Anayasa’nın maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir


GÖZLER LATİF ERDOĞAN VE KEMALETTİN ÖZDEMİR’İ ARIYOR



Yüklə 0,62 Mb.
səhifə6/10
tarix04.11.2017
ölçüsü0,62 Mb.
#30599
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10

GÖZLER LATİF ERDOĞAN VE KEMALETTİN ÖZDEMİR’İ ARIYOR

Savcı, hemen bütün dini akımlarda olan ve Risale-i Nur camiasında öne çıkan ‘şefkat tokadı’nı iddianameye almış, ne alaka ise… “14-) Şefkat Tokadı; Örgüte göre, kötü iş yapan (genellikle abi veya ablanın talimatına uymakta ihmal gösteren) kişinin tanrı tarafından bir kötülükle ikaz edilmesidir.” Bu suç ise literatürü oluşturan Bediüzzaman’dan işe başlamak lazım. Kemalettin Özdemir ve Latif Erdoğan’a sorsalar Onuncu Lema’dan kendisine ders yaparlardı. Sahi bu isimler neden sanıklar arasında yok? “Örgütü birlikte kurduk yönettik” demiyorlar mı? Kermes yapan kadınlar içeride onlar dışarıda; adalet bu mu? Kimse etkin pişmanlık demesin, Yargıtay içtihatları aksini söylüyor. Kaldı ki Erdoğan ve Özdemir tard edilmek ve Cemaat’te hak ettikleri makamları alamamaktan şikayetçiler!



KAFALAMA SUÇU!

İddianamenin en absürt bölümü ‘kafalama’ başlığı. Bir hukuk metninde böyle bir bölüm ve suçlama olabilir mi?

Kafalama; Örgütle organik bağı olmayan bir kişinin, şirin gözükerek kendine bağlaması, sempatizan hale getirmesi veya himmet vermeye razı hale getirilmesidir. İşadamı kafalanırsa örgüte para veya mal varlığı vererek himmet öder, öğrenci kafalanırsa örgüte ilerde kazandırılacak üye yetiştirilir.”

Savcı Coşkun, Cemaatin bir adının da ‘altın nesil’ (hani yoktu ismi) olduğunu ileri sürüyor. Tanım ise tek kelimeyle muhteşem (!) “F. Gülen bir elinde bilgisayar bir elinde Kur’an olan nesil şeklinde ifade etmektedir.” Savcı üşenmemiş ilgili konuşmayı delil klasörüne de koymuş. Gülen, bir elinde Kuran bir elinde bilgisayar olan nesiller istiyormuş; ne kadar büyük bir cürüm!

Türkiye medyasından kes yapıştır ile yargılama yapıldığını çok gördük, savcı bütün rekorları kırmak istercesine uluslararası basında aleyhte çıkan haberleri de almış. Herhalde 1453 sayfalık İstanbul iddianamesinden geride kalmak istememiş.

Hayal gücü İsmail Uçar kadar geniş olmadığından Habil ve Kabil’e girmemiş. Onun yerine Usa Today’de yayınlanan “Türk İnanç hareketi kongre üyeleri ve çalışanlarının 200 seyahatini gizlice finanse etti” başlıklı yazı ve benzerlerini almış. Delil torbasını doldurmakta zorlandığı anlaşılan savcı, yandaş medyadan kes-yapıştır metoduyla üretilen şikayet dilekçelerini de delil diye eklemiş. Hukuk tekniği açışından şikayete bağlı olmayan suçlamalar için; kasaba arzuhalcisinde yazdırılan “Devleti ele geçirdiler” türü somut suçlama içermeyen metinlere dayanılmaz. Ama çaresizlik insana her şey yaptırıyor.



SAVCIDAN BİLE GİZLİ TANIK

Gazetelerde yazılan şeyleri anlattığı halde, dosyaya esrarengiz bir hava vermek üzere gizli tanık ifadeleri konmuş. Daha komiği isimsiz ihbar mektupları dahi delil kabul edilmiş. Hele ‘bir acılı baba’ mektubu var, evlere şenlik! “şikayet dilekçesinde geçen olayla ilgili somut bir bilgi temin edilemediği, polis memurunun kim olduğunun tespit edilemediği” diye başlayan cümle sıkı durun şöyle bitiyor: “Dilekçenin içerisinde anlatılan olayların örgütlü bir yapıyı gösterdiği anlaşılmıştır.”

Tane tane bir daha söyleyeyim: olay bulunamamış, kişi tespit edilememiş ama anlatılanlar ‘gizli yapıyı’ göstermiş.

Bu arada sanık avukatlarının hukuktan kaynaklanan suç duyurusu ve HSYK’ya şikayet dilekçeleri dahi suçlama konusu yapılmış. Mahkemelere değil de mafyaya mı gitseydi avukatlar!



TECAVÜZCÜ BİLE DİLEKÇE GÖNDERMİŞ

Aynen alıyorum, yoruma gerek yok:

“Soruşturmayı zorlaştıran bir diğer sorun ise kişilerin her şeyi paralel yapıya havale ederek bundan ‘yarar sağlama beklentileri’ olmuştur. Alakası olsun olmasın her olayı paralel yapının işlediği iddia edilerek başvurular yapılmış ve sonuçta soruşturmada gerçekten paralel yapının faaliyeti ile ona atfedilen olayları ayırmak için uzun süren çaba gerektirmiştir. İşlediği suçun sorumluluğundan kurtulmak isteyen cezaevindeki hükümlü ve tutuklulardan birçok gereksiz dilekçe gelmiştir. Mesela 2001 yılında ırza geçmeye teşebbüsten mahkum olan bile bunu paralel yaptırdı diyerek dilekçe göndermiştir.”

Tabi Savcı Bey, bu satırlarla günah çıkartıp “Bakın biz aslında çok titiz soruşturma yapıyoruz” demeye getiriyor bir yandan da.



DELİL YOK AMA HELE BİR SORUN NİYE?

İddianamenin tarihi itirafını savcı şöyle kayıtlara geçirmiş:

“Örgüte karşı yürütülecek soruşturmayı engellemek için FETÖ, bir yandan da kripto elemanlarına hükümet eliyle mevzuat değişikliği yaptırılması için görev vermiş, soruşturmayı güçleştiren her türlü hukuki tedbir el altından alınmıştır. Dosyaların her avukat tarafından görülebilmesi, suret alınması, tutuklama, el koyma ve dinleme gibi delil elde etme yöntemlerinin hiç yapılamaz şekilde zorlaştırılması gibi birçok mevzuat değişikliği yaptırılmıştır. Bu kanuni engeller soruşturmanın seyrini etkilemiş ve delil elde etmek imkânsız hale getirilmiştir.”

“Delil yok diye beni suçlamayın, elimi kolumu siz bağladınız” diyor kısaca. Daha önemlisi AKP içinde yasama faaliyetlerinden sorumlu Adalet Bakanı, Komisyon Başkanı ve grup başkanvekillerini ‘kripto FETÖ’cü’ olmakla suçluyor. Şikayet ettiği şeyler ise asgari hukuk standartları ve hükümet bunları demokrasi paketi olarak sunmuştu.



KİM ÖRGÜTSE ALLAH BELASINI VERSİN!

“Beddua, hiçbir din adamının ağzına yakışmaz. Müslüman bir adamının beddua etmesi rencide edicidir” şeklinde teolojik saptamalar yapan savcı Gülen’e ait şu sözleri aynen almış:

“Kim paralelse Allah onun belasını versin, Allah yedi sülalesini yerin dibine batırsın, kim sülükse Allah onun bin belasını versin, sülüklerin evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın, bizsek yani kim çete ise şayet o çetelerin evlerine Allah ateş salsın, ellerini dizlerine vurdursun, hicran gözyaşı dökmeye sevk etsin, kim örgütse Allah onun belasını versin, kim milletine kötülük yapıyorsa Allah onun belasını versin, kim millet hukuk olarak arpa kadar bir haram yemişse Allah onun yedi sülalesinin belasını versin…”

Savcı Coşkun ‘amin’ demenin suç olup olmadığını yazmamış ama ne olur ne olmaz siz içinizden amin deyin.

[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[

icİNDE TERÖR EYLEMİ OLMAYAN TERÖR İDDİANAMESİ!

Adı iddianame. Konusu bir terör örgütü. Toplam 2268 sayfadan oluşuyor. Şipariş bir dava. Erdoğan’ın yıllar önce “Beni kızdırmasınlar 1 savcı 3 polisle onları terör örgütü ilan ederim” dediği sözün siparişi demek ki.

Büyük bir kısmına baktım. Hukuk fakültelerinde “İşte böyle hazırlamayın denecek bir iddianame”

Açık tanık olarak Hüseyin Gülerce, Latif Erdoğan, Kemalettin Özdemir, Ahmet Keleş, Selim Çoraklı ve Nurettin Veren, Çetin Açar.

Gizli Tanık olarak “Güneş”, “Kasırga”, “Bulut”, “Arif” ve bir iki isim var.

Siz hırsızlıkla ilgili bir iddianame hazırlıyorsanız bir kaç hırsızlık örneği verirsiniz.

Cinayet iddianamesi hazırlıyorsanız cinayeti anlatırsınız.

Adına terör örgütü diyorsanız hiç olmazsa bir tane terör eylemi koysaydınız bari. Yok. 2268 sayfa içinde tek bir terör eylemi yok. Cari hukuka göre suç unsuru tek bir eylem yok.

Ne var? Şu, şununla görüştü. İşte HTS kayıtları. Bu, bununla bir araya geldi. O, şuna şu parayı gönderdi. Falan hastaneye bakıyor. Filan falan okulların genel müdürü. Şu şu kitapları yazdı… Yaptıkları uygunsuzluklar yüzünden cemaatten kopmuş 2-3 isim bulup konuşturmuşlar. Onlar da meydan boş ağızlarına geleni sallamışlar. İddia konusu dedikoduların hepsi havada.

Terör eylemi diye koydukları havuz medyasının masa başı iftiraları. Danıştay cinayetinden Hrant Dink’e ne bulsa eklemiş. Hiçbirinin iddianamede adı geçen hiçbir isimle ilgisi yok. Hepsi havuzun hergün yenilediği safsatalar. Sadece Roma’nın yakılmasını cemaat yapmamış onlara göre! İddianamede geçen şahıslarla ilgili mahkemelerde hükme bağlanmış tek bir kayıt yok.

Eğer aynı şeyi AKP için yapsanız, ayrılmış veya kovulmuş 2-3 ismi konuştursanız bakın ne iddianameler çıkar. Bülent Arınç’ın Melih Gökçek için “Ankara’yı parsel parsel sattı” iddiasından başlayabilirler. Tayyip Erdoğan için ne iddianameler çıkar. On binlerce sayfayı da bulabilir. Ki içinde gerçek örnekler yer alır. Aynı şeyi cemaat için yapınca ne hırsızlık bulabilmişler ne dolandırcılık ne irtikap ne rüşvet ne de terör eylemi.

Kim hazırlamış bu iddianameyi?

Adının başına Cumhuriyet Savcısı koymuş olan Serdar COŞKUN isimli biri. Numarası bile var: 39663 Savcı olabildiğine göre demek ki 4 yıl hukuk okumuş. Dünyanın en muteber günlük gazetesi The New York Times’ı dergi sanacak kadar da cahil. Vaktiyle araba hırsızlığından cemaat eylemi çıkarmaya çalışan ve madara olan savcı. Afrikada iki kabilenin hukukunu emanet etseniz emin olun kabileler iki gün barış içinde yaşayamaz, bir birine girer. Hazırladığı sözde iddianame tam bir dedikodu almanağı. Ne kadar cemaatle hesabı olan varsa hepsine sayfalarca yer vermiş. Hani iddianamelerde sanıkın lehinde deliller de yer alır ya sayın savcı ortada konuşanlara bile yer vermemiş. Ama aferin siparişi yerine getirmiş.

Mutlaka ödüllendirilmeli. Kariyeri sıfırlamak ucuza gitmemeli. Mesela 2268 sayfa için en az beş milyon telif almalı. Hukuk fakültelerinde dalga konusu olmaz az sefalet değil. Yarın torunlarına rezil olmanın bedeli az olmamalı.

Erdoğan, sıfırlanamayan parasının üstüyle alınan Şehrizar Konakları’nın beşinden birini veya Urla Villalarından birini bu savcıya hemen hediye etmeli. Makama gelince artık böyle bir savcıyı Adalet Bakanlığı’ndan aşağısı kurtarmaz. Son icraatlarıyla gözden düşen Bozdağ’ın yerine Coşkun’dan başka kim olabilir ki?

2016’da Küresel Hukukun üstünlüğü endeksinde 113 ülke içinde 99.culuğa, Zimbabve ve Özbekistan’ın altında düşmüş bir Türkiye’ye Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan, Adalet Bakan’ı olarak da Serdar Coşkun çok yakışır.

[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[

OHAL döneminin alametifarikası hükmüne geçen ve Erdoğan’ın “normal zamanda yapamadıklarımızı yapıyoruz” diyerek açıkça itiraf ettiği Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) yine toplu tasfiyeler ve sivil toplumun yıkımı gerçekleşti. Dün yayınlanan 677 ve 678 no’lu KHK’lar, 16 bin memurun ihracını, 500 STK’nın kapatılmasını getirdi.

Başta Anayasa’nın belirlediği temel hak ve hürriyetler olmak üzere; taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Ulusalarası Çalışma Örgütü (İLO) sözleşmeleriyle güvence altına alınmış bütün haklar KHK’lar eliyle gasp ediliyor. Maaş, özlük, sigorta, hatta yargıya ulaşıp dava etme hakları dahi ellerinden alınıyor. Konu bir süredir ‘sivil ölüm’ başlığıyla tartışılıyor.

Mer’i Türk Ceza Kanunu’nu yapan isimlerden Prof. Dr. İzzet Özgenç’in tabiriyle “Ağaç kökü yiyerek hayata tutunmaya mahkumiyet cezası” veriliyor insanlara. Semt pazarlarında çalışan öğretmenler, onlarca işyerinden kovulan memurlar, bulaşık yıkayarak çocuklarına bakan hakim-savcı eşleri. Aileler bölünüyor, neyle suçlandığı bilinmeyen 100 binden fazla insan gözaltına alınmış, 40 bine yakını hapishanelerde. Bir de üstüne insanların işleri, bankalardaki birikimleri dahi ellerinden alınarak hayatta kalma imkanları ortadan kaldırılıyor.

Cezaevindekiler bu  ‘sivil ölüm’ mahkumiyetini aileleriyle birlikte çekiyor maalesef. Varsa, evlerine, arabalarına tedbir konmuş ya da hacze verilmiş. Sendikal örgütlenme hakları, sivil toplum kurma, muhtaçlara yardım etme gibi en temel insani görevleri yapamaz hale getirilmiş bir toplum yapısı var karşımızda.

Hizmet Hareketiyle irtibatlı bütün STK’lar kapatılmış. Önünden geçen, suyundan içen, bankasından kart alan kodese gönderilme tehdidiyle karşı karşıya. Alevi, Sünni, Kürt, Zaza, sol, sosyal demokrat, Milliyetçi, ülkücü muhalif kim varsa gözaltı ve mahpus ile terbiye edilmeye çalışılıyor. İşkenceler, maddi-manevi gasplar, mala mülke çökmeler, ırza, insanlık onuruna tecavüzler almış başını gidiyor.

Peki KHK’larla inşa edilen hukuksuzluklara anayasa ve evrensel hukuk ne diyor; birlikte bakalım.

DİN, DİL, IRK, SİYASİ DÜŞÜNCE, İNANÇ, MEZHEP FARKI GÖZETMEKSİZİN KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK

Anayasa Madde 10. “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”

Yani siz filanca cemaatten, siz filanca fırkadan, ırktan, görüştensin diye kimse işinden, evinden, barkından, malından, canından, namusundan edilemez.



TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİ, REFAH VE  HUZURU KORUMA GÖREVİ

Anayasa Madde 5. “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”

Manzarada huzur bulanlar, sadece Erdoğan ve AKP rejiminin zulümle serfiraz elit zümresi gözüküyor. Topyekûn ülkedeki huzursuzluk, bir trafik kazasından kahvede çıkan tartışmaya kadar en ufak olay ölümle, cinayetle, kavgayla sonlanıyor. Cinayet üstüne cinayet işleniyor. Cinnet, ahlaksızlık, hırsızlık gırtlağa dayanmış. Toplum boğuluyor.



TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER ORTADAN KALDIRILAMAZ, SINIRLANAMAZ

Anayasa Madde 14. “Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.”

İki taraflı bu hüküm, devletin temel hak ve hürriyetleri ortadan hiçbir şartta kaldıramayacağını söylüyor. Bu ülkede Anayasa maalesef 4 senedir askıda. Bir adamın, bir grubun sözleri kanun. Uymayanlar şaki, terörist!



UÇLULUĞU İSPATLANANA KADAR HERKES MASUMDUR, İNSANIN MADDİ MANEVİ VARLIĞI ORTADAN KALDIRILAMAZ

Peki, savaş, sıkıyönetim, olağanüstü hallerde hak ve hürriyetlerin kullanımı durdurulabilir mi? Hayır. Anasaya’nın 15. maddesinin ikinci fıkrası çok açık. “…Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir. Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşama hakkına, maddî ve manevî varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz; suç ve cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme kararı ile saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.”

Bırakın düşünce açıklamayı; gazete, kitap, cevşen okudu, TV izledi, internete girdi, filanca kişiyi twitter’da takip etti, filanca onu takip etti diye hapse giren onbinler var. Haksız yere hapsedilen masumların evinden çıkan suç aletlerine bir bakın; kitap, cd, bilgisayar, tefsir, risale…. Ya masumiyet karinesi!? Yerle yeksan. Anayasal, yasal, insani, İslami hiçbir güvence işletilmiyor. Devlet kanunla değil, sanki hukuksuzlukla, çete-mafya düzeni ile yönetiliyor.

MADDİ MANEVİ VARLIĞINI KORUMA HAKKI

Madde 17. “Herkes, yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”

Suçsuz yere hapse atılmış, iddianamesi bile yazılmamış 40 bin kişi var.



Madde 19. “Herkes, kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir”

Evinden alınmış, 2-3 aydır eşiyle, avukatlarıyla görüştürülmeyen binlerce insan var. OHAL ve KHK’lar gerekçesiyle gözaltı süresi 30 gün. 5 gün avukatla görüşmek yasak.



Madde 20. “Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.”

Madde 21. “Kimsenin konutuna dokunulamaz. “

Madde 22. “Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir”

Madde 23. “Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir”

Madde 24. “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir”

Madde 25. “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir”

Uzağa gitmeyin, Diriliş Ertuğrul dizisini seyretmediğini söyleyen Okan Bayülgen’in havuz medyası ve Saray eliyle nasıl hizaya getirilip, özür diletildiğine bakın. Bir diziyi seyretmediğini söyleyecek kadar özgür bir ülke Türkiye! Ya da şarkıcı Sıla’nın, Yenikapı mitingini eleştirdiği için konserlerinin ardı ardına iptal edildiğini hatırlayın.



BASIN VE İFADE HÜRRİYETİ; TUTUKLU GAZETECİLER, KAPALI KURUMLAR

Madde 28. “Basın hürdür, sansür edilemez. Basımevi kurmak izin alma ve malî teminat yatırma şartına bağlanamaz. Müsadere edilemez.”

Tutuklu gazeteci sayısı 146. Kapatılan basın yayın ve medya kurumu sayısı, son KHK ile eklenenlerle birlikte 174.  Bunların 50’si gazete, 32’si televizyon, 29’u kitap yayınevi, 3’ü Türkiye’nin en büyük ajanslarından… Sendika ve derneklerin rapor ettiğine göre 10 bin civarında gazeteci, basın çalışanı son 3 yılda işsiz kaldı.



Madde 33. “Herkes, önceden izin almaksızın dernek kurma ve bunlara üye olma ya da üyelikten çıkma hürriyetine sahiptir.”

667 sayılı KHK ile 1125 vakıf ve dernek, son KHK ile 500 sivil toplum kuruluşu kapatıldı.



AİLEYİ, BİREYİ, ÇOCUKLARI VE MASUMLARI KORUMA

Madde  41. “Aile, Türk toplumunun temelidir. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması sağlar.”

Anne-babası hapiste, kendisi devlet yurtlarına verilmiş, hayatları gasp edilmiş yüzlerce çocuk var. En iyisinin durumu, akraba-taallukatın yanında sığınmacı olarak hapis yolu gözlemek. On binlerce çocuğun durumu bu maalesef. Anne-babadan yoksun bırakmak nasıl bir anayasal ceza olabilir ki!?



Madde 42. “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.”

Okul, yurt, etüt merkezi dahil 2 binden fazla eğitim kurumu kapatıldı. Açığa alınan öğretmen sayısı 78 bin. Öğretmensiz kalan öğrenci sayısı 1.5 milyon. Kapatılan özel eğitim kurumu mağduru öğrenci sayısı 200 bin. İşsiz öğretmen sayısı 80 bin.



ÖRGÜTLENME, SENDİKALI OLMA HAKLARI

Madde 51. “Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir.”

Sendikalar kapatıldı, sendikalı olduğundan dolayı binlerce öğretmen, memur tutuklandı. Sadece bugünü KHK’lar ile kapatılan 500 derneğin içindeki iki isme bakmak bile yeterli. Barış Derneği. Güvenilir Gıdalar Vakfı. Barış Derneği hemen her darbe ve cuntanın hedefi olmuş. 12 Eylül darbesi bile yargılamayı seçmiş, kapatmamış.  Hayrettin Karaman, Tayyar Altıkulaç, Şemsi Kopuz, Murat Ülker gibi isimlerin kurucusu olduğu bir vakıf, Zaman ve Samanyolu’ndan iki gazeteci de üye olduğu için kapatılıyor. Türkiye’de helal ve güvenilir gıda adına yola çıkmış bir sivil toplum kuruluşu ortadan kaldırılıyor.



FİİLİ DURUM MASALI VE ANAYASA’NIN BAĞLAYICILIĞI

Cumhurbaşkanı, başbakandan başlamak üzere devletin en üst kademesi anayasanın fevkinde yetkiler kullanıyor. Ve bunu ‘fiilî durum’ masalıyla satıyor. Oysa Anayasalar kamu erkini kullananların yetkilerini, görevlerini, sorumluluklarını dağıtırken iktidar gücünün suistimal edilmesini engelleyecek hükümler getirir. Burada amaç iktidarda temsil edilmeyen azınlıklara kadar her bireyin, kurumun hakkını korumaktır.

Bizde de 12 Eylül darbesinin bir ürünü olsa bile törpülenmiş ve değiştirilmiş maddeleriyle Anayasa, hak ve özgürlükleri koruma altında tutuyor. Ama OHAL ve KHK’larla özgürlüğün bu kadarına bile tahammül edemeyen bir rejim kendi zulüm kalesini inşa etmeye devam ediyor.

Anayasanın 90. maddesi modern hukukun bize kazandırdığı ve tahaahüt altına alınmış haklarımız olduğunu söylüyor. O maddede “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir” deniyor. Yani KHK’dan ve hatta kanunlardan dahi üstte bir anayasa normu ile bütün evrensel hak ve özgürlükler güvenceye alınmış. Ama buna rağmen KHK’ları çıkaran zihniyet, “Kimse Türkiye’nin iç hukukuna karışamaz” diye naralar atıyor.

Yukarıdaki maddeleri okurken sıkılmayın lütfen. Bu kanunsuzlukları ve hukuksuzları yaşayan akraba, eş-dost, yakınlarınızın açacağı davalarda, suç işleyenlere bu maddeler sorulacak. Çünkü işkence yaparak temel yaşama hakkını, sermaye, din-vicdan hürriyetini, basın ve örgütlenme özgürlüğünü, bu ve benzeri  temel hürriyetleri yok edenler modern dünyada mutlaka mahkeme ediliyor. Bekleyelim görelim KHK rejiminin sonunu.

[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[

Yürürlükteki Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) mimarlarından Ceza Hukuku Profesörü İzzet Özgenç, Kanun Hükmünde Kararnamelere (KHK) tepkisini Twitter hesabından yaptığı paylaşımlar ile dile getirdi. Özgenç, KHK’lar ile Türk ‘hukuk’una yeni bir ceza türü kazandırıldığına işaret ederek, yapılanın adını ise şöyle koydu: ‘Ağaç kökü yiyerek hayata tutunmaya mahkumiyet cezası’

Kanunları askıya alan KHK’lar ile icat edilen suç ve cezalandırma yöntemlerini eleştiren Prof. Dr. İzzet Özgenç, OHAL’den sonra uygulanan çarpık yargı anlayışını şöyle özetledi:

”Olağanüstü Hal Kanun Hükmünde Kararnameleri ile Türk ‘hukuk’una yeni bir ceza türü kazandırıldırılmıştır: Ağaç kökü yiyerek hayata tutunmaya mahkumiyet cezası!

Bu ‘ceza’ ile cezalandırılabilmek için, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Kanunlarında tanımlanmış herhangi bir suçun işlenmesi gerekmemektedir.

Bu ceza için, kişi hakkında adli soruşturma yapılmasına ve kişinin usulune uygun savunma yapmasına gerek bulunmamaktadır.

Hatta bu ceza ile cezalandırılabilmek için, yargı kararlarına da gerek bulunmamaktadır.

Bu cezanın belirli bir süresi de bulunmamaktadır.

Bu ceza ile cezalandırılmak, sadece hakkında karar verilen kişi bakımından değil, iaşe ve ibatesini karşılamakla yükümlü olduğu aile bireylerinin cezalandırılması sonucunu doğurmaktadır.”

MİLYONLAR İŞSİZLİĞE VE SİVİL ÖLÜME MAHKUM EDİLİYOR

15 Temmuz sonrasında 111 bin memurun görevden alınması, yine 100 bine yakın kişinin gözaltına alınıp bunların 36 bininden fazlasının tutuklanması sonucu çok ciddi sosyal bir yara açıldı. Tutuklu ve gözaltında olanlar haklarındaki suçlamaları neredeyse 4 aydır öğrenemedi. Şirketlere kayyım atanması, medya kuruluşları, okul, üniversite ve sivil toplum kuruluşlarının da yer aldığı 2 binden fazla kurum ve kuruluşun kapanması nedeniyle yüzbinlerce öğrenci ve 1 milyondan fazla kişi ve ailelerin mağdur olduğu kayda geçti.

İşsiz kalan insanların kamuda ve özel sektörde iş başvurularının cevapsız kalması, cadı avı ve şeytanlaştırmanın toplumun tamamına yayılmasından sonra bu kişilerin hukuken ‘sivil ölüme’ mahkum edildiği tespiti yapılmıştı.

 [[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[

‘978-605-111-885-7’ yazıyor arka kapakta. Yazarı Helen Rose. Amerikalı Sosyolog. Prof. Rose, katıldığı bir konferansta kitabı Gülen Hareketini anlamak için kaleme aldığını anlatıyor. Aynen şu cümleleri kullanıyor: “Etkilendiğim bu topluluğun esin kaynağı ile tanışmayı çok isterim. Ancak ben objektifliğimi korumak için Sayın Gülen’le tanışmayacağım.”

Masum insanları terör örgütü ilan etmek için bin bir yalan ve baskıyı kolluk güçleri ve yargı eliyle inşa eden AKP-Erdoğan rejiminin operasyonlarında gözden kaçan bir ayrıntı kitaplar. Gözaltına alınan ya da örgüt üyeliğiyle suçlanan hemen herkesin evinden, işyerinden çıkan kitaplar tırnak içinde ‘silahlı örgüt’ delili olarak sunuluyor. Fotoğrafların çoğu ajansların günlük servis ettiği haber malzemesi! Nedense gazetelerde de pek yer almıyor aslında bu silahlı örgüt delilleri. Amerikalı Rose’un kitabı da geçen haftaki bir operasyondan sonra ele geçirilen örgüt dokümanı diye ajansların servis ettiği fotoğrafların arasında yer aldı.

‘TERÖRİST MÜSLÜMAN, MÜSLÜMAN TERÖRİST OLAMAZ’

Rose’un Gülen Hareketi ile tanışması ve bu yapıyı mercek altına almasının uzunca bir hikâyesi var. Kendi ağzından aktarayım: 11 Eylül 2001’de Amerika Birleşik Devletleri’ne tarihinin en büyük terör saldırısını yapan El Kaide sonrasındaki tartışmalar üzerine sosyolog Rose konuya mercek altına almış.  Rose, o günlerde çoğu Amerikalının bile uzak kaldığı soruların cevaplarını aramış. “Bu saldırıları yapanlar İslam dinini temsil ediyor olamaz…” düşüncesiyle sorular sormuş.

O günlerde teröre karşı entelektüel çaba gösteren, tepki veren İslamî hareket ve entelektüellerin kimler olduğuna bakmış. Çok da kimseyi bulamamış. Ta ki, Fethullah Gülen’in açıklamalarını okuyana dek: “Müslüman terörist, terörist de Müslüman olamaz.” 11 Eylül saldırılarının sıcak günlerinde yapılan bu açıklamalar, dünyadaki birçok akademisyenden önce Rose’un dikkatini çekmiş. Sonra Hizmet Hareketi ile tanışarak, gördüklerini araştırma olarak sunmak istemiş. Şimdi bu eser terör örgütü suç aleti!malatya kitap -operasyonu.html

ELMALILI HAMDİ YAZIR TEFSİRİ VE RİSALELER DE LİSTEDE

Silahlı terör örgütü diye itham edilen masumların ev ve işyerlerinde bulunup Emniyet müdürlüklerinde suç aleti(!) diye sunulan tek kitap bu değil tabi. Mesela Sonsuz Nur kitabı var. Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili tefsir ansiklopedileri var. Lemalar, Mektubat, Sözler, Mesnevi-yi Nuriye gibi çağın mütefekkiri Bediüzzaman Said-i Nursi’nin eserleri var.

15 Temmuz’dan sonra başlatılan cadı avının ‘ilk ve en önemli malzemeleri’ bu kitaplar. Koli koli, deste deste kitaplar diziliyor filanca ilin emniyet müdürlüğünün basına açılan odalarında. Ne bunlar? Savcılıklara sunulan suç delilleri… İnsanların akıllarıyla alay edercesine sürdürülüyor bu yalan. Hem teşhir ediliyor, hem tutuklama sebebi diye gösteriliyor.

HEPSİ BANDROLLÜ, HEPSİ ONAYLI

Yazının girişinde bahsettiğimiz o rakamlar, her kitapta var. Meraklısı yakından bilir, ISBN numarası deniyor bunlara. Yani kitabın Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü kontrolünden geçtiğini, korsan, yasaklı, illegal yayın olmadığını gösteriyor. Vergisi ödenmiş, yayıncısı belli, hatta belki içeriği okurdan önce devletin ilgili kontrolörlerine gitmiş yayın demek.

Nerede görülmüş, hangi terör örgütü vergisini vererek yüz binlerce adet kitap basmış? Ülkedeki akıl tutulması o kadar kesif ki, bu soruları soracak tek bir entelektüel, tek bir hukukçu yok! Bylock gibi teknolojinin yüz binlerce insana ulaştığı bir mesajlaşma programını örgüt yazılımı diye yutturanlar, kitapları da silahlı örgüt delili diye sunuyor.

Sorumuz şu: Bu kitaplara bandrol verenler, piyasada satılmasını onaylayanlar da suç ortağı olarak yargılanacak mı? Etrafınıza iyi bakın, belki sizler de bizim örgüttensinizdir?



darbe-girisimine-yonelik-surdurulen-sorusturma-kapsaminda-gelendost4d1a608e78 sivas emniyeti

OTORİTER REJİMLERİNİN KARA PROPAGANDASI HEP BÖYLE…

Otoriter rejimler kitap düşmanıdır. Darbe dönemlerinde bu hep böyle olmuştur. Hatta 27 Nisan e-muhtırası yazılırken, Ege’nin illerinde Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kutlanırken Kur’an’dan ayetler okunması, küçük öğrencilerin okudukları şiirler, Asr-ı Saadet piyesleri suç unsuru, suç delili olarak sunulmuştu.

İstibdat rejiminin yeni sahipleri, kendi partilerinin yani AK Parti’nin kapatma davası dosyasına tekrar bakarlarsa bu saçma delilleri ve iddiaları tekrar okuyabilirler. Belki bugün kendilerinin ürettiği saçma iddialara bakıp utanırlar.

HANGİ SİLAHLI ÖRGÜTTE BU KADAR ÇOK KİTAP ÇIKAR?

AKP-Erdoğan rejimi ‘cemaat düşman’ söylemini önce ‘parelel yapı’ diye 3 yıllık kara proganda ile halka dikte etti. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise ‘fetö’ diyerek silahlı örgüt kategorisine alma çabası ile yeni bir propaganda argümanı ve makinesi çalıştırmaya başladı. İrtica söylemi yaygın iken devlet medyaya takkeli, sarıklı, cübbeli, çarşaflı fotoğraflar servis ederdi. Şimdilerde ise, cemaat operasyonlarında yakalanan kitap-cd,  1 dolar görüntüleri revaçta.

Niyet aynı, korku pompalamak. Koli koli kitaplar diziliyor ve bunu yazan, okuyan, dağıtan herkese ‘terörist’ deniyor, yaftalanıyor. Kitap düşmanlığının bu kadar zihinleri kararttığı dönem olmamıştır herhalde.

ÜNİVERSİTE REKTÖRÜNÜN İŞİ KİTAP İMHA MI?

Bir de toplu imha işlemi yapan ‘üst akıl sahibi memurlar’ (!)  var onların aklı iyice karışık sanırım. Kitapları üniversite matbaasında hızardan geçiren Cumhuriyet Üniversitesi rektörünün kitap düşmanlığı dillere destan örneğin. Ajanslara servis edilen haberde rektörlük, oluşturdukları bir komisyon marifetiyle merkez kütüphanedeki kitapların, dergilerin imha edildiğini duyuruyor:

“Üniversitemiz bölüm ve kütüphanelerinde bulunan paralel yapı lideri ve sempatizanları tarafından yazılan tüm kitap, dergi vb. yayınlar toplanmış ve imha edilmiştir.”



9b912100f2f9e8911094ede5392bfe07kitap dusmani universite cumhuriyet universitesi imha.jpeg

AHMET ŞIK’IN KİTABI, ERDOĞAN’IN ‘BOMBADAN DAHA TESİRLİ’ SÖZLERİ…

Cemaat kelimesinin irticaın yerine kullanılması ilk olarak eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Nisan 2009’da İstanbul’daki Harp Akademileri Komutanlığı’ndaki konuşmasında olmuştu. Ergenekon süreciyle birlikte cemaate karşı yürütülen kara propaganda ve psikolojik savaş hız kazanmıştı, medya başı çekmişti o dönemde. Hanefi Avcı olayı, Oda TV baskını, Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmaları hızlıca Cemaate yıkılmıştı.

Ahmet Şık dâhil herkes, sadece ‘Cemaat polislerini’ suçlasa da olayın baş aktörü tanıdıktı. 11 Haziran 2011’de bir televizyon programının canlı yayınında dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, Ahmet Şık’ın kitabından dolayı tutuklanmasına atıfla “Kitap yazmak nasıl terör olur?” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Yani öyle kitaplar vardır ki bombadan daha tesirlidir.”

Sırf evlerinde kitap bulunduğu için terörle suçlananlar da aynı zihniyetin hedefi bugün. Ahmet Şık olayı yanlıştı, kitap yazmak tutuklama sebebi olamazdı, polisin yaptığı da, Erdoğan’ın sözleri de baştan aşağı yanlıştı. Ancak bu fatura hep Cemaate kesildi, top kale çizgisini geçmişti çünkü.

NUR TALEBELERİNDEN BUGÜNE…

Dönelim tarihe. Dünün vesayet rejimi temsilcileri de farklı davranmıyordu. 27 yıl süren Tek Parti dönemi serbest seçimlerle bitmiş, 1950’de çok partili hayata geçilmişti. Ancak iktidarda Demokrat Parti (DP) olmasına rağmen Nurculuk faaliyetlerinin takibi hiç bitmedi. Nurculuk devlet için ‘en büyük suç’lardan biri olarak sunulup Nur talebeleri adım adım izlendi. ‘Nurcubaşı’ diye yaftalanan Said Nursi’ye selam vermek bile suçlanmak için yeterliydi.

kitap dusmanligi tarihi risale toplatma2.jpeg

Said Nursi ve talebelerine, ‘irtica şebekesi’ adı takılmıştı. Halka korku salmak için, masum insanların evlerine yapılan baskınlarda el konulan kitaplar suç aleti olarak teşhir ediliyor, ellerine kelepçe vurularak insanlar mahkemelere sürükleniyordu. Devlet başkanından valilere kadar herkes ‘Nurculuğun’ ülke için nasıl bir tehlike olduğunu anlatıyor ve gazeteler, bu nefret söylemini manşetlerine çekiyordu. Manzara bugünden farklı değildi.

Gözaltına alınan Nurcular, günlerce hapishanelerde tutulduktan sonra mahkeme karşısına çıkarılmıştı. Sanıklar hakkında idama varan cezalar isteniyor ancak dosyaların içi bir türlü doldurulamadığı için çoğu dava beraatla sonuçlanıyordu. Bugün Diyanet tarafından devlet eliyle basıldığı için övünülen Risale-i Nurlar dünya tarihinde belki de hakkında en çok dava açılan ve toplatılan kitaplar arasına girmişti. Her dava sonunda da toplatılan kitaplar sahiplerine iade ediliyordu.

kitap dusmanligi tarihi risale toplatma.jpeg kitap dusmanligi tarihi risale toplatma3.jpeg

KORKUN KİTAPTAN!

Fethullah Gülen’in 40 yıllık fikir yolculuğunun meyveleri niteliğindeki eserler Arapça, İngilizce, Urduca, Boşnakça gibi dünyanın çeşitli dillerine çevrildi, milyonlarca insana ulaşıyor. Sızıntı dergisi başyazılarından oluşan Çağ ve Nesil serisi, 1 milyondan fazla basılmıştı. Gülen’in ABD’ye gitmesinden sonraki sohbetlerinden derlenen Kırık Testi serisi, yine 1 milyondan fazla eve girdi.

Tarih boyunca yasaklanan kitaplar, geçici zulümler sona erince el üstünde gezdirildi. Bazıları kitapları evlerden, kütüphanelerden çıkarıp yok etmeye çalışsa da, o kitapları girdiği gönüllerden çıkarmaya kimsenin gücü yetmedi, yetmiyor, yetmeyecek.

[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[[

15 Temmuz darbe girişiminin ardından Cumhuriyet savcılıkları tarafından başlatılan soruşturmalarda yaklaşık 105 bin şüpheli hakkında işlem yapılmış. Soruşturmalar sonrasında gözaltına alınan yaklaşık 75 bin kişiden 34 bini tutuklanarak cezaevine konulmuş.

İktidar bu operasyonları Cumhuriyet savcıları ve özel seçilmiş sulh ceza hakimleri eliyle yapıyor. Bugüne kadar değil teröre bulaşmak, eline çakı dahi almamış on binlerce insanın hayatı nasıl bu kadar kolay karartılabiliyor, anlamak zor.


Yüklə 0,62 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin