Anadolu Türk Beylikleri Sanatı


Çağatay Devleti / Prof. Dr. Sabri Hizmetli [s.355-358]



Yüklə 12,18 Mb.
səhifə32/95
tarix17.11.2018
ölçüsü12,18 Mb.
#83030
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   95
Çağatay Devleti / Prof. Dr. Sabri Hizmetli [s.355-358]

Ahmet Yesevi Üniversitesi Tarih Fakültesi / Kazakistan

Siyasi ve idari tarih: Çağatay Hanlığı, Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın ikinci oğlu Çağatay’ın soyundan gelenlerin kurduğu devlettir. Yedisu, Çungarya, Maveraünnehir, Kaşgarya ve Amu Derya bölgeleri ile Horasan toprakları üzerinde yaklaşık bir asır yaşamıştır. Ayrıca, Uygurların yaşadıkları yerler ile Karahitay ve Harezmşahlar ülkesinin büyük bir bölümü Çağatay Devleti’nin hakimiyetinde olmuştur. Devletin egemenlik alanı zamanla doğuda Altaylar’a, batıda Harezm’e, güneyde Kunkin ve Kara Kum’a, kuzeyde ise Aral ve Balkaş Göllerinin arasındaki sınırları aşan yerlere kadar uzanmıştır. Ülkenin Maveraünnehir bölümünde hüküm süren Çağatay hanları, XIV. asırda Timur’un bu hanedanlığı ortadan kaldırmasına kadar yönetimde bulunmuşlardır. Moğolistan bölgesindeki hanlar ise XVI. asrın ortalarında Oyrot, Kazak ve Kırgız saldırılarına değin iş başında kalmışlardır.

Çağatay Devleti’nin genel durumu ve hanları hakkındaki bilgiler dağınık ve yetersiz ise de, siyasi ve askeri tarihine dair azımsanmayacak malumat bulunmaktadır. Devlet törelere ve yasalara göre idare edilmiştir. Cengiz soyundan gelen hanlar Çağatay ulusunda kendi adet ve törelerini Çin, İran ve Kıpçak ülkesinde (Deşt-i Kıpçak) hüküm süren hanlardan daha iyi korumuşlardır. Mevcut adetleri ve gelenekleri yaşatmaya önem vermelerinin yanında kendilerine gelir getiren Maveraünnehir ve Kaşgarya halklarıyla yakından ilgilenmişlerdir. Ancak söz konusu bölgeler Moğol İmparatorluğu’nun kuruluş dönemlerinde büyük zarar görmüş, Semerkant ve Buhara da Burak Han (1264-1270) tarafından yağmalanmıştır. Moğolların Şamanizm’e dayalı inancı ile Müslüman yaşantı tarzı, yasa ile şeriat ve göçebelerle yerleşik halk arasında ortaya çıkan çatışmalar Çağatay ulusuna her bakımdan zarar vermiştir. Ne var ki, bu çatışmalar ve zararlar, yağmalamalar ve baskılar çok sayıdaki olumsuzluklarının yanında, Maveraünnehir’deki Müslüman halkın dini ve milli değerlere daha sıkı bağlanmasına, ilme ve alimlere daha çok saygı göstermesine sebep olmuştur. Tarihçi Vassaf ile ünlü seyyah İbn Battuta gibi seyyahlar eserlerinde, XIII ve XIV. asırlarda Çağatayların, Semerkant, Buhara ve benzeri şehirlerin belirtilen olaylar sonundaki olumsuz durumlarından söz etmişlerdir.

Devletin adını aldığı Çağatay, Cengiz Han ile eşi Börte-Üci’nin ikinci oğludur. Yasaları, adet ve töreleri çok iyi bilen bir devlet adamı idi ama, İslam dinine ve Müslümanlara bakışı olumsuz olmuştur. Babasının yanında Çin ve Haremzşah seferlerine katılmıştır. Ancak babasının ölümünden sonra artık hiçbir sefere katılmamış, ölen hükümdarın hayatta kalan en büyük oğlu olarak itibarını korumuştur. Cengiz Han tarafından veliahd seçilen Ögedey’i hükümdar ilan eden beyler arasında yer almıştır. O yıllarda bazen Moğolistan’da kardeşinin sarayında, bazen de Cengiz Han tarafından kendisine verilen bölgede bulunmuştur. Onun İli vadisinde ve Türkistan’da bugünkü İli eyaletinde kışlık ve yazlık olmak üzere iki ayrı yeri olmuştur.

Babası Çağatay’a, doğuda Uygurlar ülkesinden itibaren batıda Buhara ve Semerkant’a kadar olan bölgeleri vermişti. Ancak bu yerler çoğunlukla Çağatay değil, kağan adına idare edilmiştir. Çağatay’ın Otrarlı Veziri Kutbeddin Habeş-Amid devlet idaresinde büyük söz sahibi idi. Han’ın yanında da büyük itibar sahibi olup, oğullarından her biri Çağatay’ın bir oğluna arkadaş olmuştur. Çağatay 11 Kasım 1241’de (5 cemaziyelahir 639) ölen kardeşi Ögedey’den sonra ancak birkaç ay yaşamış ve 1242 yılının başlarında ölmüştür.

Maveraünnehir’deki Türk veya Türkleşmiş göçebeler IX-XV. asırda Çağatay adı ile anılmaktaydılar.

Çağatay’ın adına izafeten kurulan Moğol-Çağatay Devleti, gerçekte Çağatay’ın ölümünden 20-30 yıl sonra, yani 1270’li yıllarda kurulmuştur. Önce Bamiyan’da öldürülen Mütüge’nin oğlu Kara Hülagu, sonra yeni kağan Güyük’ün emri ile Çağatay’ın oğullarından Yisu Möngke sülale reisi olmuşlar ve Çağatay ulusuna han tanınmışlardır. 1251’deki olaylar sebebiyle Çağatay Devleti’nin önemi azalmış, hanedanın ileri gelenlerinin çoğu ya öldürülmüşler ya da sürülmüşlerdir. Kısa süre tahtta oturduktan sonra ölen Kara Hülagu’dan sonra devleti henüz küçük olan oğlu Mübarek Şah adına 10 yıl müddetle dul eşi Organa idare etmiştir.

Möngke Kağan’ın 1259 yılında ölümünden sonra durum değişmiştir. Kağan’ın kardeşleri Kubilay ile Arıg Buka aralarında taht kavgası yaparken, Çağatay’ın torunu Algu da Orta Asya’yı bu sonuncu kişi adına ele geçirmek için çalışmıştır. Algu kısa zaman içinde Orta Asya ülkeleri ve Harezm ile Afganistan gibi daha önceleri Çağatay Devleti’ne ismen bile bağlı olmayan yerleri ele geçirmiştir. Ancak, bu başarıları kendi hesabına almış ve bağımsız hükümdar gibi hareket etmiştir. Bu sebeple o, Orta Asya’da bağımsız bir Moğol Devleti’nin kurucusu sayılabilmiştir.

1265-66’da hükümdarın ölümünden sonra Çağatay hanedanına mensup beyler devletin idaresini Ögedey’in torunu Kaydu’ya bırakmak zorunda kalmışlardır. Kaydu 1301 veya 1303’te ölümüne kadar hükümdar tahtında oturmuştur. Kaydu’nun tahta oturduğu tarihten itibaren de Mesud Bey, Orta Asya’nın verimli eyaletlerini Kaydu adına yönetmeye başlamıştır. Mesud Bey’in 1289’da ölmesi üzerine de üç oğlu birbiri ardına ülkeyi idare etmişlerdir.

Kaydu’nun 1301 ile 1303 yılları arasında ölmesinden sonra hükümdar tahtına oğlu Çapar geçmiştir. Çapar ile Tuva Han bir süre iyi ilişkiler içinde olmuşlarsa da, bazı siyasi ve sosyal olaylar yüzünden araları açılmış ve birbiriyle savaşmışlardır. Neticede Çapar yenilmiş, Tuva da 1307’de ölmüştür. Yerine geçen oğlu Künse’nin 1308 yılında ölmesiyle tahta Çağatay sülalesinden Taliku oturmuştur.

Birtakım tarihçilere göre Kaydu’nun halefi Çapar’dan sonra hükümdar olan Barak Han’ın oğlu Tuva, Çağatay Devleti’nin asıl kurucusudur. Tuva’nın oğlu İsen Buka zamanında Çin’den gelen büyük orduların saldırıları Orta Asya içlerine kadar ilerleyebilmiş, hanın Issık göl ve Talas havalisindeki yaylak ve kışlaklarını yağmalamışlardır. Ancak Tuva’nın öteki oğlu Kebek’in 8 yıllık hanlığı zamanında Çağatay Devleti yeniden birliğine kavuşmuş ve eski önemini kazanmıştır.

1326 yılında Kebek’in kardeşi Tarmaşirin tahta oturduktan kısa süre İslam dinini kabul etmiş ve Alaaddin adını almıştır. Ne var ki devleti iyi idare edememiş; doğu eyaletlerini büsbütün ihmal edip halkına iyi davranmadığı için bu yörelerin göçebeleri 1333’lerde kendisine isyan etmişlerdir. 1338’lerden itibaren de devlet idaresi zayıflamış ve Çağatay prensleri Türk emirlerinin elinde kukla gibi ülkeyi idare etmeye başlamışlardır.

Çağatay halkları nihayet Özbekler tarafından Orta Asya topraklarından çıkarılmışlardır. Bunlardan Hindistan’a göçen Timurlular, Çağatay adı ile anılarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bugünkü Doğu Türkistan’da XVII. asrın sonlarına kadar Çağatay neslinden olduğunu savunan bir sülale ve onları idare eden prensler olmuştur. Ancak bunların kendilerine Çağatay değil, Moğol dedikleri anlaşılmıştır.

Sosyal ve Kültür Tarihi: Çağatay Devleti’nde hanlık babadan oğula geçerek devam etmiştir. Bazen hükümdar hayatta iken evladından birini veliaht tayin etmiş, bazen de beyler kendi aralarından birini han seçmişlerdir. Çoğunlukla hanın büyük oğlu babasının yerine geçmiştir. Hanlar ve prensler kağan adına idarede bulunmuşlardır. Her halükarda han da kağan da Cengiz evladından ya da Çağatay sülalesinden olmuştur.

Çağataylar uzun süre merkezi bir devlet kuramamışlar; daha çok eyaletlere, vilayetlere veya hanlıklara bölünen bir idari yapıda olmuşlardır. Halkın millet bilinç ve birliğine kavuşamaması, ulus özelliğinde olması ve hanedanlığa mutlak surette bağlı bulunmaması bunun başlıca nedenlerini teşkil etmiştir. Üstelik, eyalet ve vilayet yöneticileri merkezden tayin edilmişse de, Çağatay hükümdarı geleneksel olarak ülkesinin topraklarını bölgeler ve eyaletler halinde evladı arasında bölüştürmüştür. Bununla birlikte, vezirler ve valiler hana itaat etmek durumunda olmuştur. Sikkeler kağan veya han adına basılmış, vergiler de yine onun adına toplanmıştır. Bu arada eski mahalli sülaleler de, mahalli hanlara bağlı olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. İdareciler genellikle halkın örf ve adetlerinden kopmamaya özen göstermişler ve ulusun inançlarına saygılı olmuşlardır. Üstelik milli ve manevi değerleri, şairleri ve alimleri korumuşlar, sanata ve sanatçılara destek vermişlerdir. Bazı Çağatay hanları ve idarecileri ata dini üzere kalırken birçokları Müslüman olmuşlar ve İslam medeniyetine hizmet etmişlerdir.

Çağatay ulusunun önemli bölümü bozkırlarda ve tarım havzalarında göçebe topluluklar halinde yaşamıştır. Bunlar hayvancılık ve ziraatla uğraşırken, şehirlerde yerleşik halde yaşayanların başlıca işleri ticaret, sanat, avcılık ve dokumacılık olmuştur. Semerkant, Buhara, Kaşkar, Yerkent, Aksu önemli şehirleri teşkil ediyordu. Çağatay hanı şehir hayatı ile fazla ilgilenmemiştir.

Çağatay ulusunun birçok dini olmuştur. Şamanizm, Budizm, Hıristiyanlık, Nasturilik ve İslamiyet başlıca dinleri oluşturmuştur. Ancak bazen bu dinlerin mensupları arasında mücadeleler ve kanlı çatışmalar meydana gelmiştir. Özellikle Şamanizm ve Hıristiyanlık ile İslam dini arasında üstünlük mücadelesi gözlenmiş; bazı hanlar da bu mücadeleye taraf olarak katılmışlardır. Aynı türdeki mücadeleler farklı kültürler, diller ve edebiyatlar arasında da meydana gelmiştir. Fars dili ve kültürü ile Çağatay kültürü, dili ve edebiyatı arasındaki mücadele buna açık örnektir.

Çağatay ulusu şairlere, edebiyatçılara, alimlere, seyyidlere ve hocalara büyük hürmet göstermiştir. Bu kişilerin de halk üzerinde büyük etkisi olmuştur. Mesela, Danyal Hoca Galdan ve Hoca Hidayetullah (Hazreti Afak), taraftarları arasında büyük hürmet görmüşler ve kendilerinin gizli güçleri bulunan kutlu kişiler olduklarına inanılmıştır. Bu kişiler halk yanındaki manevi otoritelerini çok iyi değerlendirmişler ve mesela Hoca Hidayetullah 1694’te ölümüne kadar Kaşgarya’nın mutlak hakimi olmuştur. Ancak bu dini kişilerin İslam’ın Çağatay halkları arasında yayılmasında önemli hizmetler yapmışlardır.

Çağatay dili ve edebiyatı dünyadaki en eski dil ve edebiyat türlerindendir. Ali Şir Nevai ve ondan sonraki Orta Asya şairlerinin kullandıkları edebi Türk lehçesine ve onun ürünlerine Çağatay adı verilmiştir. Bu lehçe XIII ve XIV. asırlarda Orta Asya’da Moğol istilasından sonra Cengiz Han’ın evladı tarafından kurulan Çağatay Devleti, İlhanlı ve Altınordu Devletlerinin arasında gelişmiş ve zenginleşmiştir. XV. asırda Ali Şir Nevai ile birlikte edebi özellik kazanarak Orta Asya’nın edebi lehçesi konumuna yükselmiştir. Bu dil ve edebiyata “ Çağatay lehçesi” de denilmiştir. Çağatay edebi lehçesinin esasını hakaniye Türkçesi oluşturmuştur.

Dilbilimciler Çağatay dili ve edebiyatını birtakım devirlere bölerek ele almışlardır:

1. İlk Çağatay Devri (XIII-XIV. Asırlar): Moğol istilasından Timur saltanatının son zamanlarına kadar, Cengiz Han evladının hakimiyetinde bulunan Yakın Doğu ve doğu Avrupa’da Orta Asya edebi türkçesinin oluşum dönemidir. Bu devirin sonunda klasik çağatayca ortaya çıkmıştır.

2. Birinci Klasik Çağatayca Devri (XIV-XV. Asırlar): Nevai’ye kadar olan dönemdir. Bu dönemde Çağatay Türkçesi edebi dil, şiir dili ve resmi dil olarak büyük önem kazanmış ve önemli gelişme göstermiştir. Ahmet Yesevi ve şakirtlerinin edebi-tasavvufi eserleri, hikmetler ve şiirler ile Nizami, Sakkaki, Salman Savaci, Haydar Harezmi, Hocandi, Lütfi ve Hafız gibi şairlerin eserleri hem Çağatay şiir ve edebiyatının Herat ve Semerkant başta olmak üzere büyük yerleşim merkezlerinde gelişmesine hem de Türkçenin Farsça ve Arapça gibi diller karşısında varlığını korumasında önemli katkıda bulunmuştur.

3. İkinci Klasik Çağatay Devri: Ali Şir Nevai devri diye de adlandırılan bu dönemde (XV. asrın son yarısı) şairler ve edebiyatçılardan Çağataycanın güçlü savunucuları olmuştur. Ali Şir Nevai ve Hüseyin Baykara bu devre damgasını vuran ve Çağataycanın gelişmesine yardım eden en önemli kişilerdir. Klasik Çağatay şiir ve edebiyatı bu dönemde altın çağını yaşamıştır. Çağatayca hem Timurlular ve Çağataylar hem de Kaşgar’dan Kazan’a, Kırım’a, Tebriz ve İstanbul’a kadar bütün Türk edebi çevrelerinde büyük ilgi ve destek görmüştür.

4. Klasik Devrin Devamı (XVI. asır): Babur ve Şeybanlılar devrinde Maveraünnehir ve Havarizm bölgelerinde, Buhara ve Semerkant gibi merkezlerde, Herat ve Horasan sahalarında Çağatay Türkçesi veya klasik Çağatay edebiyatı büyük ilgi görmüştür. Ahmet Yesevi kültü ve hikmet tarzı Şeybanlılar Devri’nde kendini kabul ettirmiş, hatta moda olmuştur. Babur ve Hind saraylarında Türk askeri aristokrasisi arasında büyük ilgi ve destek görmüştür. Mirim Bey ve İbrahim Cani gibi şairler bu devirde yetişmiştir.

5. Gerileme ve Çökme Devri (XVII-XIX. Asırlar): Bu asırlar hem Çağatay fikir ve sanatı hem de dil ve edebiyatı için gerileme ve çökme devri olmuştur. Fars dili ve edebiyatı, tıpkı Fars kültür ve sanatı gibi Çağataycaya üstünlük sağlamıştır. Bu zamana kadar çeşitli evreler geçiren, her yerde destek gören ve gelişen Çağatay dili ve edebiyatı artık yerini mahalli lehçelere, gelişen edebiyatlara bırakmış ve XX. yüzyılda Çağatay tabiri yerine Özbek adı kullanılmaya başlamıştır.

Çağatay Türk dili birden bire ortaya çıkmayıp, yukarıda belirtilen safhalardan geçerek kökleşip geliştiği gibi, Çağatay edebiyatı da aynı geçmişi yaşamıştır. Kökleri ta Orhon Yazıtlarına ve Uygur-Türk, Buda-Maniheist Türk edebiyatına kadar uzanmıştır. Ancak bu edebiyatın temeli Altınordu Devleti’nde ve onun bir vilayeti olan Harezm’de atılmıştır. En yakın temeli ise Türk-İslam devrindeki Hakaniye edebiyatı (Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakayık, Divanu Lügati’t-Türk) ve onun yeni bir gelişme aşamasını oluşturan Harezm-Altınordu Türk edebiyatıdır. Haydar Harezmi, Lütfi, Sekkaki, Atayi, Ahmedi (XIV. asır), Ali Şir Nevai (1441-1501), Hüseyin Baykara (1438-1506), Zahiruddin Babur (1483-1530) ve benzeri şairler ile edipler sayesinde Çağatay edebiyatı çok değerli eserlere sahip olmuş ve çeşitli türdeki bu edebi eserleriyle 17 asır yaşayabilmiştir.

Kaynaklarda Çağatay Türk dili ve edebiyatı hakkında yeterli bilgi olmasına karşın, Çağataylar kültür ve uygarlığı konusunda malumat sıkıntısı yaşanmaktadır. Çağatay ulusunun idari, sosyal, ekonomik, ticari ve kültürel durumlarını aydınlatıcı bilgilere sahip değiliz. Ancak, Çağatay uluslarının kültür ve uygarlık düzeyi, sosyal ve mali durumu o devirdeki diğer halklarınkinden aşağı düzeyde olmadığı bilinen bir gerçektir. Çağatay Devleti tarihinin siyasi ve askeri yönlerden ziyade kültür ve uygarlık yönünden ele alınması belirtilen sorunu önemli ölçüde çözecektir.

Barthold W. Viladimiroviç, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, haz.: Hakkı n Dursun, İstanbul 1990, I, 128 vd.

Barthold W. W., Çağatay, İslam Ansiklopedisi, MEB Yay., Eskişehir 1997, III, 266-270.

Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1989, 9. cilt, 301-310.

D’Ohsson, Histoire des Mongols, II, 108 vd.

Hambly, G., Zentralasien, Frankfurt, 140 vd.

Hizmetli, Sabri, Orta Asırlar Tarihi Jane Örkeniyeti, Çimkent 2000, 140-142.

