mezhebine mensûp olan ve yıllardır işledikleri cinâyetlerle Müslümanları aciz bırakan İsmailîler’in ortadan kaldırılması İslâm alemini bir derece rahatlatmıştı. Ancak bunun yerine daha büyük bir tehlike olan Moğollar, doğrudan doğruya İslâm ülkelerini hedef almışlardı.
Moğollar için artık el-Cezîre yolu açılmış, sıra Abbasî Halifeliği’ne gelmişti. Abbasî Halifeliği, Irak ve Huzistan bölgelerini içine alıyordu. Başta merkez Bağdat olmak üzere ülke mamûr bir durumda idi. Hint ticareti eskiden olduğu gibi halifeliğin en zengin gelir kaynağı idi. Bağdat nüfusunun çokluğu, kalabalık pazarları, ilim müesseseleri ile İslâm âleminin en zengin şehri vasfını taşımakta devam ediyordu.14 1242 yılından itibaren burada Halife el-Musta’sım Billah hüküm sürüyordu. O güne kadar hiçbir önemli icraatı bulunmayan ve olaylar karşısında kayıtsızlığı ile bilinen halife, bu büyük tehlike karşısında çevresindekilerin de tesiri ile hiçbir önemli tedbir almadı. Zirâ Halife el-Musta’sım’ın etrafı yalnız beceriksiz müşâvirlerle değil aynı zamanda hainlerle de çevrili bulunuyordu. Başta vezir el-‘Alkami Muhammed b. Ali15 olmak üzere halifeye ihânet edip Hülagu ile işbirliği yapan Arap kökenli devlet adamlarının entrikaları sayesinde, Hülagu’nun bütün dikkatleri Abbasî Halifesi ve devleti üzerinde toplandı.
O, 1257 yılında Bağdat’a bir elçi göndererek, şehrin surlarının yıktırılmasını, halife veya vekilinin görüşmelerde bulunmak üzere kendi karargâhına gelmesini istedi. Halife bu teklifi reddedince Hülagu harekete geçerek Bağdat’a yöneldi. Öncü kuvvetlerinin başında Kadgan ve Kitboğa bulunuyordu.16 Hülagu ordunun bir bölü
münü Tekrit ve Musul yolundan Baycu Noyan komutasında Bağdat’a gönderdi.17 Kendisi de kumanda ettiği ve yolda katılanlarla beraber sayıları 30 bine18 ulaşan bir ordu ile 18 Ocak 1258 tarihinde Bağdat’a girdi.19 Kısa bir süre sonra Moğollar her taraftan saldırıya geçtiler. Beş gün beş gece şiddetli savaşlar yaptılar. Hülagu kâtiplerine halife ailesinden olanların, bilginlerin, Hıristiyan keşişlerin, şeyhlerin ve sivillerin hayatlarına dokunulmayacağına dair bir ferman yazmalarını buyurdu. O, fermanı okun ucuna takarak şehrin içine attılar.20 Bundan sonra savaş daha da şiddetlendi ve 7 Şubat 1258 tarihinde Moğol ordusu kale duvarlarını aşarak şehre girdi. Hülagu şehre girer girmez yazdırdığı fermanın aksine burada aralarında âlimler, emirler, hâcibler ve büyük şahsiyetlerin bulunduğu pek çok kişi katledildi. Bu katliâm kırk gün sürdü. Binlerce kişinin katledildiği şehirde, kuyu ve kanallara saklananlardan başka kurtulan olmadı. Halife de tekmelenerek öldürüldü.21 Hülagu halifeyi ve Bağdat halkını bu şekilde katlettikten sonra yerine Irak’ta bir naip bırakarak buradan ayrıldı.
İslâm dünyasının en büyük medeniyet merkezinin bu şekilde tahrip edilmesi ve beş asır süren Abbasî Devleti’nin yıkılmasında büyük suç sahibi olan Vezir el-‘Alkami, Hülagu’ya her türlü yardımda bulunmasına karşılık ondan beklediği iltifâtı göremedi. Bilakis Hülagu onun en yakınındaki kişilere bile ihânet edebilecek şahsiyette biri olduğunu anlayarak hiçbir surette ona itibâr etmedi ve el-‘Alkami üzüntü içinde öldü.22
Büyük Selçuklu Devleti Sultanı Tuğrul Bey’in 1055 yılında Bağdat’a girmesiyle artık siyasî alanda önceki dönemlerde olduğu kadar etkili olamayan Abbasî halifeleri, herşeye rağmen Müslümanların en yüksek dinî makamını temsil ettiklerinden, Moğollar’ın bu hareketi bütün İslâm aleminde nefretle karşılandı.23 Moğol vahşetinin izleri asırlarca silinmedi. Bu durum daha sonraki dönemlerde Moğollarla mücâdeleye girişen Müslüman ülkelerinde daima göz önünde bulunduruldu.24 Abbasî Devleti’nin ortadan kaldırılması henüz kuruluş aşamasında olan ve tarihte İlhanlı Devleti25 adıyla bilinen bu yeni Moğol devletine büyük bir mücâdele azmi kazandırdı.
C. İlhanlı Devleti’nin
Memlûklerle ilk Teması
Hülagu’nun faaliyetleri bu şekilde devam ederken Mısır ve Suriye’de Eyyubî Sultanı el-Melik es-Sâlih Necmüddin Eyyûb’ün ölümüyle başlayan karışıklık tamamen farklı bir boyut kazanmıştı. Onun çoğunluğunu Kıpçak ve Harezmliler’den teşkil ettiği Memlûk grupları oğlu Turanşah döneminde yeni bir devri başlatmış ve Mısır’da 1250 yılında “Memlûk Devleti” adıyla bilinen yeni bir Türk devleti kurulmuştu.26 Hülagu Bağdat’dan sonra Suriye’ye yöneldiği sırada Memlûk Devleti tahtında ilk Memlûk sultanı olan Aybek et-Türkmânî’nin oğlu el-Melik el-Mansur Nurüddin Ali bulunuyordu.
Moğol tehlikesinin adım adım yaklaştığının hissedilmesi üzerine Memlûk emirleri bu sırada küçük yaşta bulunan Nurüddin Ali’nin tahttan indirilerek Kutuz’un sultan olmasını sağladılar (12 Kasım 1259). Kendisine “el-Melik el-Muzaffer” lakâbı verilen Kutuz, sultan olduktan sonra Hülagu’nun attığı her adımdan haberdar olarak devlet içinde birtakım tedbirler almaktan geri kalmadı. Çünkü bütün Suriye ve İslâm alemi Moğollar’ın tehdidine marûz kalmıştı.
Hülagu Suriye tarafına yöneldikten sonra el-Cezire bölgesinde baskısını arttırdı. İlk olarak Bağdat’ın alınmasına kızan, Moğol hakimiyetini tanımayan ve daha önce kendisini Hülagu’nun elçisi olarak ziyâret eden bir Ya‘kubî papazını haça gerdirerek öldüren27 Meyyâfarikin Eyyubî hâkimi el-Melik el-Kâmil Nasırüddin Muhammed üzerine Surtak ve Kadgan Noyan komutasında birlikler sevketti.28 Moğollar şehrin etrafına mancınıklar kurarak şehri kuşattılar. Şehri teslim etmek istemeyen ahaliden pek çoğunu öldürdüler. Burada Moğollara karşı mukâvemet iki yıl sürdü.29 Sonunda Moğollar Gürcü ve Ermeni müttefiklerinin yardımıyla burayı ele geçirdiler. el-Melik el-Kâmil’i ve önde gelen adamlarını Hülagu’ya götürdüler. Ve el-Kâmil ölünceye kadar büyük işkencelere marûz kaldı. O devir müerrihlerinden en-Nüveyrî onun kafasının kesilerek bir mızrağın ucunda Halep, Hama ve hattâ Dimaşk’a kadar bütün şehirlerde davullar ve dellallar eşliğinde dolaştırıldığını yazar.30
Aynı yıl Musul hakimi el-Melik er-Rahim Bedrüddin Lü’lü, Hülagu’nun Irak’ı ele geçirdikten sonra etrafa saldığı korkudan çekinerek ağır hediyelerle onun yanına gitti. Bedrüddin Lü’lü’nün beraberinde götürdüğü değerli hediyeler arasında Musul şehrinin ve kalesinin anahtarları da bulunuyordu.31 Musul hakimi, Hülagu katına ulaşıp beraberindeki kıymetli hediyeleri sunduğunda Hülagu ona iltifâtlarda bulunup iyi bir şekilde karşıladı.32 Daha sonra memleketi Musul’a dokunulmayacağına dair bir ferman verdi.
Dostları ilə paylaş: |