Ancak bu nüfus artışının çok büyük boyutlu olmasını, savaş ve mücadele dönemindeki insan kayıpları olumsuz yönde etkilemiş olmalıdır. Bunun dışında XI. yüzyıl sonları ile XII. yüzyılda Anadolu sahasında büyük ölçüde bir salgın hastalık bilinmiyor. Bu arada mahallî olarak etkili olabilecek salgın hastalıkların Türkler arasında daha az tahribat yapmış olabileceğini sanıyoruz.
Ülkedeki nüfus artışı bir bakıma gerekli idi. Çünkü asker olup bir dirliğe sahip olan Türklerin bu hakkı çocuklarına geçerdi. Bu sebepledir ki askerî hizmetlerin karşılığı dirliğin (yani geçim imkânının) babadan oğula geçmesi geleneği sebebiyle, nüfus artışı olağan sayılmalıdır.
Ülkedeki Türk nüfus artarken, yerlilerin nüfusu iki sebepten dolayı azalıyordu. Öncelikle geçim imkânlarını kaybetmiş idiler. İkinci olarak, bir kısım Hıristiyanlar, kendilerinden olan Hıristiyan idarelerine doğru kaçıp gidiyorlardı.
B. Şehirlere Yeni Yerleşmeler
Türkler XI. yüzyıldaki fetih hareketine katılanların dışında, durmaksızın doğudan ve kuzeyden yeni göçlerle bu ülkeye akın etmişlerdir. Ancak bununla ilgili olarak sadece bazı izler vardır. Mesela XI. yüzyıl sonlarında Haçlı seferlerinin yarattığı olumsuz hava üzerine doğudan pek çok Türk ve Müslüman gazinin bu ülkeye yardıma koştukları biliniyor. Ayrıca bunların önemli bir kesimi, eğer sağ kalmışlarsa bu mücadele sonrasında büyük ölçüde bu ülkede kalmış olmalıdır.
XIII. yüzyılda Asya içlerindeki yeni büyük oluşumlar da Selçuklu Devleti’nin Batı ucundaki nüfus artışını hızlandırmıştır. Bununla ilgili olarak bazı açık örnekleri de biliyoruz. Mesela Mevlana ve babası, bir rivayete göre Çengiz Han ordusundan, fakat belki de Harezmşah’ın hışmından kaçıp bu diyara gelmiş idi.
Aynı şekilde batıya gelen Harezmliler de Doğu Anadolu sahasında önemli bir siyasî hareket de yaratmış idiler.
1243’teki savaşı kazanan Baycu, eski komutan Çormağan ve Hulagu Han ile birlikte gelenler arasında sadece Moğollar değil, muhakkak ki Türkler de vardı. Câmi üt-Tevarih bu gelenleri genellikle Türk olarak sayarsa da, bir kesiminin doğrudan Moğol oldukları ve Moğolca bilip yazdıkları da açıktır.
Bunun yanında Mevlana Celaleddin Rumî, eserlerinde XIII. yy. ortalarında Türklerin durmaksızın bu diyara geldiklerini söyler. O, edebî eserlerinin çoğu yerine serpiştirdiği bilgilerinde, bu ülkede gördüğü çekik gözlü Türk güzellerinin kimisinin Fergana’dan kimisinin de Türkistan’dan gelmiş olduğunu belirtir.
Türklerin XIII. yüzyılda devam eden göçleriyle, bu diyar Türk nüfus bakımından oldukça kalabalıklaşmış idi. Kalabalık Türk kitlelerinin Diyar-ı Rum içinde Batıya doğru hareketlerini Bizans kaynakları da açıkça belirtiyorlar (P. Wittek-Menteşe Beyliği).
Yeni gelenleri biz genellikle Türkler olarak tanımlıyacağız. Burada bir önemli mesele Türklerin hangileri olduğudur. Genellikle 1071 sonrasında gelenlerin hep Oğuz olduğu kabul edilmiştir. Oysa bunların içinde Oğuz olmayan Türklerin de bulunduğu anlaşılıyor. Mesela Peçeneklerin bir kısmı Oğuz heyetine (küme) dahil olup, bir kısmının Oğuz heyetine girmedikleri F. Sümer tarafından ifade ediliyordu. İşte, bazı dil verileri ile mesela Uşak yöresindeki halkın, Oğuz heyetine dahil olmayan Peçenek zümresinden olabilecekleri anlaşılmıştır. Oğuzlar dışındaki Türkler arasında, ayrıca Kıpçak boyundan olanların oldukça etkin olduğu anlaşılıyor.
C. Türkmenler (Göçer Evliler)
Selçuklu ülkesindeki nüfus durumunu, kırsal alanlarda bilmek imkansızdır. Buna karşılık kale-şehirlerdeki durum daha iyi anlaşılabilir. Gerçi kalelerde ilk fetih yıllarındaki, Türklerin sayıları merak edilebilir. Kaledeki nüfusu bilmek için kale alanının büyüklüğü ilk ve en önemli unsurdur. Rum diyarında, sonradan Anadolu diyarındaki kalelerdeki görevli asker, yani aile sayısını sonraki Osmanlı dönemi kayıtlarından biliyoruz. Bunlar öyle binlere varan sayılara ulaşmaz; yüz sayısını aşanlar dahi nadirdir (Konya, Sivas gibi). Büyük çoğunluğu 50-60 nefer olup, bu aynı zamanda aile demektir. Bu arada fizikî olarak da kale sahasındaki Türk kısmına sığabilecek ev sayısı tahmin edilebilir. Çünkü bunların önemli bir kısmı kastra=kayalık tepeler üzerinde olduklarından ev yapılabilecek yerler de belirlidir. Böylece ev sayısı ve her evde ortalama 5-6 kişi olduğundan Bizans kastralarının büyüklükleri göz önüne alınırsa, ilk yüzyılda, XI-XII. yüzyıllarda kale-şehirlerdeki nüfusun en fazla 1000 kişi olabileceğini söyleyebiliriz. Bu rakamlar büyük kalelerde 2000’e kadar çıksa da, küçüklerde (mesela Afyon Karahisar Kalesi’nde) 500’e düşebilir.
Önemli olan ikinci husus, kalelerdeki Türk nüfusu yanında o yerleşmede yaşayan eski-yerli nüfusunu da sayısını bilmektir. Osmanlı devrindeki durumu kıyaslamak imkanı söz konusu olmadığından, bu nüfusu bilmek için, oturdukları sahanın büyüklüğü en önemli kaynaktır. Şehir=kale içindeki bölünme sebebiyle sahalarını bildiğimiz bazı şehirlerde Niksar, Antalya, Uluborlu, Divriği gibi, her iki kümenin oturdukları yerleri belirleyebiliriz. Bu alanlara bakılınca, kalelerde Türkler, daha fetih yıllarında, en azından üçte bir kadar bir nüfusa sahiptirler (Antalya gibi). Sonraki zamanlarda ise, Türkler yerlilerle nüfus bakımından eşit gibidirler (Uluborlu, Divriği, on sene kadar sonra Antalya’da da).
Hemen şu gerçeği ilave etmemiz gerekiyor. Gerçi kale içinde yerlilerin nüfusu Türklerle eşit sayılsa bile, kale dışındaki alanlarda da Türklerin oturduğunu unutmamak gerekir. Mesela, Niksar gibi geç Bizans Devri’nde de kalabalık olan bir şehirde, surlar içindeki nüfus söz konusu olsa bile Türkler, yerli Hıristiyan halka göre en azından iki misli daha kalabalık olmuşlardır. Bu durum, sur dışı nüfusla daha da artmaktadır.
Kalelerdeki nüfusun olağan artışı, kale erlerinin gece-gündüz kalede oturmalarıyla da yakından ilgilidir. Çünkü bunlar, sadece asker olup, geçimleri zaten sağlanmış idi. Böylece bu Türkler, bir nesil sonra en azından bir misli bir artış göstermiş olabilirler.
Tabii nüfus artışı, Türklerin tarihin hemen her devrinde gösterdikleri artışla izah edilebilir. Türk kadının doğurganlığı sebebiyle, eskidenberi hızlı bir nüfus artışı vardır. Genelde Türk ailesi 5 kişi sayılsa da bunu 6 olarak kabul edebiliriz: Ana-baba ile dört evlad. Bazen ana-baba ile 3 evlad 5 kişilik nüfusu belirler. Biz yine de ana-baba ile ikisi erkek ikisi kız dört evladı esas alalım. Bu iki erkek evladdan birisi babasının yerini alacaktır. Öteki evlad ise, evlenip kendi evini yine babasının evinin yakınlarında ve uygun bir yerde kuracaktır. Böylece kale sahasında ev yapıp yerleşilebilecek alanlar kale erlerinin çocuklarınca doldurulacaktır. Buna şehre=kaleye tabii artışın yol açtığı yeni yerleşmeler de diyebiliriz.
Aradan bir nesil daha geçince, hem kale erinin torunu, hem de öteki evladın çocuklarıyla, yeni evler yapılması daha da artacaktır. Bu durumda kale sahasının ev yapımına elverişli yerleri tamamen dolabilecektir. Çünkü, kaleye ilk yerleşenin ailesinin tabii çoğalmasının ortaya koyduğu bir haklılık neticesinde, öncelikle kale sahasının içindeki uygun yerlere evler yapılmıştır. Ev inşa edilebilecek yerlerin tamamen dolmasıyla, iskan artık kale sahasının dışında devam edebilecektir. Bu arada diyebiliriz ki, kale içindeki yeni iskanla birlikte, kale camiinin cemaatinin sayısı artmış, bu camiin alanı yetmemeğe de başlamış olabilir.
Kale sahasının iskana uygun yerleri, evlerle tamamen dolunca, kalenin dışında, surların haricinde yeni bir yerleşme hareketi başlamak zorundadır. Kale erlerinin evladı ve torunlarının elbette kalenin içiyle yakın bağları vardır. Zaten onların kaledeki baba veya ata eviyle ilgileri, belki hisseli olarak devam da etmektedir. Ancak, kalenin içi dolunca, kale surlarının dışındaki ilk yerleşenlerin, kale erleriyle ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni iskanın, kale kapısının hemen yakınında olması olağandır. Çünkü kale kapısı vasıtasıyla kale içindeki akrabaları ve yakınlarıyla münasebetlerini devam ettirebileceklerdir. Ayrıca bu yeni iskan sahasındaki nüfus az olduğundan, henüz bir çarşı oluşmamış olduğundan ihtiyaçlarını da kale içindeki çarşıdan, yukarı çarşıdan temin etmektedirler.
Burada bir hususu özellikle belirtmek gerekir. Bizans Dönemi’nde, kale şehirleri genellikle sarp ve kayalık tepeler üzerinde kurulduğundan, kale kapılarının hemen dışı veya yakınları, her zaman yeni bir iskan için elverişli olmayabilir. Afyon Karahisar Kalesi örneğinden anlaşılacağı gibi, nüfusun artışı ile yeni iskan, aşağılarda, kaleye giden yolun başladığı yerde oluşmuş olabilir. Bazı benzer kale=şehirlerde de benzer durum görülmektedir (Bursa, Kastamonu).
Kale dışında oluşmaya başlayan yeni mahallelerin kendilerine mahsus mescidleri yapılmış olabilir. Çünkü Selçuklu şehrinde mahalle ile mescidinin özdeş gibi sayıldığını biliyoruz. Böyle olsa bile, yeni mahallenin sakinleri Cuma ve Bayram namazları için kaledeki camiye gidiyorlardı. Kale oldukça yukarda olduğundan bu gidiş-gelişler zahmetli idi. Hele bu yeni yerleşmenin sakinleri bir zaman geçip yaşlanınca çekdikleri zahmet daha da belirgin bir hal almaktadır.
Kale dışında yeni bir iskan hareketinin başlaması, yöredeki öteki Türklerin de dikkatini çekmiş olmalıdır. Civarda oturan Türklerin, daha ilk zamanlardan itibaren büyük kitleler halinde kale içindeki iskana katılmalarını pek mümkün görmemekteyiz. Çok az ölçüde de olsa, kale içindeki ancak çok zorlukla mümkün olabilse gerektir. Çünkü bu sahalarda oturanlar, yakınlarındaki yerlere kendi evlatlarının yerleşmesini istiyorlardı. Oysa, şimdilerde kale surlarının dışında başlamış olan iskana katılmak oldukça kolaydır. Böylece Türkler için, hem şehrin nimetlerinden yararlanmak hem de gerektiğinde mevsimlik hayatlarını devam ettirmek mümkün olabilecektir. Böyle düşünen birçok Türk boyu, şehirlerdeki hayata katılarak bu mahallelere yerleşmiş idiler. Netekim XIII. yüzyılın başlarından itibaren şehirlerin mahalleleri arasında Türkmen mahallesi adını taşıyanlara rastlıyoruz (Ereğli, Kırşehir). Şehirlerde, başka bir yerden göçüldüğünü gösteren bazı özel mahalle adlarından gayri, genelde verilen Türkmen adı, sonraki yüzyıllardaki şehire dahil olma hareketinde devam etmiştir (Kuşadası’ndaki Türkmen mahallesi gibi).
Şehirlerde nüfusun tabii artışı veya yeni yerleşmelerle ortaya çıkan bu yeni durum, birçok meseleyi de beraberinde getirecektir.
D. Şehirlerin Türk Halkı
Şehirlere yerleşen Türkler, çok kısa bir süre sonra, boy veya kabile duygularını bir kenara itip, kendilerini o şehir ile özdeşleştiriyorlardı. Şehrin kimliği ve şehirlilik adeta yepyeni bir kimlik yaratıyordu. Bu sebeple olsa gerek, XIII. yy. başlarındaki şehir hayatının gelişmesi, bir bakıma Şehrîleri ortaya çıkarmıştır. XIV. yy. ortalarında kaleme alınan, fakat XIII. yy. olaylarını anlatan Menakıb’ul-Kudsiye, Şehrî ile Türkü apayrı iki zümre gibi gösteriyor. Oysa biliniyor ki Türk o şehre bir süre önce dahil olmuştur. Fakat şehirli olmayı öylesine benimsemiştir ki kendi hemşehrilerini “türk” diye küçümseyebilmektedir.
Şehirler halkının bir süre içinde kendi içinde kaynaşması, çok yönlü oluşumları da beraberinde getirmektedir. Hemen belirtelim ki daha XI. yy. sonlarında bir kısım Türkler kale eri olarak şehirlere yerleşmiş idiler. Bunlara kale içindeki evler tahsis edilmişti. Bu sebeple, bir şehrin gerçek Türk halkı için hemen bütün şehirlerde uygun sözler türetilmiştir. “Gerçek Ankaralının kale içinde evi, Keçiören’de bağı olmalıdır” gibi. Divriği’nde de kale içinde ev satılmadığını ancak miras kalabildiği yakınlara kadar hatırlanmış olup, bu evler fetih yıllarında bir kısmı kale askeri olarak yerleşen Türklere verilmiş idiler.
Netice olarak Diyar-ı Rum’da şehirli Türkler XI. yüzyıldan beri vardır ve bunlar, Diyarbekir, Mardin, Harput, Silvan, Urfa, Ahlat, Van ve daha pek çok şehrin yüzlerce yıllık yerli Türklerini oluştururlar.
Anadolu sahasındaki şehirlerin Türk halkı, şu halde bu ülkede Alp Arslan çağından beri mevcuddur.
E. Göçerler Arasında Kışlak-Yaylak Çekişmesi
Yukarda da belirttiğimiz gibi, olağan nüfus artışı sebebiyle Türk boyları arasında, otlak ve meralar sebebiyle bazı çekişmeler de başlamıştır. Bu çekişmeler, dışa karşı pek görünmemekle birlikte, sonradan oluşacak olan beylikler arası mücadelenin ilk safhası veya kademesi olarak görülebilir. Bu arada Danişmentli-Selçuklu çekişmesi yanında Mengücek-Selçuklu dostluğu da dikkati çekmektedir.
Artukoğulları ile Türkiye Selçukluları arasında da bir çekişme söz konusu değildir. Burada, şimdiye kadarki izahlar, genellikle beylerin arasındaki hakimiyet kavgası sayılmış ise de, doğrudan boylar arası çekişmeler de bunlarda etkili olmuş olabilir.
XII. yy. içinde, boylar arasındaki çekişmeler bitince, yaylak ve kışlaklarda bir kararlılık başlamış olmalıdır. Bununla birlikte bu çekişmelerin, beylikler arası mücadele olarak kısmen XIII. fakat daha çok XIV. yüzyılda devam ettiğini görmekteyiz. Bu arada ortaya çıkmış olan nisbî yaylak-kışlak kararlılığının bir doğal sonucu, kış mevsiminin çok soğuk geçtiği İç-Doğu sahasındaki kışlaklarda bazı yapıların ortaya çıkmaya başlamasıdır. Böylece bu yapılar ile bir bakıma, sonraki yaygın deyimi ile toprağa yerleşme de başlayacaktır.
Toprağa bağlı ekonomik hayatın etkin olduğu bazı yörelerde varlıklarını Bizans Dönemi’nden devam ettiren köyler vardır. Bunların bir kısmında eski iskân devam etmektedir. Bu arada uygun bir kesiminde Türkler de kışlak olarak yerleşmiş olabilir. Küçülen bazı köylerdeki halk, civardaki daha uygun bir başka köye göç edince, öteki köy, viran halde kalmakta idi. Böyle “Eski-köy” veya “Vîran-köy”ler XII. yüzyıldan sonra toplum hayatında etkili olmaya başlayacaktır. “Yıkık-köyden haraç alınma”, Türkçe ve Farsçasıyla XIII. ve XIV. yüzyılların namlı bir sözüdür.
Kırsal alanda bir yerde devamlı olarak yerleşmenin bir güvenlik gerekliliği neticesi, Ribatlarda kendisini gösterir. Ribat, hudut karakolu demek olup, sınır boylarındaki uygun yerlerde, kimi zaman sağlam yapılar olarak da inşa edilebilirdi.
Bir kısım Türk boylarının, coğrafyanın uygun yerlerindeki yaylak-kışlak hayatı yaşamaları yanında, belirli ve önemli yol güzergâhlarının, geçitlerin ve hakim stratejik noktaların her zaman elde tutulması gerekli idi. Böyle yerlerin çok önemlilerinde elbette “kale”ler yapılmış olmalıdır. Kalelerdeki devamlı iskân, ayrıca ele alınacaktır. Burada ise, daha ziyade kale değil, fakat kırsal alanı ilgilendiren bir devamlı iskân olarak “ribat”lar söz konusudur.
Sonradan Anadolu adını alacak olan sahada, öncelikle “ribat” adını taşıyan yapılar vardır. Bunlar doğrudan alp-erenlerin kaldıkları, gece gündüz düşmana dikkat ettikleri yerlerdir. İlk düşman saldırısını bir zaman için göğüsledikleri, saldırı başlayınca hemen geriye haber ilettikleri ve gerideki boylardan yardım gelinceye kadar, bir zaman için düşmanı oyaladıkları yerlerdir. Buradaki çetin savaşlarda bir kısım Türkler şehid düşüp buraya gömülüyorlardı. İşte bu şehit düşen Türkler bir-iki yüzyıl sonra ünlü bir isim olarak buraya adını veriyordu.
Türklerin daha ileriye gidip, bu kesimler artık sınır olmaktan çıktığında ise bu ribat, iki türlü yeni işleve kavuşabiliyordu. Bunlardan birisi, eğer işlek bir yol üzerinde ise kervansaraydır. İkincisi ise, gece gündüz ışığı yanan, gelip gidenlere her zaman yemek çıkartılan bir “zâviye”liktir. Zaviye sonraki yaygın ismi ile “Tekke”dir. Buradaki “tekke”, şehir içlerindeki belirli tarikatların ellerindeki yapılar olmayıp, tamamen sosyal fonksiyonu etkili yapılardır. Yukarda da dediğimiz gibi burada her zaman ışık yanacak, insanlar için bir ümit kapısı olacaktır. İkincisi ve buna bağlı olarak, buralarda her zaman kazanlar kaynıyacak, kim ve ne zaman olursa olsun, bunun kapısını çalanlar yemek yiyebileceklerdir.
Böylesine bir sosyal işlevi olan bu “zaviye”ler sebebiyle, Diyar-ı Rum kısa bir süre sonra “garib”lerin akınına uğrayacaktır. Çünkü burada gariblerin karnı her zaman doyabilmekte idi. Böylesine bir yapının çekirdek olduğu yerleşmeler, sonradan birer köy haline gelecektir.
Netice olarak denebilir aradan bunca yüzyıl geçmekle birlikte, bu ülkedeki bazı yer adları, mesela tekke-köyler, belirli bir coğrafyadaki iskânı bu şekilde açıklamaktadır.
Köyler: Türk halkının önemli bir kısmı, yaylak-güzlek-kışlak ve yazlak etrafındaki hayatını devam ettirmektedir. Anadolu sahasındaki coğrafî durum, Türkiye Türkçesinde, en küçük yerleşmelerin “köy” olarak adlanmasını sağlamıştır. Köy, doğrudan bir yabancı dilden alınma bir kavram (karye veya dih gibi) olarak görünmüyor. Gerçi Farsçada, buna yakın bir “kûy” vardır; ancak ondan daha öncelikli olarak Göktürk çağı Türkçesinde, vadi içlerinde bulunan ve kadın-kızlarının oturdukları yerler demek olan “kuy”dan söz edilebilir. “Kuy’da konçuyum (kadınım)” ifadesinde buralarda daha çok kadın-kızların bulunduğu anlaşılıyor. Türklerin geldiği Bizans ülkesinde, Diyar-ı Rum’da, genellikle köy diyebileceğimiz yerleşmeler genellikle vadi içlerinde idiler. Bu sebeple, öteki Türk lehçelerinin aksine, avul veya kışlak yerine Türkiye Türkçesinde “köy” en küçük iskân birimi olarak Selçuklu çağından itibaren görülmüştür.
Beylikler Dönemi’nde de “köy” çok yönlü olarak etkisini devam ettirmiştir. Ancak buradaki köy, her mevsimde kalınan bir yer olmayıp, genellikle kış mevsiminde ve en uzun süre kalınabilen yurt demektir. XIII. yüzyıl kayıtlarından (mesela Hacı Bektaş Veli Menâkıbı), köyler halkının yaz mevsiminde yaylaya çıktığı anlaşılıyor.
Köylerde hayat oldukça sadedir; büyük köylerde hayvanların otlatılması için çoban tutulabilirse de, küçük köylerde hayvanlar sıra ile güdülür, otlatılırdı. Bu köylerde ayrıca ziraî mahsul, hububat yanında meyveler de üretilebilirdi.
XII. ve hatta XIII. yüzyıl ilk yarısında Selçuklu ülkesindeki köylerin genelde oldukça küçük oldukları anlaşılıyor. Şimdiki Hacı Bektaş, o zamanki adıyla Suluca Kara-öyük, üç evli bir yer olup, dört evli Kayı köyünden gelenler ile ancak 7 haneli (=evli) bir köy olmuştur.
Bir kısım köyler, merkezî durumları, ticaret yolları üzerinde olmaları ve nihayet pazar oluşları ile birlikte gelişip büyüyorlardı. Böylesine büyüyen yerleşmeler, Bizans’tan devralınan kale-şehirler kadar kalabalık olsalar dahi, “şehir” olarak adlanmayıp, ancak kasaba olabiliyorlardı.
Kasaba, kavram olarak etkisini günümüze kadar devam ettiren bir iskân kavramıdır. Selçuklu çağında, XIII. ve XIV. yüzyıllarda birçok kasaba adını bilmekteyiz. Bunlar köken olarak, nüfusça kalabalık ve bir kasabın geçinebileceği yerlerdir. Oturanların sayısının çok olmasına rağmen, idarî merkez olmayan yerleşmeler, “kasaba” olarak tanımlanırlardı. Bir Selçuklu idarî biriminde birden çok kasaba bulunabilirdi. Fakat tek bir şehir söz konusudur.
Ülkenin İmarı ve Yeni Çehresi
1. Şehir ve Kalelerdeki Durum
Selçuklu ülkesinin çehresinin değişmesi demek, bir bakıma doğrudan yeni imâr=yapılanma hareketi demektir. Türk bu ülkeye geldiğinde, bir dönem için muhakkak ki eski yapıları kullanmıştır. Eski kiliseler camiye çevrilmiş, kalenin eski sakinlerinin evlerinde Türkler oturur olmuşlardır. Bu ilk dönemde sadece küçük bazı değişiklikler yapılmış olmalıdır. Oysa bir süre sonra, Türkler kendi zevklerine göre yaşayacakları evlerini, ibadet yerlerini ve öteki yapıları inşa etmiş, ettirmiş olmalıdırlar.
Selçuklu ülkesinin imarında, kırsal alanlar hakkındaki bilgilerimiz sınırılıdır. Buralardaki yapılar genellikle çabuk çürüyüp eriyebilen ağaç veya kerpiçten yapılıyordu. Taş veya tuğla yapı ise hayli azdır. Bu türden yapılar genellikle şehirlerde, kısmen de taşrada, kırsal alanlarda sadece hanikah ve zaviye (tekke) binalarında kullanılmıştır. Bu arada yollar üzerindeki köprüler de sağlam taş yapılar olarak bina edilmiş idiler.
Bu sebeple Selçuklu ülkesinin imarında daha çok şehir-kalelerdeki oluşumlardan söz edilebilecektir.
2. Şehirlerin İmarında Vakıf Kurumunun Rolü
Selçuklu Dönemi’nde şehirlerin kalabalıklaşması yeni sorunların çıkmasına yol açmıştır. Ancak Türk insanının düşüncesine göre bütün bu sorunlar, yine bu ülkenin, şehrin veya toplumun mensuplarınca çözülecektir.
Burada, özellikle XII. yüzyıl sonlarındaki yeni şehirleşme hareketi ile bağlantılı olarak, ülke insanının zenginleşmesi dikkati çekmektedir. Varlığı artan bu insanlar, servetleri veya mal varlıklarını bir şekilde yine içinden çıktıkları topluma geri döndürmektedirler. Burada vakıf kurumu önemli bir yer tutmaktadır.
Vakfiyeler, varlıklı kişilerin, servet ve mal varlıklarının toplum yararına bağışlamalarının ayrıntılı belgeleridir. Türkler, bir arada yaşamanın bir gereği olarak, kendilerinden başkalarının da ihtiyaçlarını düşünüp, yardım etmek isterler. Anadolu sahasında 1830’lara kadar resmen, sonraki yıllarda ise örf olarak devam eden anlayışa göre insanlar, günümüzde devletin yapması gereken işleri yaparlardı.
İnsanlar toplumun, yani öteki kardeşlerinin ihtiyaçlarını, devletin, daha doğrusu devleti temsil eden sultanın gidermesine bakmadan görmeye çalışıyorlardı. Yukarda da dediğimiz gibi kendilerini bu devletin bir parçası sayıyorlardı. Mesela, eğitim ihtiyacı ortaya çıktığında, bu sorunu çözümleyebilecek varlığı olan kişi, mal varlığının bir kısmını mektep binası yapımına ve eğiticinin ücretine ayırırdı. Hatta öğrencilerin ihtiyacı da düşünülür, bu kurumu her yönüyle işletebilecek tedbirleri alırdı. Bu amaçla bütün gelir kaynakları ve bunlardan elde edilecek paranın sarf yerleri ayrıntılı bir şekilde yazılırdı ki, devrin yetkili kadısının da tasdik ettiği bu belgeye vakfiye denilirdi. Bunların daha sade bir dökümü, başka resmi belgelere de geçirilebilir.
Günümüzde bazı özel okullar, büyük bir mali güce ihtiyaç duymakta olup, bunu talebelerden karşılamaktadır. Geçmişte, genellikle talebelerden para alınmadan yüksek öğretim yapılırdı. Hatta talebeye, günümüz asgari ücretinin de üstünde karşılıksız bir para da verilirdi. Eğitimi misal olarak verdiğimiz bu Vakıf kurumunu yaratacak ve yaşatacak kişinin çok güçlü bir mali varlığa sahip olması gerekir. Osmanlı döneminde, toplumda bazı kişilerin büyük mali güce sahip olduklarını ayrıntılı olarak bilebiliyoruz. Dolayısıyla Osmanlı öncesi dönemde de Türk devlet veya ticaret adamlarının çok büyük mali güce sahip oldukları anlaşılıyor. Bununla ilgili bazı bilgiler, ilerdeki sahifelerde verilecektir.
O. Turan ile başlıyarak birçok araştırıcı, Selçuklular Devri’ne ait bazı vakfiyeleri yayınlamışlardır. Devrin resmi dili olan Arapça yazılmış olan bu vakfiyelerde aşağıdaki hususlar yer alır:
1. Vakfın sahibi veya mütevelli diye de anılan vekili (vakfın sahibi hayatta ise kendisi mütevelli olur) ilk kısımda vakfın amacını ve vakıfın kimliğini belirtirler.
2. Vakfın gelir kaynakları belirtilir. Bunlar oldukça ayrıntılı ve sınırlarıyla birlikte verilir. Mesela o yerin en çok kira geliri getiren bölgesine bir işhanı yaptırabilir. Orada iyi gelir getiren başka kaynaklar da buna ayrılabilir. Bazen bir iskan yerinin vergi geliri de o şahsa temlik edilmiş olabilir ve bu durumda o gelir de vakfa ayrılır. Bütün bunlar ayrıntılı olarak vakfiyede yer almıştır. Buradaki bilgiler sosyal bakımdan bizi daha çok ilgilendirir.
3. Her yıl gelirlerden elde edilen paranın nerelere ve nasıl harcanacağı, ne kadarının müderrislere, ne kadarının tamire, ne kadarının talebeye veya öteki görevlilere verileceği ve kalanı ile ne yapılacağı ayrıntılı ve açık olarak belirtilir.
4. Bütün bu olup bitenlerin kim tarafından denetleneceği, eğer olağan dışı bir durum olursa, vakfın geleceği hakkında kimin karar vereceği de belirtilir.
En son olarak da vakfın sahibi, aklı başında olduğunu, yanında şahit olarak kimlerin olduğunu belirtir ve Kadının tasdikine sunar.
Selçuklu çağında yapılmış olan hemen bütün eserlerin, yapıların muhakkak ki bir vakfiyesi vardı. Ancak bu vakfiye metinlerinden pek azı günümüze kadar gelmiştir. Gerek gününde yazılmış belge olarak, gerekse XIX. yüzyılda sureti kaydedilmiş olarak günümüze kadar gelen vakfiyeler arasında dönemle ilgili olarak çok güzel ve ayrıntılı bilgi verenler vardır.
Bunlar arasında Cacaoğlu Nureddin’in 1272 tarihli vakfiyesinde, Kırşehir, Eskişehir, Ankara ve İskilip’de yaptırdığı eserlerin yaşaması için buralarda ve Konya’da vakfettiği gelir kaynaklarıyla ilgili çok ayrıntılı bilgiler vardır. Cacaoğlu Nureddin buraların ihtiyaç duyduğu kurumları kendisi inşa ettirmiş, yine bu kurumlardaki görevlilerin geçimlerini sürdürmeleri için belirli paralar ayırmıştır.
Dostları ilə paylaş: |