İbn Fazlullah el-Ömeri, Mesaliku’l-Ebsar fi Memaliki’l-Emsar, nşr. Muhammed b. Ali b. Hasan, Beyrut 1405/1985.

İnan, Abdülkadir, Çağatay Edebiyatı, Türk Dünyası El Kitabı Ankara 1992, 80-102.

Jozef, Thury, Orta Asya Türkçesi Üzerine Tetkikler, Türkçe tercümesi, Milli Tetebbular Mecmuası (MTM), İstanbul 1915, II, 207-233.

Köprülü, M. Fuad, Türk Edebiyatı, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, III, 270-323.

Köprülü, M. F., Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1928.

Köprülü, M. F., Edebiyat Araştırmaları I, TTK. yay., 3. bas., Ankara 1999, 140-41.

Köprülü, M. F., Edebiyat Araştırmaları 2, Ötüken yay., İstanbul 1989, 93-193.

Köprülü, M. F., Çağatay Edebiyatı, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, III, 270-323.

Köprülü, M. F., Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 1919, 187-192.

Kut, Günay, Ali Şir Nevai, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1989, II, 449-453.

Quatremere, Notices et Extraits, XIII.

Togan, Z. Velidi, Ali Şir, İslam Ansiklopedisi, Eskişehir 1997, I, 349-357.

Zahidov, Vahid, Özbek Edebiyatı, Taşkent 1959-60, 4 cilt.

C. İlhanlı Devleti

İlhanlılar / Prof. Dr. Abdülkadir Yuvalı [s.359-363]

Ahmet Yasevi Üniversitesi Tarih Fakültesi / ????????

Tarih boyunca Türk devletleri genelde, Avrasya coğrafyasının tamamı veya büyük bir bölümüne hakim olmuşlardır. Bu sınır zaman zaman Asya’nın tamamı Avrupa ve Afrika kıtalarını da içine almıştır.

XIII. yüzyılın başlarında tarih sahnesine çıkmış olan Cengiz Han, kısa zamanda hemen bütün Asya kıtası, oğul ve torunları da Avrupa ve Afrika’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı hakimiyetleri altına almışlardır. Bu devletin siyasi manada ömrü uzun olmamış ise de bırakmış olduğu idari ve mali alandaki izler daha kalıcı olmuştur.

Moğol İmparatorluğu’nun batıdaki temsilcisi konumundaki İlhanlı Devleti, Cengiz Han’ın torunu Hülagu tarafından kurulmuştur. İlhanlı Devleti, kuruluşundan itibaren ilk elli yıl içinde (1256-1296) idari bakımdan Moğol İmparatorluğu’nun batıdaki temsilcisi olmuş ise de daha sonraki dönemde bu özelliğini kaybetmiştir. Zira bu devletin dayandığı halkın çoğunluğu Türk unsuru olup, Moğollar zaman içinde devlet hayatındaki etkisini kaybetmiştir. Kuruluş döneminde devlet hayatında din faktörü etkili olmamış ise de, Ahmet Teküdar zamanında islamiyetin devletin resmi dini olarak kabul edilmiş olması Türkleşme hadisesini çabuklaştırmıştır. Bu değişme olayı diğer Moğol devletleri için de söz konusu olmuştur.

İlhanlı Devleti’nin kurulmuş olduğu topraklar X.yy.’dan itibaren gittikçe yoğunlaşan Türk göç yolu ve sahası içinde bulunuyordu. Büyük Selçuklu ve bu devletin dağılmasından sonra tarih sahnesine çıkmış olan Harezmşahlar Devleti ile ağırlıklı olarak mahalli Türk beyleri bu coğrafyanın idaresini ellerinde uzun süre tutmuşlardır. Asya’da meydana gelen siyasi, sosyal ve diğer hadiseler Önasya coğrafyasındaki Türk birikimini çabuklaştırmıştır. Cengiz Han’ın batı seferinden sonra Ögedey Kağan zamanında batıda görevlendirilmiş olan, Curmagun ve Elcigidey Noyanların gönderilmeleri, aynı şekilde, Batu Han’ın ikinci Kıpçak seferi ve Hülagu’nun geniş yetkilerle donatılmış olarak görevlendirilmiş olduğu İran seferleri bu değişimi hızlandırmıştır.1

Büyük Hanlık merkezi olan Karakurum’da Cengiz Han’ın ölümünden sonra başlamış olan saltanat mücadelesine Ögedey ve Çağatay’ın oğullarına karşı Tuluy oğullarının Cuci oğullarının da desteği ile katıldığını görüyoruz. Mengü Han, daha sonra Cuci Han’ın oğlu Batu’nun da yardımı ile bu mücadeleyi kazanarak Büyük Han olmuştur. Mengü’nün tahta geçmesiyle, Cengiz Han zamanından beri uygulanmakta olan bir geleneği değiştirmiş ve (Doğu ve Batı yönüne ünlü generallerin “Yeke Noyan” gönderilmesi) bu görev, Moğol şehzadelerine verilmiştir. Nitekim Mengü, kardeşi Kubilay’ı Çin’e gönderirken hemen aynı yetki ile diğer kardeşi Hülagu’yu da Batı’ya göndermiştir.2 Ayrıca, saltanat çekişmeleri sırasında sarsılan merkezi otoriteyi sağlamlaştırmak maksadıyla Cengiz Han zamanından beri takip edilen “Ulus verme” yerine bir çeşit tayin yoluyla, kardeşlerinden birini doğudaki, diğerini da batıdaki topraklar üzerine göndermiştir.3 Bu durum, tarihi Türk devletlerinde görülen merkez, doğu ve batı yani üçlü sistem ile doğrudan ilgilidir. Bu uygulama, Türk hakimiyet telâkkisi ile Moğol hakimiyet telâkkisi arasındaki yakınlığı göstermektedir.

Cengiz Han ve oğulları zamanında Moğol askeri valileri tarafından idare edilen Batıdaki Moğol topraklarında merkezi yönetimin zayıflamasıyla başlamış olan dahili kargaşaların sonucu olarak, ülke genelinde yeni başarılar kazanılması şöyle dursun, yer yer devletin mevcut toprakları da tehdit altına girmişti. Bilhassa, Moğollar’ın ihmal ve ihanetine hiçbir şekilde müsaade etmemiş oldukları vergi sistemi de batıdaki idari uygulamalar sırasında bozulmuştu. Yukarıdaki sebeplerden dolayı Hülagu, 1253 yılında batı seferi için Kurultay kararı ve Büyük Kaan’ın emri üzerine görevlendirilmiştir. Hülagu, batıda daha önce zaptedilmiş olan mevcut Moğol topraklarından başka kendisinin ele geçireceği toprakları yönetmek üzere görevlendirilmiştir. Mengü Han, kardeşi Hülagu’ya batıda yapacağı işlerle ilgili olarak başlıca üç önemli görev vermiştir. Daha sonraki gelişmelere göre Hülagu, bunlardan ilk ikisini yani İsmailîler ve Bağdat Abbasi halifeliği meselesini halletmiş, üçüncüsü olan Suriye ve Mısır meselesini aynı şekilde sonuçlandıramamıştır.4

Hülagu’nun idaresine verilen Moğol ordusu, ilk zamanlar mevcut Moğol ordusunun hemen bütün özelliklerini taşımakta, sayıca da onun beşte biri oranında idi. Bu beşte bir nisbeti, devletin önem verdiği doğu ve batı yönünde daha önce gerçekleştirilen diğer seferler ile Kubilay’ın Çin seferi sırasında da geçerli olmuştu5. Moğolların batı yönünde düzenledikleri seferin önemli bir sonucu da, Moğol ordusunda bulunan Türk kökenli askerler ile Moğol tehlikesi karşısında oturdukları yurtlarını terk ederek batı yönünde yer değiştiren Türk boylarının Önasya’nın etnik çehresini Türklüğün lehinde değiştirmiş olmasıdır. Çünkü tarihçi Reşîdü’d-din Moğol ordusu içerisinde “teme çerisi”nden, yani aile fertleri ve mevcut mal varlığı ile birlikte hareket eden askerlerden bahsetmektedir.6

Devletin kurucusu olan Hülagu’nun askeri gücü yanında idari ve mali konulardaki uygulamaları incelendiği takdirde İlhanlı Devleti’nin konumu ve döneminde üstlenmiş olduğu rol kısmen aydınlanmış olacaktır. Nitekim, yeni devlete merkez olarak da Tebriz şehri seçilmiştir. Hoca Nasreddin Tûsî başta olmak üzere devrin ünlü ilim adamlarını yakın çevresinde toplamıştır. Hülagu’nun askeri ve idari alandaki başarılarına kuzeydeki Moğol topraklarının hâkimi olan Altınordu Devleti kısmen engel olmuştur. Bu iki kardeş devletin Hülagu ve Berke zamanında başlattıkları mücadele yıllarca sürmüş ve iki ülkede bu çekişmeden büyük zarar görmüştür.7

Mengü Kağan’ın ölümü ile başlayan taht mücadelesinde Hülagu, ağabeyi Kubilay’ın yanında yer almış, Kubilay’ın Büyük Han olması ile de Kubilay Han’ın göndermiş olduğu bir yarlığ (ferman) ile Ceyhun nehrinden Mısır topraklarına kadar uzanan geniş topraklar onun idaresine verilmiştir.8 Böylece fiilen mevcut olan İlhanlı Devleti’ni Büyük Han da tanımış oldu.

İlhanlı tarihi incelendiği zaman göze çarpan bir diğer husus da bu devletin, kuruluşundan itibaren 1294 Gazan Han zamanına kadar Karakurum’daki Büyük Han’a bağlı olması ve Gazan Han zamanında bu bağlılığa son verilmiş olmasıdır. İlhanlı Devleti’nin statüsünü gösteren emâreler arasında, Hülagu’nün ölümünden sonra tahta geçen oğlu Abaka’nın, amcası ve Büyük Han Kubilay’dan yarlığ gelmeden İlhanlı tahtına oturmamış olması, İlhanlı hükümdarının darp ettirmiş oldukları paralarda önce Büyük Han’ın adının zikredilmesi ve Büyük Han’ın İlhanlı hükümdarlarının sarayında bir temsilcisinin bulunmuş olmasıdır. Ayrıca, belli başlı askeri seferler sırasında alınmış olan kararlar ile şehzade ve yüksek dereceli görevlilerin idam cezalarında da Büyük Han’ın nihai kararı vermiş olmasıdır. İlhanlı Devleti’nin Karakurum’a olan bu bağlılığı, Türk devlet geleneği ile de yakından ilgilidir.

İlhan Devleti’nin batıda almış olduğu ilk mağlubiyet 1260 yılında ünlü kumandanlardan Ket-Buka Noyan kumandasındaki İlhanlı ordusunun Mısır sınırında Ayn-Calut dwenilen yerde Memlûk ordusuna yenilmesi olmuştur. Memlûk ordusunun hemen tamamı askerliği meslek olarak seçmiş olan Türk asıllı (çoğunluğu Kıpçak Türkleri) askerlerden oluşmaktaydı. Oysaki, İlhanlı ordusu, aynı şekilde ordusunun hemen tamamına yakın kısımı Türk unsurundan oluşan Altınordu Devleti ile yapmış olduğu mücadelede daha başarılı olmuştur.

Cengiz Han tarafından kurulan bu devlet, gerek doğuda ve gerekse batıda zaptetmiş olduğu topraklar üzerinde öncelikle kendi sivil ve askeri teşkilatını kurmuştu. Bu teşkilatın sivil kadrolarında Türk boylarına ve bilhassa Uygur ve Harezm Türklerine ağırlıklı olarak görev verilmiştir. Askeri sistemin başında hemen her zaman Moğollar bulunmuş ise de, devletin kuruluşu sırasında Cengiz Han, Moğolların “küren” kabile sistemi yerine bir Türk devlet geleneği olan “onlu sistemi” benimsemiştir.9 Cengiz Han’ın başarılarında bu sistem değişikliği önemli ölçüde etkili olacaktır.

Ayrıca Cengiz Han’ın müşavirleri, oğul ve torunlarının hocalarının da büyük bir bölümü Türk menşeli ve bilhassa Uygur Türklerine mensup kimselerdi. Moğollar’ın yazı dili Uygur alfabesi olduğu için, İranlı memurlar İlhanlı Devlet idaresinde görev alabilmek için Uygur alfabesini öğrenmek mecburiyetinde olduklarından dolayı çağdaş kaynaklarda bu uygulama kapalı ifadelerle tenkid edilmiştir.10

1294 yılından sonra Gazan Han, Cengiz yasasını günün ihtiyaçlarına göre tadil ve islah etmiş, darp edilen paralarda Büyük Han’ın adını kaldırmış ve böylece kendisini Büyük Han ilan etmiş ise de, devletin adı “İlhanlı” olarak devam etmiştir.

Cengiz Han tarih sahnesine çıktığı sırada, Önasya siyasi ve iktisadi bakımdan parçalanmış vaziyette idi. Türk-İslam aleminin en güçlü devletleri olarak batıda Harzemşahlar. Türkiye Selçuklu Devleti ve Abbasi Halifeliği bulunuyordu. Diğerleri ise birbirleriyle sürekli mücadele halindeki küçük siyasi kuruluşlardı. Yaklaşan Moğol tehlikesine karşı Harezmşah Muhammed’in ve daha sonra oğlu Celaleddin’in yanlış politikası ve diğer bazı sebeplerden dolayı Moğollara karşı batıda “Birleşik Cephe” kurulamamıştır. Bu siyasi dağınıklık ister istemez iktisadi buhranı da beraberinde getirmiştir. Nitekim, o sıralarda Bağdat’tan Buhara’ya ticari malzeme götüren bir kervanın 28 ayrı yerde gümrük vergisi ödemek zorunda olduğu kaydedilmektedir.11 Bu vergilere hediye ve benzeri masraflar da ilave edilince ortaya büyük rakamlar çıkmaktadır. Bu durum ticari hayatı olumsuz yönde etkilemiştir. Moğollar ve İlhanlı Devleti zamanında ise, aynı cağrafyada siyasi birlik sağlanmış olduğu için tacirlerden daha az miktarda gümrük vergisi alındığı düşünülürse o günkü ticari, mali ve siyasi buhran hakkında bir fikir verilmiş olur.

İlhanlı Devleti’nin idari, mali, askeri ve yargı müesseseleri bir yandan tarihi Türk devlet geleneği ile benzerlik gösterirken, diğer yandan da kendisinden sonra bu cağrafyada kurulacak olan Celayirliler, Karakoyunlular, Akkoyunlular, Safeviler ve nihayet Osmanlı müesseseleri için de bir bakıma model olmuştur. Çünkü, İlhanlı Devleti’nin sivil yöneticileri genelde Türk kökenli kimseler olduğu gibi, bahsi geçen devletlerin gerek hanedan ve gerekse dayandıkları etnik unsur da genelde Türk boylarına mensup olmuştur. Ayrıca, bilhassa Uygur ve Harezmşahlar devletlerinde uzun zaman hizmet etmiş ve bu işi aile mesleği haline getirmiş olan bazı ünlü ailelerin (Cüveyni ailesi vb.) de etkisi büyük olmuştur. İşte çoğunluğunu Uygur ve Harezm Türkleri’nin oluşturduğu sivil mimarlar İlhanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Bir benzetme yapacak olursak, Abbasi Devleti’nde Bermekoğulları, Moğollar Dönemi’nde Yalvaç, İlhanlılar Devleti’nde de Cüveyni ailesi söz konusu devletlerin sivil hayatında büyük rol oynamış aileler olarak bilinmektedir.

İlhanlı Devleti’nin kuruluş döneminde hakim din Göktanrı dini ise de, hanedan ve idareci zümre arasında Budist, Hıristiyan, Nestüri, Yakubi ve diğer dinlere mensup olanlar vardı. İslamiyet, zaman içinde diğerlerinin aleyhine yayılmış ve Gazan Han zamanında devletin resmi dini olmuştur. Moğollara karşı batıda genel olarak halkı Müslüman olan siyasi kuruluşlar mücadele verdiği için özellikle devletin kuruluş döneminde Müslüman halk büyük sıkıntı çekmiştir. Moğol İmparatorluğu’nun dini meseleler konusunda son derece liberal olduğu söylenebilir.

Hülagu’nun 1265 yılında ölmesi üzerine Budist olan büyük oğlu Abaka tahta geçmiştir. İlhanlı Devlet teşkilatının kuruluş ve gelişmesinde Abaka’nın büyük emeği olduğu bilinmektedir. Abaka hayatı boyunca Müslüman Altınordu ve onun müttefiki Memlük Devleti ile mücadele etmiştir. Memlük Sultanı Baybars’ın Anadolu seferi ve Elbistan savaşında İlhanlı ordusunu yenmesi üzerine Abaka’nın Anadolu’ya gelişi adeta katliama dönüşmüş ve yüzyıllarca hafızalarda silinmeyen bir hadise olarak kalmıştır. Bu hadiseden sonra Anadolu’daki İlhanlı tahakkümü daha da artmıştır.

1282 yılında Abaka Han’ın ölümü üzerine, yerine Müslüman olan Kardeşi Ahmet Teküdar geçmiş ise de, yeğeni Argun, amcasına karşı çıkmış ve Sultan Ahmed’i mağlup ederek babasının tahtına geçmiştir. Budist olan Argun’un sonu gelmeyen israflarını karşılamak için yahudi dinine mensup olan Veziri Sa’dü-d-Devle’nin devlet bütçesini denkleştirmek için koyduğu yeni vergiler ile kendi yakın akraba ve dost çevresini devlet hizmetine alması yeni huzursuzluklara sebep olmuştur. Argun’un 1292 yılında ölmesi üzerine hanedan üyeleri, emirler ve hatunların da katılmaları ile toplanan kurultayda Geyhatu hükümdar seçilmiştir. Bu sırada Keyhatu, Anadolu’da Karaman oğulları başta olmak üzere, yer yer ayaklanan Türkmenleri cezalandırmak için Anadolu üzerine gönderilmişti. Keyhatu’nun müsrif ve eğlence düşkünü olması sebebiyle devletin mali gücü zayıflamıştı. Veziri Ahmet el-Halif, ona kağıt para basmayı teklif etti.12 Böylece Çinliler örnek alınarak İlhanlı Devleti’nde, ilk defa 1294 yılında kağıt para tedavüle çıkarıldı. Çin’de kağıt para en iyi cins ipekten yapılır ve kirlenince de toplanarak yıkanır ve yeniden piyasaya sürülürdü. Çinliler bu paraya “CAV” (CAO) adını vermişti. Keyhatu, kağıt paraları piyasaya sürünce madeni paraları yasakladı. Ancak, halktan büyük tepkiler geldiği ve iktisadi hayat felce uğradığı için dört ay sonra bu yasak kaldırılmıştır.

Bu sırada Şehzade Baydu, Argun’a karşı çıktı ve Argun’u mağlup ederek İlhanlı tahtına çıktı. Ancak onun saltanatı da uzun sürmedi. Çünkü, karşısına rakip olarak Horasan valisi Şehzade Gazan çıkmıştır. 1295 yılında tahta geçen yeni hükümdarın yanında Nevruz gibi bir veziri vardı. Vezir Gazan’a islamiyeti benimsetmekle kalmamış, Moğol geleneği bozulmuş ve İslamiyet’in devletin resmi dini haline gelmesinde de önemli rol oynamıştır. Gazan Han, kuvvetli ve dirayetli şahsiyeti sayesinde, dağılmakta olan devleti kontrol altına aldı ve maliyeyi ıslaha çalıştı.

Orduyu sıkı bir disipline alarak, yeniden teşkilatlandırdı. Komutanlara “dirlik” yani hizmet mukabilinde belirli arazileri tahsis etmek suretiyle yeni bir uygulama getirdi.13 Cengiz zamanında kurulmuş olan posta teşkilatı Ögedey Han döneminde geliştirilmiş, Gazan Han ise sistemi ıslah etmiştir. Moğollar posta teşkilatı istasyonlarına “YAM” diyorlardıı. Gazan Han ise yeni menzilhaneler yaptırarak ulakların bu menzilhanelerde istirahat ve ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamış, onların halkı taciz etmelerine ve soymalarına mani olmuştur. Ziraatı teşvik maksadıyla su kanalları açtırdı. Bunların etrafında yeni yerleşim sahaları kurulmasını sağlamış, siyasi bakımdan ise, Anadolu genel valilerinden Baltu ve Sülemiş isyanları çıkmış ise de Gazan bu isyanları baştırmıştır.14 Ancak Anadolu’daki Moğol valilerinin de artık ikballerini Türkmenlere bağlamış olmaları da üzerinde ayrıca durulması gereken bir konudur. Bu hadiseler, İlhanlı Devlet hayatında Türkmenlerin durumunu kuvvetlendirmiştir. Gazan, zeki faal, kültürlü bir devlet adamıydı. Bozulmuş ve dağılmaya yüz tutmuş olan devleti ve onun müesseselerini yeniden düzenlemiştir. Tebriz’de cami medrese, hastahane başta olmak üzere birçok dini ve sosyal eserler yaptırmıştır. 1304 yılında Gazan Han’ın ölümü ile yerine kardeşi Olcaytu geçmiş Gazan Han zamanında alınan tedbirlerin neticesi olarak, ülke genelinde huzur ve güven hakim olmuştur. 1316 yılına kadar dış politikada Memluklar ile mücadele devam etmiştir. Hatta Memluklara karşı ortak hareket için, başta Papa olmak üzere Fransa ve İngiltere devletlerine elçiler göndermiştir.

Bu sırada, Osmanlı Beyliği’nin Kurucusu Osman Bey de Bizans’ı Marmara sahillerinde sıkıştırmaktaydı. Bizans İmparatoru Osman Bey’e karşı Olcaytu Han’a yaklaştı ve kızı Mariya’yı İlhanlı sarayına gelin olarak göndermişti. Bu sırada son Türkiye Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud’un Kayseri’de 1308 yılında vefatı ile Türkiye Selçuklu Devleti tarihe karışmış, Anadolu tarihinde Beylikler devri başlamıştı.

İlhanlı Devleti’ne başta Karamanoğulları olmak üzere Anadolu Beylikleri yer yer karşı çıkıyorlardı. Nitekim, bu tarihlerde İlhanlı Devleti’nın batı sınırı Kızılırmak nehrinden ileriye gitmiyordu. Emir Çoban Anadolu seferiyle Konya ve Karaman’ı aldı ise de bilahere burası tekrar Karaman oğullarına geçmişti. Aynı zamanda Altınordu ile de çarpışmalar devam etmekteydi.

Olcaytu Han, Kazvin ile Tebriz arasında Sultaniye adlı yeni bir şehir kurdurdu. Bu şehir, devletin yıkılmasına kadar saltanat merkezi olarak kalmıştır. Gazan Han bir dünya tarihi yazdırmayı düşünmüş ise de, ortaya çıkan ve Cami’u-t-tevarih adlı eser genelde, Türkler’in ve Moğollar’ın tarihine geniş yer vermiştir. Bu eserin yazılmasına Gazan Han zamanında başlanmış, Olcaytu Han zamanında tamamlanabilmiştir.

1316 yılında Olcaytu’nun ölümü ile, yerine henüz çocuk yaştaki oğlu Ebu Sait geçirildi. Yeni Sultan, bir Uygur Türkü olan Atabeği Emir Sevinç ile birlikte valisi bulunduğu Horasan’dan gelerek tahta oturdu. Hükümdarın küçük yaşta olmasından istifade eden vezir Tacettin Ali şah ince zekası sayesinde, diğer vezir Reşidüddin’i gözden düşürdü. Beylerbeyi, Emir Sevinç’in ölümü üzerine yerine Emir Çoban getirilmiştir.15 Çoban, Moğolların Sulduz boyuna mensuptu. İlhanlı Devleti’nın dayandığı iki boydan biri Sulduz diğeri de Celayirler olarak bilinmektedir.

Vezir Ali Şah Emir Sevinç’in ölümünü takiben çevirdiği entrikalar sonucu önce, Reşidüddin’i suçladı ve sonra da öldürttü. Daha sonra da Çoban’a karşı olumsuz tavır takındı. Maksadı İlhanlı Devleti’nin tek hakimi olmaktır. Anadolu valisi İrin-Cin ve Kurmuşu’nun isyanları, Emir Çoban tarafından bastırılmıştır. Emir Çoban, Altınordu’ya karşı da başarılar kazanmıştır. İşte bu sırada Çoban’ın oğlu Dımaşk Hoca yüzünden Sultan ile beylerbeyinin arası açılır. Sultan, başta Dımaşk Hoca ve Çoban ailesine mensup olan herkesin cezalandırılması yönünde buyruk çıkarttır. Emir Çoban Anadolu valisi olan Büyük oğlu Demirtaş ile birleşerek Sultan’a karşı yürümek istediyse de mümkün olmadı. Kumandanlarının ihanetinin sonucu mağlup oldu ve öldürüldü. Anadolu valisi Demirtaş Anadolu’daki Türkmenleri de etrafına toplayarak müstakil hareket etmeye başlamıştır. Bu dahili mücadelelerin devam ettiği bir sırada Ebu Sait 1335’te ölmüştür.

Bu tarihten sonra İlhanlı Devleti’nin parçalanma dönemi başlamıştır. Merkezi otoritenin zayıflaması ile birlikte her emir idaresi altındaki toprağın sahibi olmuştur. Bu dönemde, İlhanlı tahtında dahili mücadeleler birbirini takıp etmiştir. Artık siyasi hakimiyet, İran’dan Anadolu’ya geçmiştir. Anadolu’dan İlhanlı tahtını ele geçirmek üzere hareket eden mühim miktarda bir kuvvet İran’a çekilmişti. Bu sırada Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunda aslen bir Uygur Türkü olan Eretna Bey hakimiyeti ele geçirmiştir. Eretna 1343 yılında Sivas ile Erzincan arasındaki Karanbük Savaşı’nı kazandıktan sonra, kendini müstakil hükümdar ilan etmişti (1343).

Türk devletleri ve Selçuklularda görülen Divan, Vezir, Naib ve Beylerbeyi vb. unvanlardan birçoğunun İlhanlı Devleti’nde de bulunduğu görülür. Bu unvan ve müesseseler zaman ve mekana bağlı olarak kısmî değişikliklerle Osmanlılara da geçmiştir. İlhanlı Devleti’nin bu konumu ile tarihi Türk Devletlerindeki müesseselerin Osmanlı Devleti’ne geçmesinde aracılık görevini üstlenmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Devletin sivil idaresinin başında bulunan Vezir, mali ve idari bakımdan her türlü yetkiye sahipti. İlhanlı hükümdarları bu konuda vezirlere geniş yetkiler vermişlerse de eceli ile ölen tek İlhanlı veziri Tacettin Ali Şah olmuştur. Hülagu’nun ilk veziri ise Seyfüddün Bitikçi’dir.16 Selçuklu Devleti’nde Nizamü’l-Mülk ne ise İlhanlılarda da Semsüddin Cüveyni aynı konum ve yetki sahibi olmuştur. Askeri bakımdan en yüksek mevkide ise Beylerbeyi bulunur ve onun yanında Üç Ulus Beyi vardı. Beylerbeyi daha ziyade merkezde; Ulus Beyleri ise, kendi bögelerinde otururlardı. İlhanlı ordusu da, tıpkı tarihî Türk devletlerinde görülen “Sürek Avı”nda olduğu gibi, orduyu eğitim ve manevra için aylarca süren av oyunları ihdas etmişlerdi. İlhanlı hükümdarları, tahta çıkışlarında “Saçı Saçmak” üsûlü yanında; şehzadelere, noyanlara ve diğer ümerâya hil’atler, askere bahşişler dağıtırlardı. Ahmet Teküdar tahta çıktığında, bu hil’atler dışında her askere 120 dinar bahşiş vermişti.

Aynı usûl, Selçuklu ve diğer Türk devlerinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de “Culûs” bahşişi şeklinde devam etmiştir ki, bu usûl zamanla Osmanlı Devlet bütçesine büyük külfetler getirmiştir. Yine, Türkiye Selçuklular’ında görülen Saltanat Naibliği İlhanlılarda da vardı17. Ancak bazen Vezir veya Beylerbeyi bu vazifeyi de üstlenebiliyordu. Çünkü, Beylerbeyi Emir Çoban aynı zamanda Naib idi.

İlhanlılar ve bilhassa Moğollar vergi hususunda taviz vermemişlerdir. Mali işlerde, Müstevfi’nin başında bulunduğu bir Divan ve Vergi Naibleri ile bu iş yürütülürdü. Osmanlılar zamanında da Siyâkat yazısı ile yazılmış 7 ayrı defter bu iş için kullanılmıştır. Kopçur, Gılan ve Tamğa gibi hayvan, arazi ve meslek vergilerinin hemen aynısı Osmanlılarda da vardı. Şu halde kuruluş döneminde Osmanlı maliyesi İlhanlı maliye sisteminin bir devamı gibi ise de, zamanla değişikliğe uğramıştır.

İlhanlı hükümdarı Gazan Han, kendinden önce uygulanan vergi ve diğer bazı kanunları ki-bunlar genelde Cengiz Han Yasası idi-yeniden gözden geçirerek, bir kısmını azalttı ve bazılarını da şartlara bağlı olarak arttırdı ve bunların âdil bir şekilde uygulanması, vergilerin tahsil edilmesi konusunda da ağır cezaî hükümler getirmiştir. Osmanlı Devleti, diğer Müslüman ülkelerde kullanılmış olan “Müstevfi” yerine İlhanlıların kullandığı “Defterdar” unvanını tercih etmişlerdir.

Hülagu zamanında ülke genelinde Müslüman teb’anın şer’i ve hukukî işlerine müderris ve kadılar bakarlardı. Kadıların tayinlerini merkezde bulunan Kadı’l-Kuzzat yapardı. Hukuki, siyasi, idari, örfî ve askeri mahkeme işlerine “Yarguci” bakardı. Bunlar daha ziyade Cengiz Yasasına göre karar verirlerdi.

İlhanlı Devleti’nin kurulduğu saha ve birlikte oldukları Türk unsuru, bu devletin kuruluşundan kısa bir zaman sonra İslamlaşma ve takiben de İslamiyet bu devletin resmi dini olarak kabul edilmiştir. İlhanlı Devleti’nin hakim olduğu coğrafya yüzlerce yıldan beri Türk boylarının yurdu olmuş, Türk medeniyetine mekan olmuştu. Devlet hayatına hakim olan Moğol unsuru zaman içinde etkisini ve yetkisini kaybetmiştir. Nitekim İlhanlı Devleti’nin dağılmasını takiben ortaya çıkan siyasi teşekküller arasında bulunan Celayir Ulusu’nun adını taşıdığı “Celayiroğulları” devleti de zamanla varlığını kaybetmiştir. İlhanlı Devleti’nin hakim olduğu coğrafyada kurulmuş olan Akkoyunlu-Karakoyunlu ve Safevi Devletleri tarihi, kültürü ve geleceği ile Türk varlığını temsil etmişlerdir.

1 Bu hususta geniş bilgi için bk. P. Pelliot et L. Hambin., Histoire den Campagnee de Cengis Khan, Leıden 1951.

2 Cüveynî (Alâeddin Ata Melik), Tarîh-i Cihangüşa, nşr. Mirza Muhammed Kazvini, III, London 1937, s. 12-18; Abu’l-Farac, Chronogrophy, trc. W. Budge, Londra 1932, Türkçe tercümesi. Ö. R. Doğrul, Ankara 1950, II, s. 555; el-Ömer. Mesâlikü’lebsâr, Tiesenhausen, Altınordu Devleti Tarihine Aid Metinler, İ. H. İzmirli terc.: İstanbul 1941, s. 394-95.

3 Reşidüd-din, Camiü’t-tevârih, nşr. Quatremere, Histoire des Mongols de la Perse, Paris 1836, s. 110, Cüveyni, I, s. 184.

4 Abdülkadir Yuvalı, Hülagu Han ve Zamanı, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 1979, s. 58-63.

5 Reşidüd-din, Quatremere, s. 137.

6 Reşidüd-din, Moskova, s. 151.

7 Reşidüd-din, Quatremere, s. 396, Vâsılı Hamevi, Tiesenbansen, I, s. 154.

8 Reşidüd-din, aynı eser, ss. 141-143.

9 Moğollar’ın Gizli Tarihi, s. 149; B. Y. Vladimirtsov, Moğollar’ın İçtimai Teşkilatı, Türkçe trc. Abdulkadir İnan, Ank. 1944, s. 62.

10 Cüveyni, II, s. 255.

11 Z. V. Toğan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1946, s. 117.

12 Bu hususta geniş bilgi için bk. K. Jahn. İran’da Kağıt Para, Türkçe trc., M. Altay Köymen. Belleten XXIII (1942).

13 W. Barthold, İlhanlılar Devrinde Mali Vaziyet, T. H. İ. T. M., I, İstanbul 1931, ss. 148-149.

14 K. Jahn. Geschichte Gazan Hans. (Ta’rih-i Mubarak-ı Gazanî) Reşşid A-diin, London, 1940, ss. 121-33.

15 Aksarâyi, Kerimüd-din, Müsâmeretü’l - Ahbâr, nşr. O. Turan, Ankara 1944, ss. 310-311.

16 Reşidüd-din, Quatremere, ss. 297-310.

17 Cüveyni, II, s. 200.


Yüklə 12,18 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   28   29   30   31   32   33   34   35   ...   95




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin