3.3.9. Türkiye’deki Çalışma Yasalarının Küreselleşme İle Uyumu
ILO normları; iş hukuku, sosyal politika ve sosyal güvenlik alanında altına inilmemesi gerekli "en azı" ifade etmektedir. Bu nedenle, Türkiye'deki iş hukuku kuralları değerlendirilirken, ILO normlarının bu özelliği dikkate alınmalıdır. Ancak, buna karşın Türkiye, en az ILO Sözleşmesi imzalayan ülkeler arasında yer almaktadır (TİSK, 1989:Sunuş).
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından; küreselleşme, Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinde, endüstri ilişkilerinin yeniden yapılanması önerilmektedir. Özellikle, çalışma yasalarının sanayileşmenin önünde geliştiği belirtilmekte; kıdem tazminatı, çalışılmadan ücret ödenen gün sayıları, hafta tatilinde ücret ödenmesi, yan ödemelerin çokluğu, verimsiz ve yüksek primli sosyal güvenlik sistemi ve işçilik maliyetinin % 10’una ulaşan fon uygulamalarından yakınılmaktadır. Ayrıca, çalışma yasalarının ekonomik hayattan, üretim ve verimliliğin artırılması hedefinden, kalkınma gereklerinden kopuk olduğu ifade edilmektedir. Böyle bir yasal düzenin, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde ekonomik durgunluğa neden olduğuna dikkat çekilmiştir. Sosyal alandaki korumanın, ekonomik büyümeyi engellememesi gerektiği savunulmaktadır. Çalışma yasalarının, işletmelerin değişen ekonomik koşullara uyumunu zorlaştırdığı, yatırım yapanı, işçi çalıştıranı ve üreteni zor durumda bıraktığı ifade edilmiştir. TİSK'e göre yapılması gereken, çalışma hayatını düzenleyen yasalarda esnekliğe gidilmesi ve ekonomik koşullar ile sosyal mevzuat arasında dikkatli dengelerin kurulmasıdır (Ekin, 1999:369). OECD raporunda; çalışma saatlerinin esnekleştirilmesi, işe almayı ve işten çıkarmayı zorlaştıran mevzuatın gözden geçirilmesi, işten çıkarmaya ilişkin tazminatların azaltılması, ücretlerde daha fazla esnekliğin sağlanması, ücret-dışı işgücü maliyetlerinin düşürülmesi, sağlık ve sosyal güvenlik harcamalarının işgücü maliyeti içindeki payının azaltılması ve işsizlik sigortası uygulamasının sınırlandırılması önerilmektedir (Ekin, 1999:370). Buna karşılık sendikalar, bu tür yasal düzenlemelere, işçileri olumsuz etkileyeceği düşüncesiyle karşı çıkmakta ve işçileri koruyucu düzenlemelere öncelik verilmesini savunmaktadır. Dünya piyasalarında meydana gelen dalgalanma, rekabet ve teknolojik gelişme, klasik çalışma sistemlerini değiştirdiğinden, çalışma yaşamını düzenleyen yasalar da bu değişime uyum sağlayacak kurallar içermelidir (Yorgun, 1998:238).
Parasız'a (2002) göre; küreselleşme olgusunun ve monetarist ekonomi politikalarının tüm ülkelerin istihdamı, yatırımları ve rekabet gücünü artırmak için ücret dışı işgücü maliyetlerini azaltma, işe giriş ve çıkışları kolaylaştırma, çalışma mevzuatına esneklik kazandırma çabası içinde oldukları bir süreçte, Türkiye’nin tersi bir yol izlemesinin, rekabet gücünü olumsuz yönde etkileyeceğini ifade etmektedir (Parasız, 2002:356).
Çalışma mevzuatının, Avrupa Birliği mevzuatına uyumu dikkate alınarak, ILO normlarına uygun hale getirilmesi amacıyla, yeni sözleşme onaylama faaliyetleri ve onaylanmış ILO sözleşmelerinin çalışma mevzuatına yansıtılması çalışmaları sürdürülmektedir. 2000 yılı sonu itibarıyla, Türkiye'nin onaylanmış ILO Sözleşmesi sayısı 39, onay çalışmaları devam eden ILO Sözleşmesi sayısı ise 15'tir. Avrupa Birliği müktesebatına uyum gereği, sendikal hak ve özgürlükler ile iş güvencesinin getirilmesine yönelik 87, 98, 151 ve 158 sayılı ILO Sözleşmelerinin, iç hukuka tam olarak yansıtılması çalışmalarının önemi artmıştır (DPT, 8. BYKP, 2001:245). AB ile uyum yasaları çerçevesinde İş Güvencesi Yasası, işverenlerin şiddetli karşı çıkışlarına rağmen, Yasa teklifi olarak TBMM'ne sunulmuştur.
Devlet Planlama Teşkilatı, 8'inci BYKP, 2001 Yılı Programı Destek Çalışmasında; 2000 yılında Türkiye işgücü piyasasında esnekliği artıracak, küreselleşme ve teknolojik gelişmelerle yaygınlaşan yeni çalışma biçimlerini düzenleyecek, ülke koşullarına ve uluslararası standartlara uygun mevzuatın oluşturulması çalışmalarında yeterli ilerleme sağlanamadığı görüşüne yer verilmiştir. Yeni çalışma biçimlerinin düzenlemesi ve iş mevzuatının kapsamı dışında kalan alanların düzenleme altına alınması, endüstriyel ilişkiler tabanının genişletilmesi, kayıt-dışı çalışmanın yol açtığı hak kayıplarının ortadan kaldırılması ve işletmeler üzerindeki olumsuz etkilerin azaltılması gibi konular hala önemini korumaktadır (DPT, 8'inci BYKP, 2001:246).
3.3.10. Türkiye İşgücü Piyasasının Küreselleşme Karşısındaki Konumu
Bölümün buraya kadar olan kısmında, Türkiye işgücü piyasasının özellikleri hakkında bilgiler verilmiştir. Bundan sonra, özellikle son yirmi yıllık süreç göz önüne alınarak çeşitli analizler yapılacak ve Türkiye işgücü piyasalarının küreselleşmeden nasıl ve ne yönde etkilendiği ortaya konularak gelecekle ilgili çeşitli çıkarsamalarda bulunulacaktır.
Türkiye, 1980’li yıllardan sonra ihracata yönelerek dış pazarlarla eklemlenme çabası içine girmiştir. Bu dönem içinde, imalat sanayi ulusal ekonominin öncü ihracatçısı olarak ön plana çıkmış, sermaye birikimi ve sermaye-ücretli emek arasındaki bölüşüm ilişkilerinin belirlenmesinde etken olmuştur.
Türkiye imalat sanayiinde, dışa açılma konusunda beliren en önemli yapısal sorun verimlilik artışlarıyla istihdam, ücretler ve yatırım artışları arasında nesnel olarak belirgin bir ilişkinin kurulamamış olmasıdır. Örneğin, imalat sanayiinde 1980-1996 arasında işgücü başına reel katma değer üretimi % 87.4 artış göstermiş, buna karşın, reel ücret gelirleri 1996 itibarıyla, 1980’deki düzeyine ancak ulaşmış, formel işgücü istihdamının da dönem boyunca toplam olarak ancak % 31.8 oranında artış sağlanmıştır (Yeldan, 2001:66).
Gürsel ve Ulusoy'a (1993) göre; ithal ikamesinin bir gereği olarak ekonomilerini yüksek koruma duvarlarıyla çeviren ülkeler, negatif ya da düşük ücret artışları ile yetinmekte ve aynı zamanda, bu ülkelerdeki istihdam artışları düşük kalmaktadır (Arjantin’de istihdam artışı negatiftir). Örneğin, Hindistan’da reel ücret artışı ortalama % 2.2 olurken, istihdam artışı da % 2 ile sınırlı kalmıştır. Bu durum, paradoksal gibi görünmektedir. Çünkü, işgücü maliyeti göreli olarak ucuz kaldığında, daha yüksek bir istihdam artışı beklenir. Ancak, işgücü talebini düşük tutan ekonomik mekanizmaların da, özellikle ithal ikameci strateji çerçevesinde geçerlilik kazandığı unutulmamalıdır (Gürsel ve Ulusoy, 1999:31).
Türkiye, 1961-1980 döneminde yıllık ortalama olarak % 3.7’lik reel ücret artışı ve yıllık ortalama % 4.7’lik de istihdam artışı gerçekleştirmiştir. 1970-1990 dönemi dikkate alındığında ise, ücret artışı % 2’ye, istihdam artışı da % 3.3’e düşmektedir. 1961-1980 döneminde, kamu kesiminde yüksek istihdam artışı gerçekleşmiştir. Popülist politikalar nedeniyle, özellikle 1973-1978 arasında kamu kesimi istihdamı adeta patlamıştır. Bu politikayı Türkiye, 1978 yılına kadar süren yüksek dış kaynak transferi sayesinde sürdürebilmiştir.
Türkiye'de, 1980’li yıllarda yapılmak zorunda kalınan strateji değişikliği sonucunda, kamu kesiminde istihdam azalması, reel ücretlerin önce düşmesi (1985 ve 1986’ya kadar), ondan sonra da yükselmesi gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle, Türkiye’nin 1980-90 dönemi reel ücret-istihdam performansı, 1961-1980 döneminden daha kötüdür. Bu durum, ithal ikameci dönemin faturasının 1980’lerden sonra ödenmeye başlandığını göstermektedir. Türkiye’nin, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren makro dengeleri giderek bozulduğundan, ortalama büyüme hızı da düşmüş ve güçlü bir ihracata yönelik sanayileşme stratejisi izlenememiştir (Gürsel ve Ulusoy, 1999:33-34).
Türkiye imalat sanayiinde, reel ücretler ve kar marjları arasındaki ilişki açısından üç ayrı dönem gözlenmektedir. 1980-1984 arasını veren birinci alt dönemde, ekonominin deflasyonist bir trend içinde olduğu görülmektedir. Bu trendde, hem reel ücretler, hem de karlılık oranları durgunluk içine girmiştir. İkinci alt dönemi veren 1984-1988 arasında ise, reel ücretler genel olarak gerileme içine girerken, karlılık oranlarında yeni bir sıçrama söz konusu olmuştur. Yeldan (2001) tarafından klasik birikim süreci olarak nitelendirilen bu dönem, 1989’da reel ücretlerin artışa geçmesiyle son bulmuştur. Ancak, 1989 sonrasında ücretler reel olarak neredeyse iki kat artarken, özel sermaye gelirlerinde bir gerilemenin söz konusu olmadığı, tersine mark-up güvencesiyle özel imalat sanayiinde karlılığın korunduğu görülmektedir. Bu bağlamda, ortalama kar marjları 1989-1993’te % 39.6’ya, 1994 krizi koşullarında ise % 47’ye fırlamıştır.
Devlet İstatistik Enstitüsü verilerine göre, imalat sanayi reel emek üretkenliği gerek ücret gelirlerini, gerekse de ücret maliyetlerini büyük ölçüde aşmaktadır. Emeğin üretkenliğindeki artışın, reel ücret maliyetleri üzerinde olması ise, kar marjlarında dönem boyunca yaşanan yükselmeleri vermektedir.
1980-1997 dönemi boyunca kar marjlarındaki artışın ücretli-emek açısından izdüşümü, ücretlerin sektörel katma değerden aldığı payın giderek gerilemesi anlamına gelmektedir. 1980 ve 1997 yılı verileri doğrudan karşılaştırma yoluna gidilirse, ücret maliyetlerinin katma değer içindeki payının imalat sanayiinin 28 alt-sektöründen, 26’sında gerilemiş olduğu görülmektedir (Yeldan, 2001:83).
Dışa açılma süreciyle birlikte Türkiye imalat sanayiinde sektörel tekelleşme oranlarının arttığını söylemek olasıdır. Tekelci yapıların sermaye kesimine sağladığı olanak ise, mark-up tipi fiyatlama yoluyla maliyet artışlarının nihai tüketiciye yansıtılmasıdır.
Dostları ilə paylaş: |