Anayasa’nın maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir



Yüklə 0,62 Mb.
səhifə1/10
tarix04.11.2017
ölçüsü0,62 Mb.
#30599
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

Anayasa’nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir.

Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, yargı bağımsızlığı, kanuni hakim güvencesi, yasaların ve idari işlemlerin geriye yürümezliği ve kişilerin hukuki güvenliklerinin sağlanması, yasaların Anayasa’ya ve idari işlem ve eylemlerin hukuka uygunluğunun yargısal denetimi “Hukuk Devleti” idealini gerçekleştirmeye yarayan araçlardır. Kişilerin, devlete güven duymaları, maddî ve manevî varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir.

Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Örneğin hukuk güvenliğinin olduğu bir ülkede, bir sabah kalktığınızda çocuğunuzu gönderdiğiniz okuldan dolayı terörist listesine alınmazsınız. Her ay evinize yakın bankaya yaptığınız fatura ödemeleriniz bir gün karşınıza meslekten ihraç gerekçesi olarak çıkmaz. Devletin kontrolünde ve izni ile açılan bir sendika üyeliğiniz nedeniyle açığa alınmazsınız. Bir gün öncesine kadar heykeli dikilecek ve Başbakan tarafından zırhlı araç tahsis edilecek ölçüde kıymet verilen bir savcı iken, bir gün sonra vatan haini ilan edilmezsiniz. Yine bir gün öncesine kadar kahraman ve destan yazan bir emniyet görevlisi iken bir gün sonra düşmana dönüşmezsiniz.

Cemaat, Camia, paralel yapı, silahlı terör örgütü

17/25 Aralık 2013’ten sonra Türkiye’de bütün bunların hepsi fazlasıyla gerçekleşti. 17/25 Aralık 2013 tarihlerinde bazı bakanların ve bakan çocuklarının da karıştığı iddia edilen büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarından sonra siyasi iktidar, kendisine karşı bir “darbe” olarak nitelediği bu operasyonlarda rolü olduğunu ileri sürdüğü ve o tarihe kadar “Cemaat, Camia” olarak nitelediği  Gülen Hareketini bu kez “paralel yapı” söylemleriyle düşman ilan etti. İktidar partisinin tabanından tavanına kadar kendilerinin de bizzat ilişki içerisinde bulundukları ve tümüyle devletin gözetim ve denetiminde olan bu harekete bağlı veya ilişkili eğitim, sağlık, finans, vakıf/dernek ve sair binlerce kurum da bundan nasibini aldı. “Paralel yapı” söylemi zamanla giderek sertleşti ve yerini “FETÖ/PDY silahlı terör örgütü” kavramına bıraktı. Hukukta hiçbir karşılığı olmasa da iktidar partisi 17/25 Aralık’ın milat olduğunu kabul ederek, bu tarihten sonra Gülen Hareketine bağlı kurumlarla ilişkisi olanları terör suçlusu olarak ilan edeceğini bildirdi. “Yeni Türkiye’nin istiklal mücadelesi” olarak adlandırdıkları bu dönemde, istedikleri adımları atabilme konusunda karşılarında büyük bir sorun daha vardı; bağımsız yargı.

Dönemin Başbakanı Erdoğan 12 Mart 2014 tarihinde Kanal24 televizyonunda canlı yayınlanan bir program esnasında kendisi ile röportaj yapan gazeteci Mustafa Karaalioğlu’nun, Erdoğan’ın 17 ve 25 Aralık operasyonlarından sorumlu tuttuğu ve önceleri kendilerinin de “Cemaat, Camia” olarak hitap ettikleri Gülen Hareketi hakkında yine “Cemaat” tabirini kullanması üzerine sert bir şekilde müdahale ederek “Bak bir defa şu cemaat ifadesini kullanma, örgüt var, niye korkuyorsun, örgüt var, bir hareket olamaz, örgüt var, cemaat de diyemezsin” şeklinde sözler söyledi. Şüphesiz bu sözler yargıya yapılan müdahaleleri ve proje mahkemeler adı verilen yürütmenin güdümünde bir yargı teşkilatı oluşturulmasının perde arkasını sergiler nitelikte.

Proje mahkemeler: Sulh Ceza Hakimlikleri

Dönemin Başbakanı, daha önce “cemaat” adını verdiği Gülen Hareketi hakkında herhangi bir yargı kararı bulunmadığı halde “örgüt” olduğuna hükmetti, süreç içerisinde kamuoyu tarafından bu şekilde algılanmasını sağlamaya yönelik propaganda yapıldı ve sonraki tarihlerde ortaya çıktığı üzere bu algının yargı kararına dönüştürülmesi, yani iddia konusu paralel yapı hakkında “örgüt” kararı verilmesi konusunda proje mahkemeler oluşturulması yoluna gidildi. Bu sonuca ulaşılabilmesinin ancak ve ancak yürütmeye bağımlı bir yargı mekanizması sayesinde mümkün olabileceği, mevcut bağımsız yargı kurumlarının bu amaca ulaşma konusunda engel olduğunun değerlendirilmesi sonucunda, dönemin Başbakanının “bir proje üzerinde çalışıldığı, Sulh Ceza Hakimliklerinin kurulacağı” yönündeki işari beyanlarından da anlaşılacağı üzere, söz konusu amaçları gerçekleştirmek üzere yürütmenin güdümünde bir yargı teşkilatı oluşturmak için yeni arayışlara girişildi.

Adını Erdoğan’ın yukarıda belirtilen söyleminden alan “Proje mahkemeler” planlamasıyla 3 ayaklı bir yargı teşkilatı kurulması öngörüldü:

1- Soruşturma aşamasında karar mercii olarak Sulh Ceza Hakimlikleri,

2- Kovuşturma aşamasında terör ve örgütlü suçlara bakmakla görevli ihtisas mahkemeleri,

3- Temyiz mercii olarak Yargıtay’da yeni bir daire oluşturulması.

28 Haziran 2014 tarihinde yürürlüğe giren 6545 sayılı yasayla Sulh Ceza Hakimliklerinin kurulması ile proje mahkemelerin birinci ayağı tamamlandı. 16 Temmuz 2014 tarihli HSYK kararı ile de bu hakimlikler faaliyete geçirilerek yeni atamalar yapıldı. İddia konusu paralel yapıya yönelik operasyon merkezi olan İstanbul’da, 17/25 Aralık operasyonlarında tutuklanan Reza Zarrab ve diğer zanlılar hakkında tahliye kararı veren hakimlerin sulh ceza hakimi olarak atanmaları dikkatlerden kaçmadı.

Sulh Ceza Hakimliklerine yönelik en önemli eleştirilerden birisi de kapalı devre sistemine sahip olmasıydı. Yani bir sulh ceza hakiminin verdiği karara karşı, numara olarak kendisinden sonra gelen diğer hakimlik nezdinde itiraz edilebiliyor, savcıların verdiği takipsizlik kararlarına karşı yapılacak itirazlar da yine aynı hakimler tarafından incelenip karara bağlanıyordu. Bu şekilde bir üst merci veya mahkeme tarafından yapılacak denetim imkanı ortadan kaldırıldı.

Birinci aşamadaki sulh ceza hakimliklerinin kurulmasından sonra sıra diğer yargı mercilerinin oluşturulmasına geldi. Bağımsız yargıyı ayak bağı olarak gören siyasi iktidar, mevcut mahkemelerin kendi siyasi amaçlarına ve eğilimlerine aykırı karar vermesi ihtimalini nazara alarak yargıyı kontrol altında tutmak için yeni mahkemeler kurma yolunu tercih etti.

İlk hedef HSYK seçimleri

Bunun için ilk hedef 2014 yılında yapılan HSYK seçimlerinin kazanılmasıydı ve HSYK seçimlerine aday listesi çıkarması için Yargıda Birlik Platformu (YBP) kuruldu. Yargıda Birlik Platformu seçim çalışmalarında iktidarın tüm olanaklarını kullanarak şu araçlardan yararlandı: Ücretsiz toplantı odaları ve ulaşım ayarlandı, hakimlere toplantılara katılmaları telkin edildi, bilgi teknolojileri seferber edildi (hakimlerin e-mail adresleri ve telefon numaralarına erişim sağlandı), maaş zammı ve YBP’nin kazanması halinde disiplin soruşturmalarının düşürüleceği vaat edildi. Son olarak, yeni bir oy sayma sistemi kurularak kimlerin YBP’ye oy vermediğini tespit etmek için bölgesel oy sayımı yerine her il merkezinde ayrı ayrı oy sayımı yapıldı. Seçmen iradesini etkileyecek her yol denendi ve nihayet seçim sonucu beklentilere uygun çıktı; YBP HSYK’da net bir çoğunluk elde etti. Bu sonuç bugün gerçekleştirilmekte olan tasfiyeleri kolaylaştırdı.

Proje Mahkemeler’in devamı olarak ‘Görevli İhtisas Mahkemeleri’

Diğer yandan proje mahkemelerin devamı olarak ikinci aşamada terör suçlarına bakmakla görevli ihtisas mahkemeleri kuruldu. Bazı Ağır Ceza Mahkemelerine terör suçlarına bakma görevi verildi ve bu mahkemelerin başkan ve üyeleri yeni oluşan HSYK tarafından değiştirilerek bu yöndeki yapılanma da tamamlanmış oldu.

Son olarak üçüncü aşamada temyiz mercii olan Yargıtay’a da müdahale edildi. TBMM’de çoğunluğa sahip iktidar tarafından Yargıtay Kanununda değişiklikler yapılarak Yargıtay’da yeni daireler oluşturuldu ve bu dairelerin görev dağılımı konusunda yeni düzenlemeler getirildi. Bu arada HSYK tarafından Yargıtay’a 144 yeni üye atandı. Öteden beri terör suçlarına bakmakta olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin bu görevine son verildi. Bütün bu müdahaleler sonucunda yeni oluşturulan 16. Ceza Dairesi terör suçlarına bakmakla görevlendirildi.

Bu şekilde proje mahkemeler tüm safhalarıyla birlikte oluşturularak harekete geçirildi. “Paralel yapı” iddialarından sonra, hukuka/seçimlere müdahale edilerek kurulması, üyelerinin seçilme ve atanma biçimleri, yürütme organları karşısında bağımsızlık ve tarafsızlıklarını koruyamama hususunda taşıdığı şüpheler göz önüne alındığında doğal hakimlik ilkesine tamamen aykırı olan bu mahkemeler nihayet kısa zaman içerisinde yürütmenin güdümü altında, siyasi saikle hareket eden kurumlara dönüştü ve muhalifleri sindirme ve yok etme aracı olarak kullanılmaya başlandı.

Artık siyasi iktidarın toplumun herhangi bir kesimi veya muhalif gördüğü kimseler hakkında bir delil olsun veya olmasın, faaliyetleri suç oluştursun veya oluşturmasın “terör örgütü” kararı aldırmasında veya herhangi bir suçtan tutuklama kararından başlayarak mahkumiyete varıncaya kadar istediği herhangi bir kararı temin etmesinin önünde hiçbir engel bulunmamakta.

Allah’ın lütfu’ 15 Temmuz kalkışması

Siyasal iktidarın bu şekilde Devletin tüm imkanlarını kullanmasına rağmen, Gülen Hareketi’ni terör örgütü gösterme ve kabul ettirme çabaları kamuoyunda tam olarak karşılık bulamadı. Gülen Hareketi’ne bağlı herhangi bir kurumdan bir şekilde istifade eden veya faaliyetlerine katılan insanlar 40-50 yıldır tanıdıkları bu kimselerin terör örgütü olduğuna inanmak istemedi. Gerçekten de 15 Temmuz’dan sonra 100 binden fazla insan gözaltına alındığı halde bir tek çakı bıçağının bile ele geçirilmemiş ve silahlı bir eylemlerine rastlanmamış olmasından da anlaşılacağı üzere iktidarın bu hareketi silahlı terör örgütü gibi göstermesi için elinde hiçbir argüman yoktu.

Bu konuda oldukça zorlanan iktidarın imdadına bilahare “Allah’ın lütfu” olarak niteledikleri (gerçekte faili meçhul olan ve her nedense iktidar tarafından da faili bulunmak istenmeyen) 15 Temmuz kanlı darbe girişimi yetişti. Darbe girişiminin daha ilk dakikalarından itibaren başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, tüm iktidar mensupları ve akabinde Savcılıklar ve HSYK yetkilileri, olaya ilişkin yargılama yapıp kesin hüküm vermişçesine hep bir ağızdan Gülen Hareketini suçladı. Kendileri tarafından da itiraf edildiği üzere normal yasal koşullarda yapılamayacak olan mala mülke el koymalar, kamu kurumlarından ihraç ve tutuklamalar, bu dönemde ilan edilen OHAL sürecinde çıkarılan KHK’ler ile sıradan bir şekle büründü.



KHK rejimine hoş geldiniz…

15 Temmuz sonrasında artık iktidarın muhalif gördüğü herhangi bir kimsenin iddia konusu FETÖ/PDY üyeliğinden veya başka herhangi bir suçtan tutuklanmasının, mal varlığına el konulmasının önünde hiçbir engel kalmadı. O kadar ki, Fethullah Gülen ile aynı fotoğraf karesinde yer alması nedeniyle Doğan Holding Ankara İdari Temsilcisi Barbaros Muratoğlu’nun, MİT tırları ile ilgili haber yapan ve 17 Aralık savcısı Celal Kara ile röportaj gerçekleştiren Cumhuriyet Gazetesi yazarı Can Dündar’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat açılışında bulunduğu Bank Asya’dan kredi çeken gariban esnafın, TBMM eski Başkanı Bülent Arınç’ın her sene katıldığı Türkçe olimpiyatlarında Gülen Okullarına övgüler dizmesinden etkilenerek çocuğunu bu okullarda okutan sıradan vatandaşın, iktidarın sopasına dönüşen proje mahkemelerden kendini kurtarması, bu bağlamda; sulh ceza hakimi tarafından terör suçundan tutuklanması, daha sonra terör suçuna bakan ağır ceza mahkemesinden mahkumiyetine hükmedilmesi ve son olarak temyiz mercince verilecek onama kararı ile artık bir terör hükümlüsü haline gelmesi mümkün hale geldi.

Nitekim başta Sulh Ceza Hakimlikleri olmak üzere proje mahkemelerin faaliyete geçtiği tarihten beri vermiş oldukları kararların pek çoğu tartışma konusu olmuştur. Özellikle Cumhurbaşkanına hakaret (TCK.299), silahlı örgüt (TCK.314), hükumete darbe (TCK.312), siyasi ve askeri casusluk (TCK.328) gibi suçlardan verilen tutuklama ve diğer tedbir kararlarının neredeyse tamamının tartışmaya neden olduğu, muhalif kesimleri susturmaya, sindirmeye ve yok etmeye yönelik olarak, yürütme organlarının etkisi altında ve siyasi saikler, siyasi ve konjonktürel gelişmeler gözetilerek karar verilmiş olduğu yönünde ciddi bir kanaat oluştuğu görülmektedir.

Yargı üzerinde, yürütmenin etkisi altında bulunan ve hatta yürütmeye bağlı bir kurum gibi faaliyet gösteren HSYK marifetiyle oluşturulan baskı ortamı, farklı dönemlerdeki örnekleriyle kıyas kabul edilemez oranda artmış ve bu sistem içerisinde tamir edilemez boyutlara ulaşmıştır. Bugün yürütmenin ve yürütmenin etkisi altındaki HSYK’nın istemediği biçimde karar vermek ve yargı bağımsızlığından söz etmek mümkün değildir. Ne yazık ki bu manzara artık hukuk devletinin bittiğinin de resmidir.

]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]]

YÜKSEK YARGI KARARINI VERDİ: BİLMİYORUM AMA PARALEL YAPI YAPTI [TARIK ÇETİN – HUKUKÇU]

9 Kasım 2016 günü yayınlanan AB Türkiye İlerleme Raporu, iktidarın yanı sıra, yürütmeye bağlı bir çizgide faaliyetlerine devam ettiği gözlenen Yargıtay’ın da hoşuna gitmemiş anlaşılan. Yargıtay Başkanlığı, 21 Kasım’da yayınladığı basın açıklamasında, başta “temel insan hakları”, “demokrasi”, “hukukun üstünlüğü” ve “yargı bağımsızlığı” olmak üzere çeşitli konularda Türkiye’ye yönelik ciddi eleştiriler getiren söz konusu raporun içeriğinde gerçeklerle bağdaşmayan yorumlara yer verildiğini ileri sürerek “kamuoyunu doğru bilgilendirmek” amacıyla açıklamalarda bulundu. Ancak “merdi kıpti şecaat arz ederken sirkatin söyler” misali, Avrupa’ya haddini bildireyim derken, yeni hukuk cinayetlerine imza atmaları, bir hukuk adamına yakışmayacak tarzda iktidar ile söylem birliği içerisinde masumiyet karinesini ve hukukun temel ilkelerini hiçe saymaları, eleştirdikleri raporun ne derece yerinde tespitler içerdiğini gözler önüne seriyor aslında.

Yargıtay Başkanlığı, 15 Temmuz olayını “FETÖ/PDY Terör Örgütü üyesi teröristler tarafından demokrasimize ve hukuk devletine karşı yapılan darbe girişimi” olarak niteliyor. Yargının en tepesindeki kurum bir cümle içerisinde birden fazla hukuk cinayeti işlemekten kendisini alamamış. Bir hukuk adamının iddialara, soyut söylemlere ve ön yargılara göre konuşma lüksü olabilir mi? Böyle bir konuda konuşan, topluma mesaj veren bir hukuk adamı belgelere dayanmak zorunda değil midir? İddia konusu “FETÖ/PDY Terör Örgütü” hakkında kesinleşmiş bir yargı kararı var da, bizim mi haberimiz olmadı? Peki 15 Temmuz’un failinin, hakkında yargı kararı olmayan bu “örgüt” olduğuna hangi ara karar verdiniz, ne zaman yargılama yaptınız ve ne zaman kesin karara ulaştınız? Bir terör örgütünden söz edebilmek için o örgütün kesinleşmiş yargı kararı ile terör örgütü olarak kabul edilmesi gerektiğini bilmiyor olamazsınız.

Yargıtay Başkanlığı bununla da yetinmiyor ve basın açıklamasının devamında bakın ne diyor: “…FETÖ/PDY terör örgütü tarafından sahte belge ve dijital delil üretilmesi, gizli tanıklık, yasa dışı dinleme ve teknik takip gibi koruma tedbirleri aracılığıyla bir kısım hâkimlerin ve Cumhuriyet savcılarının hukuku bir silah gibi kullandıkları, diğer güçlü delillerin yanı sıra bu örgüte mensup hâkim ve Cumhuriyet savcılarının yazılı, görsel ve sosyal medyada da kolaylıkla ulaşılabilecek itiraflarından açıkça anlaşılmaktadır.”

Hukuk cinayeti demek yeterli olmuyor artık, çünkü ard arda seri cinayetler söz konusu. Bahsettiğiniz bütün bu konularda elinizde kesinleşmiş bir yargı kararı olmadığı halde konumunuzun gereklerini de hiçe sayarak nasıl bu kadar emin konuşabiliyorsunuz? “Örgüte mensup hakim ve Cumhuriyet savcıları” öyle mi? Kim onlar, örgüt mensubu olduklarına hangi mahkeme karar verdi, neye dayanarak bunu söyleyebiliyorsunuz? Yargılama süzgecinden geçmemiş ve mahkemede ikrar edilmemiş “itiraf” adı altındaki beyanlara kesin hüküm nazarıyla bakmanız ise yine ayrı bir hukuk cinayeti. Hakim ve savcıların, itirafçı olmaları için hücreye konulup tecrit edildikleri, OHAL var denilip yakınlarıyla ve avukatlarıyla görüştürülmedikleri, kalem/kağıttan yiyeceğe varıncaya kadar ihtiyaçlarının sağlanmayarak işkence edildiği, itiraf adı altında sonradan alınan ifadelerin maddi ve manevi baskı ortamında alındığı gibi hususlar belki dikkatinizden kaçmış olabilir (!) ancak gizlilik kararı olan, sanık ve avukatlarına dahi bilgi verilmeyen dosyalarda mevcut ifadelerin “yazılı, görsel ve sosyal medyada kolaylıkla ulaşılabiliyor” olmasını sorgulamamış olmanıza ne demeli?



Mesele aslında bu kadar açık ve net

Hukuku ayaklar altına almanızdan sonra kalkıp AB’ne ders verircesine: “Mesele bu kadar açık ve net iken, Raporda bu konudaki tespitlere yer verilmemesi ve bu yapının bir terör örgütü olduğunun kabul edilmemesi üzüntüyle karşılanmıştır.” demeniz karşısında eminim AB yetkilileri ne kadar haklı olduklarına kanaat getirmiş, bu modern çağda sahip olduğunuz hukuk anlayışınız ve yargısız infaz kabiliyetinizin yüksekliği karşısında hayret ve üzüntülerini gizleyememişlerdir. Ne diyelim, gerçekten içler acısı bir durumla karşı karşıyayız.

Şimdi kalkıp da mesleğinin zirvesine ulaşmış bu yargıçlara, Anayasa’nın 38/4. maddesinde geçen “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz.” ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/2. fıkrasındaki; “Hakkında suç isnadı bulunan bir kimse, hukuka göre suçlu olduğu kanıtlanıncaya kadar masum sayılır.” hükümlerinde mevcut en temel insan haklarından biri olan “masumiyet karinesini” hatırlatmak hicap duyulacak bir durum gerçekten.

Sözün burasında yargı etiği ilkelerinden bazılarını tekrar hatırlatmakta da fayda var sanırım; “Hâkim, genelde toplumdan, özelde ise karar vermek zorunda olduğu ihtilâfın taraflarından bağımsızdır. Hâkim, yasama ve yürütme organlarının etkisi ve bu organlarla uygun olmayan ilişkilerden fiilen uzak olmakla kalmayıp, aynı zamanda öyle görünmelidir de. Tarafsızlık, yargı görevinin tam ve doğru bir şekilde yerine getirilmesinin esasıdır. Bu prensip, sadece bizâtihî karar için değil aynı zamanda kararın oluşturulduğu süreç açısından da geçerlidir. Hâkim, önündeki bir dava veya önüne gelme ihtimâli olan bir konu hakkında, bilerek ve isteyerek; yargılama aşamasının sonuçlarını veya sürecin açıkça âdilânelik vasfını makul ölçüler çerçevesinde etkileyecek veya zayıflatacak hiçbir yorumda bulunmamalıdır. Ayrıca hâkim, her hangi bir şahsın ya da meselenin âdil yargılanmasını etkileyebilecek alenî olsun veya olmasın her hangi bir yorum da yapmamalıdır…” Meseleye bir de bu ilkeler ışığında bakınca, yargının tepesinde bulunan bir kurumun, söz konusu davaların önüne gelmesi muhakkak olan bir konu hakkında ve ilk derece mahkemelerini etki altına alacak tarzda böylesine pervasız davranmaları kabul edilemez bir durum.

15 Temmuz akşamı Türkiye lanetle karşılanacak bir olaya şahit oldu. Olayın gelişimi herkesin malumu. Kısaca belirtmek gerekirse; Bir yaz günü, saat 22.00 sıraları, insanlar uyanık ve sokaklarda, bir grup asker Boğaziçi Köprüsünün bir yönünü trafiğe kapatmış. Bir süre sonra TRT ve CNNTÜRK yayınlarına 5-10 askerle müdahale edilmiş. Ancak hiçbir iktidar mensubuna dokunulmamış, değişik TV kanallarında canlı yayınlara katılıyorlar ve korkusuzca “fail FETÖ’dür” deyip insanları sokağa davet ediyorlar vs.

Peki 15 Temmuz’un faili gerçekte kim?

Olayın hemen başında siyasilerin bütün kin ve nefretleriyle “FETÖ/PDY” deyip işaret ettikleri (AB Raporundaki tabirle) Gülen Hareketi mi? Savcılar ve HSYK, maddi gerçeği araştırmak yerine hemen olay anında ve ertesi gün bu söyleme nasıl, hangi delille itibar edebildiler?

Olay hakkında pek çok soru işareti vardı ve bunlar çeşitli mahfillerde soruldu ve sorulmaya devam edilmekte. Yukarıda sözü geçen basın açıklamasında “fail FETÖ’dür” diyen Yargıtay Başkanlığına, “15 Temmuz’da bu örgütün silahlı bir örgüt olduğu ortaya çıktı” diyen HSYK üyelerine ve diğer tüm iddia sahiplerine burada kendi mesnetsiz argümanlarıyla sormak isterim: “40 yıldır Devletin tüm kurumlarına sızan, kumpaslar kuran, 14 yıldır ülkeyi yöneten iktidar dahil herkesi kandırmış olan, 160’a yakın ülkede örgütlenen, tutuklanan ve ihraç edilen general ve subay/astsubay sayılarına göre ordunun yarıdan fazlasını kontrol ve hareket ettirme kabiliyeti bulunan, son derece sinsi ve profesyonel bir örgüt, ülke geçmişinde darbe tecrübesi de bulunduğu halde, nasıl oluyor da böyle başarısız bir girişime imza atıyor? Çizdiğiniz tabloya sahip bir örgütün bir darbe kalkışmasından başarısız çıkma ihtimali olabilir mi?

Aslında faili meçhul olan ve siyasi irade tarafından gerçek faili de bulunmak istenilmeyen bu olayın faillerini tespit etmek için sorulacak birinci soru “bu olayın kimin işine yaradığı” dır ki, bu sorunun cevabı herkesin malumu. İkinci olarak, güya darbeden haberdar olmadıkları halde 16 Temmuz sabahında ellerinde başta TSK ve yargı olmak üzere tüm kurumlarda tasfiye edilecek, göz altına alınacak kimselere ilişkin listelerle ve KHK metinleriyle hazır vaziyette arz-ı endam eden kimselerin bu olayın gerçek failleri hakkında bilgi sahibi olabilecekleri asla gözden uzak tutulmamalıdır.

Nitekim ünlü Alman dergisi FOCUS’ta 24 Temmuz’da yayınlanan; “Darbe çatışmasının başlamasından yarım saat sonra İngiliz istihbarat kurumu GCHQ, Türk Hükümetinin telefon, e-mail ve yazılı yazışmalarını yakaladı. Bu yazışmaların içeriğinde şu bilgiler geçiyor: “Yarın temizlik (tasfiye) operasyonları başlatılsın ve darbenin baş yöneticisi Gülen ilan edilsin!” şeklindeki haberde de aynı noktaya işaret edilmektedir.

Aklını siyasi iradeye kiraya vermemiş olan her insan bu olayın bilinen bir darbeye benzemediğini, ardında başka hesaplar ve senaryolar bulunduğunu düşünmekte ve gün geçtikçe bu durum daha da netleşmektedir. Bu olay üzerindeki şüpheler her geçen gün artmasına karşın, başta HSYK ve yüksek yargı temsilcileri  her nedense baştan beri siyasilerle söylem birliği içerisinde ve konumlarını da hiçe sayarak failin “FETÖ/PDY” olduğunu söylemekten çekinmemektedirler.



Ergenekon yargılamalarında bunlar yapılmadı

Çok yakın geçmişte Ergenekon yargılamalarını da gördü Türkiye. Bugün bu şekilde yargısız infazda bulunan ve masumiyet karinesini ayaklar altına alan yargı mensuplarının aksine, Ergenekon davasına bakan mahkeme “Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ)” denilerek bu hataların işlenmesinin önüne geçmek için duruşmada “iddia konusu Ergenekon Terör Örgütü” denilmesi konusunda ara kararı almıştı, o tarihten sonra her yerde ve her metinde bu ibare kullanıldı. Yine hiçbir mahkeme “iddia konusu ETÖ” propagandası yapmak suçundan açılan davalarda mahkumiyet kararı vermedi, ana davanın sonuçlanması beklenildi. Hatta “ETÖ” hakkında terör örgütü olduğuna ilişkin bir yargı kararı olmadığı gerekçesiyle beraat kararı verenler bile oldu. Bir de şimdiki duruma ve seviyeye bakın. Eleştirdiğin bir hususta daha kötüsüne imza atmak ve eleştirdiklerinin dahi gerisine düşmek ne korkunç bir sükut değil mi?

Yargı mensuplarının, “bilmiyorum ama paralel yapı yaptı” diyen vatandaştan bir farkınız olması gerekmez mi?

[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[



Bu yazıyı 15 Temmuz sonrası soruşturulan herkes okusun…

15 Temmuz darbe girişimi ve Olağanüstü Hal (OHAL) ilanı sonrasında kamuoyu FETÖ tutuklamalarının kaç bine ulaştığı, haksızlığa uğrayan mağdurların ne tür başvuru yollarının olduğu gibi konulara odaklanmış durumda. Bu bilgi kirliliğinde, ‘OHAL’ ilanının meşruiyeti’ meselesi kendine gündemde yer dahi bulamadı. Darbe teşebbüsü sonrasında FETÖ’yle mücadelede konjonktürel olarak en üst düzey kamuoyu desteği yakalayan ve özgüven tazeleyen iktidarın, OHAL’in meşruiyetini sorgulatmama konusunda taktiksel olarak başarılı olduğu kuşkusuz. Ancak, Anayasada çerçevesi net biçimde çizilmiş olan OHAL’in varlık koşulları gerçekten mevcut mu? OHAL’le ilgili hükümler 15 Temmuz darbe girişimiyle alakasız şekilde bütün ‘milli güvenlik’ meselelerine teşmil edilebilir mi?

1) Bakanlar Kurulu 20/07/2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı kararıyla, Anayasa’nın 120. maddesi ile 2935 sayılı kanunun 3. maddesine dayanarak OHAL ilan etmiştir. Burada haklıdır ancak dikkatlerden kaçan çelişkiler ağı da tam burada başlamaktadır. Darbe girişimi saatler içerisinde püskürtülmüş, darbeye kalkışan kişiler kolluk kuvvetlerince yakalanmıştır. Anayasal düzenin yeniden tesis edildiği, hükümetin yönetimdeki kontrolü tamamıyla sağladığı aynı gün resmi olarak açıklanmıştır. Diğer bir ifadesiyle OHAL, olağanüstü hali gerekli kılan somut olgu ve maddi gerçeklerin ortadan kalkmasından ve kamu düzeninin bütünüyle tesis edilmesinden altı gün sonra ilan edilmiştir.

2) Hâlbuki Anayasa’nın 120. maddesi ile 2935 sayılı Kanunun ilgili maddelerinde, OHAL’in ancak ve ancak ‘doğal afet’, ‘tehlikeli salgın hastalık’, ‘ağır ekonomik bunalım’ veya ‘yaygın şiddet hareketlerinin’ varlığı durumlarında ilan edileceği kaydedilmiş. Sözkonusu mevzuata açıklık getiren Anayasa Mahkemesinin 05.03.1992-21162 sayılı kararında ise “olağanüstü yönetim usullerine, iç karışıklık, ayaklanma, savaş tehlikesinin baş göstermesi, savaş hali, doğal afet, ağır ekonomik bunalım ve bunlara benzer nedenlerle devletin ve toplumun güvenliğini büyük ölçüde sarsan durumlarla karşılaşıldığında başvurulur” ifadesine yer verilmiştir.

3) Bununla birlikte, Anayasa’nın ilgili maddelerinin gerekçeleri ile Danışma Meclisi görüşmesi tutanaklarında, OHAL rejiminin amacının devam eden şiddet olaylarını bastırmak veya yayılmasını önlemek üzere olağanüstü tedbirler alınması olduğu mükerreren ve tereddüde yer bırakmayacak şekilde kaydedilmiştir. Diğer bir ifadesiyle, yaygın şiddet olaylarının son bulduğu ve kamu düzenini ciddi şekilde bozabilecek şiddet olaylarına ilişkin ciddi belirtilerin de mevcut olmadığı bir durumda OHAL’in ilan edilmesinin mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Anayasa’yla çizilmiş OHAL çerçevesi dışında kalan olgu ve olaylarla mücadele ne kadar ciddi boyutta olursa olsun ve milli güvenlik bakımından ne derece büyük tehdit arz ederse etsin, yaygın şiddet olaylarına mevcudiyet vermediği takdirde olağanüstü hal sebebi sayılamayacaktır.

4) OHAL’in sebep unsurunun sakatlığının diğer bir göstergesi, Hükümetin OHAL’in ilanından sonra halkı sokaklara inmeye teşvik etmeye devam etmesidir. Bu çağrı, olağanüstü halin bulunmadığının dolaylı olarak ilanıdır. Hâlbuki yaygın şiddet olayları sebebiyle alınacak tedbirlere ilişkin OHAL Kanunun 11. maddesinde ilk iki bendinde “sokağa çıkmayı sınırlamak veya yasaklamak” ve “belli yerlerde veya belli saatlerde kişilerin dolaşmalarını ve toplanmalarını, araçların seyirlerini yasaklamak” ifadeleri yer almaktadır. Demek ki sözkonusu OHAL gerçekte devam eden yaygın bir şiddet hareketliliği bulunmadan ilan edilmiştir.

5) OHAL’i tavsiye eden 498 sayılı MGK tavsiye kararına ilişkin yapılan açıklamada ‘darbe girişiminde bulunan terör örgütünün tüm unsurlarıyla ve süratle bertaraf edilebilmesi’ amacına dikkat çekilmiştir. Esasında bu açıklamada, darbe girişiminin bastırıldığı, yaygın şiddet olaylarının bertaraf edildiği ve anayasal demokratik düzenin yeniden tesis edildiği dolaylı olarak ifade edilerek, OHAL’in esas amacının faillerin cezalandırılması olduğu dile getirilmektedir. Hâlbuki terörle mücadele – kamu düzenini bozan yaygın şiddet olayları son bulduğu takdirde – olağan dönem kanunlarının ve terörle mücadele yasalarının konusudur.

6) Sebep unsurunun yanı sıra, amaç ve kapsam öğeleri bakımından da mevcut OHAL’in Anayasal sınırların tamamıyla dışına çıktığı görülmektedir. İlgili OHAL KHK’ların metinleri sırasıyla incelendiğinde, söze ‘darbe teşebbüsüyle mücadele’ ibaresiyle başlandığı görülmekte, ardından ‘terörle mücadele’, ‘milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen FETÖ/PDY’yle mücadele’ gibi genel ifadelere yer verilmekte ve nihayetinde ‘milli güvenliğe karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplar’ ibaresine yer verilmek suretiyle somut gerçekten ve maddi olgudan bütünüyle sapılmaktadır. Sanki “ülkenin yarısı 15 Temmuz’da darbe planladı” gibi bir hava oluşturulmakta ve bu bahaneyle ‘göze kestirilen’ herkes tasfiye edilmektedir.

7) Tamamen istisnai bir rejim olan OHAL sürecinde tümüyle belirsiz, sübjektif ve hukuksal çerçevesi de muğlâk ‘milli güvenliğe aykırı oluşumlar’ kavramı üzerinden de jure kapsamınının genişletilmesi anılan KHK’ları bütünüyle hukuksuz kılmaktadır. AYM’nin mezkûr kararında, “olağanüstü halin gerekli kıldığı konular, olağanüstü halin neden ve amaç öğeleriyle sınırlıdır. İlân edilmiş olan olağanüstü halin nedeni, şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin bozulmasıdır. Olağanüstü halin amacı, neden öğesiyle kaynaşmış bir durumdadır. Bu tür KHK’lerle yalnızca olağanüstü hal ilânını gerektiren nedenler gözetilerek bu nedenlerin ortadan kaldırılması için o duruma özgü kimi önlemler alınabilir” ifadesine yer verilmiştir. Keza Anayasanın 120. maddesi, tasarının Danışma Meclisi Genel Kurulundaki görüşmesinde çıkarılacak KHK’lerin, OHAL ilanını gerektiren nedenler dikkate alınarak onların ortadan kaldırılmasına yönelik olacakları ve olayla sınırlı oldukları konusunda görüş birliği dikkat çekmektedir.

8) Bununla birlikte, anılan KHK’lar ‘milli güvenliğe tehdit’ koşuluyla de yetinmemiştir. Milli güvenliği tehdit ettiğine karar verilen grup, oluşum veya yapılara üyeliği, mesubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu değerlendirilen kişi ve kurumları hedef alacak şekilde konusu genişletilmiştir. Bu ibarenin olağan dönem ceza yasalarının kapsam ve konusunu aşar nitelikte olduğunu ifade etmek gerekir. Son derece sübjektif, niyet okumaya varan, muğlâk ve yorum açık ifadeler barındıran sözkonusu ibare, idareye Türkiye nüfusunun yarıdan fazlasını keyfi bir değerlendirmeyle ‘milli güvenlik tehdidi’ ilan etme yetkisi vermektedir. Cemaat okullarında eğitim görmüş, sivil kurumlarında herhangi bir etkinlikliğe katılmış, evlerinde ya da yurtlarında kalmış, burs, kurban veya deri bağışında bulunmuş milyonlarca kişi ve bunların aile bireyleri, yakınları ve arkadaşları da bir şekilde bu yapıyla irtibatlı kabul edilebilir.

9) Diğer taraftan, sözkonusu KHK’larının yazım biçimi on milyonlarca insanı kapsamına alabilecek bir teknikle kaleme alınmışken, sözkonusu hükümlerin yalnızca belirli kişiler hakkında işletilmesi ve kalan büyük gruba dokunulmaması daha büyük soru işaretlerini akla getirmektedir. Öyleyse bu KHK’lar suçtan suçluyu bulmayı değil, suçlu ilan edileceğine karar verilmiş kişiler için geniş bir suç tanımı oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu durum, Orta Çağ hukuk anlayışının da gerisine gidildiğinin açık bir göstergesidir.

10) Bir an, Anayasanın yaygın şiddet olaylarına sebebiyet veren kişi ve kurumlarla mücadeleyi OHAL ilan etme gerekçesi kabul ettiğini varsayalım. Bununla birlikte, darbe teşebbüsüne katılmış olup, yakalananların dışında TSK içerisinde mevcudiyetini sürdüren ‘FETÖ’ mensuplarının yeni bir darbe girişiminde bulunabileceği yönünde şüphe bulunduğunu gerçek ve maddi bir vakıa kabul edelim. Bu ihtimalde dahi güvenlik güçleri dışındaki öğretmenlerin, akademisyenlerin, iş adamlarının ve sporcuların OHAL kapsamında görevden ihraçları, soruşturulmaları ve kovuşturulmalarının hukuki izahatı bulunmamaktadır. Kaldı ki bu tedbirler, darbenin sivil ayağına ilişkin somut delillere ulaşılamadığının Başbakan tarafından bizzat itiraf edildiği dönemde uygulanmaktadır.

11) OHAL’e ilişkin Anayasa hükmüyle ilgili Danışma Meclisi tutanakları incelendiğinde, OHAL’in ‘geçiciliği’ hususunun tüm taraflarca fikir birliği ile vurgulandığı görülmektedir. Ancak mevcut KHK’lar, bunun aksine, konjonktürü fırsat bilerek oldu bittilerle mutlak sonuç almaya yöneliktir. Hiçbir hukuki güvence ve adil süreç işletilmeden yüzbine yakın memurun KHK’yla görevinden ihraç edilmesi ve tekrar kamu görevine girmelerinin yasaklanması en iyimser tabirle yangından mal kaçırma, daha gerçekçi ifadesiyle öç alma saikiyle kaleme alınmıştır.

12) OHAL’in süresinin 90 gün daha uzatılması Anayasa’daki güçler ayrılığı ilkesinin rafa kalktığının ve olağanüstü Anayasal düzenin ‘olağanlaştığının’ açıktan ilanıdır. Şartları oluşmadan ilan edilen bir OHAL süreci fiili yasama gaspını sonuç vermektedir.

13) Diğer yandan, bağımsız yargının ve ceza hukukun temel işlevi suçlu ve suçsuzu ayırt etmektir. Yürütme organını mevcut KHK’larla bu görevi de üstlenmiş, dilediği yapıyı terör örgütü ilan etme, arzuladığı kişiyi de bu grupla irtibatlandırma yetkisini kendinde toplamıştır. Kaldı ki, aldığı kararları da yargı denetiminden kaçırmak suretiyle mutlak yasama ve yargı gaspını gerçekleştirmiştir.

[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[



NOT: 15 Temmuz’dan sonra işini kaybeden bir hukukçudan gelen metni, yazarın güvenliği gerekçesiyle isimsiz olarak yayınlıyoruz. (TR724)

Birkaç gündür havuz medyasında ‘itirafçı HSYK üyeleri’ haberlerinden geçilmiyor. Başta Hürriyet olmak üzere bu itiraflar çarşaf çarşaf yayınlanıyor. ‘Yargıdaki Cemaat yapılanmasının boyutları’ gerilim müziği eşliğinde okurların zihnine kazınıyor.

Öncelikle etkin pişmanlık  hükümlerinden yararlanan HSYK üyeleri ile hakim ve savcıların basına yansıyan itiraflarını “eski bir yargı mensubu gözüyle” objektif bir şekilde değerlendirmek isterim.


Yüklə 0,62 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin