AntiK ÇAĞda sanat anlayişI


Bir şeyin bilgi sayılması için şu 3 koşulu karşılaması gerekir



Yüklə 138,14 Kb.
səhifə3/3
tarix29.10.2017
ölçüsü138,14 Kb.
#20344
1   2   3

Bir şeyin bilgi sayılması için şu 3 koşulu karşılaması gerekir:

1.O şeyin bir önerme ile dile getirilebilir olması (Önerme, bir tümce ile dile getirilen doğru veya yanlış bir yargı demektir. Örneğin ‘Bakır bir iletkendir’ tümcesi doğru bir önerme, ‘Dünya güneşten daha sıcaktır’ tümcesi yanlış bir önerme dile getirmektedir).

2.Bu önermenin doğruluğunu gösteren güvenilir kanıt veya belgelerin olması.

3.Önermenin doğruluğuna inanılması.

Örneğin, dünyanın yuvarlak olması bilgilerimizden biridir. ‘Dünya yuvarlaktır’ önermesi bunu ifade etmekte, ve önermenin doğruluğunu gösteren elimizde çeşitli kanıt veya belgeler vardır. Ayrıca çoğumuz önermenin doğruluğunu kabul etmekteyiz. Öte yandan ‘Dünya yuvarlaktır’ önermesi herhangi bir önerme değildir; olgusal içerikli bir önermedir. ‘Yuvarlak nesneler biçimlidir’ gibi bir önerme ise olgusal içerikten yoksundur. ‘Yuvarlak’ sözü bir biçim türü ifade ettiğine göre, önerme asında ‘Biçimli olan cisimler biçimlidir’ demekten ileri geçemiyor. Oysa, ‘Dünya yuvarlaktır’ önermesi bize bir şey öğretmiyor. Dünya yuvarlak değil, başka bir biçimde de olabilirdi; yuvarlak olması zorunlu değildir.

‘Örgün’ terimine gelince, bilgilerimizi dile getiren önermelerin mantıksal bir ilişki içinde olması anlamına gelmektedir. Bilim bir yığın dağınık, ilişiksiz önermelerden oluşmakta (bu önermelerin hepsi doğru olsa bile), bunların mantıksal yönden bir ilişki düzeni içinde yer alması , bir sistem oluşturması gerekmektedir.

O halde Bilim’e örgün bir bilgiler bütünü gözüyle bakabiliriz. Ne var ki, bu tanım bir yandan çok geniş, öte yandan çok dar görünmektedir. Çok geniştir çünkü Bilim dışında başka bazı şeyleri de aynı şekilde niteleyebiliriz. Örneğin bir Telefon rehberi, bir Üniversite katalogu için de örgün bilgiler bütünü diyebiliriz. Ama bu tür şeylere bilim diyemeyiz. Tanım aynı zamanda çok dardır; çünkü bilgi, bilim’i tanımlama da gerekli bir nitelik olmakla beraber, yeterli bir nitelik değildir. Bilgi bir üründür; bir sürecin sonucudur. Bilim bir sonuç olduğu kadar, hatta belki daha fazla, bir süreçtir. Bu süreç, ‘Bilimsel düşünme’, ‘bilimsel metod’ ya da ‘Bilimsel araştırma’ denilen bir bulma ve doğrulama çabasıdır. Sözkonusu tanım bilim’in bu özelliğine yer vermediği için ya da dar ya da eksik sayılmak gerekir.


Bir başka yaygın tanım da şudur: Bilim gerçeği ( ya da ‘doğru’yu) arama etkinliğidir. Çok genel bir anlamda bu tanımı belki uygun görebiliriz. Ancak aynı tanımı Felsefe, hatta sanat ve edebiyata da uygulamak olanağı vardır. Kaldı ki, tanımda geçen ‘gerçek’ ya da ‘doğru’ terimi açık ve belirli bir anlam taşımamakta, çeşitli bağlamlarda farklı anlamlar için kullanılmaktadır.

Bilim’i, ‘İnsan deneyim ve yaşantısını betimleme, yaratma ve anlama metodu’ olarak tanımlayanlar da vardır. [2] Burada ‘deneyim’ ve ‘yaşantı’ sözleri ile tüm bilinçli algılarımız kastediliyorsa (ki öyle olması gerekir) tanımın kapsamı çok geniş tutulmuş demektir; çünkü Bilim kadar hatta daha fazla sanat ve edebiyat çalışmaları da insan yaşantısını betimleme, yaratma ve anlama çabasındadır.

Tanınmış bir bilim adamı, genellikle kabul edilmiş bazı tanımları eleştirdikten sonra, şöyle bir tanım ileri sürüyor: ‘Bilim, üzerinde herkesin birleşebileceği yargıları konu alan bir çalışmadır.’[3] Bu tanım şu iki yönden açıklamaya muhtaç görünüyor: (1) ‘yargı’ sözü ile ne anlatılmak isteniyor? (2) ‘üzerinde herkesin birleşebileceği’ koşulu neden ileri sürülüyor? Yazarın ‘yargı’ sözü ile doğa olaylarını dile getiren önermeleri kastettiğini düşünebiliriz. Bu doğru ise akla başka bir soru gelmektedir.

Bilim doğa olaylarını mı yoksa bunları dile getiren yargıları mı inceler? Dilin bilimdeki önemli yerini inkar etmemekle beraber, bilimin doğrudan olguları değil, fakat bunların ifadesi olan birtakım dilsel nesneleri konu aldığını söylemek pek akla yakın görünmüyor. Dil bir anlatım ve bildirim aracıdır; bilim dilden yararlanarak incelediği olguları ve ulaştığı sonuçları saptar. Bilginin yayılması, eleştiriye konu olması için de belli bir dilde ifade edilmiş olmasına ihtiyaç vardır. Ama gene de bilimin konusu olguların kendisidir, yoksa bunları ifade eden önermeler değildir, diyeceğiz.

Yazarın ileri sürdüğü koşula gelince, böyle bir sınırlamanın önemini hemen belirtmeliyiz. Böylece kişisel kalan, öznel, benzeri olmayan ya da mucize türünden sayılan ‘olgular’ın bilimsel incelemenin kapsamı dışına düştüğü; yalnız nesnel, herkesin inceleme ve eleştirisine açık olguların bilime konu olabileceği belirtilmiş olmaktadır.

Bilim kavramımızın genişlemesi ve derinleşmesi için önemli sayabileceğimiz iki tanıma daha değinmekte yarar vardır. Bunlardan biri ünlü bilgin Einstein’ın tanımı:’Bilim, her türlü düzenden yoksun duyu verileri (algılar) ile mantıksal olarak düzenli düşünce arasında uygunluk sağlama çabasıdır.’ [4]

Russel’in tanımı: Bilim, gözlem ve gözleme dayalı uslama (akıl yürütme yoluyla önce dünyaya ilişkin olguları, sonra da bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır. [5]

Kısa bir karşılaştırma hem yetkili kalemlerden çıkan bu iki tanımı iyi anlamamıza, hem de aralarındaki temel farkı görmemize yardım edecektir.

Her iki tanımda da olgulardan ve mantıksal düşünme ya da uslamadan söz etmektedir. Ancak Einstein’ın tanımında bilime duyu verileri olarak konu teşkil eden olgular düzensizdir. Algı dünyamız bir kaostan başka bir şey değildir. Düzen olgu dünyasının değil, fakat mantığın, insan aklının bir niteliğidir. Bilim, aklın düzenleyicisi niteliğini, yani mantığı kullanarak olgu dünyasını anlaşılır kılmaya çalışır. Russell’in tanımında ise akla olguları düzenleme görevi değil, gözlem yolu ile saptanan olgular arasındaki ilişkileri bulma görevi düşmektedir. Einstein’ın tam tersine Russell, doğayı düzenli saymaktadır. Bilim bu düzeni bulma ve dile getirme çabasıdır.

Bu karşılaştırmadan da anlaşılacağı üzere Einstein bilime daha çok akılcı bir açıdan, Russell ise daha çok empirik açıdan bakmaktadır. İlerde de göreceğimiz gibi, bilim ne salt aklın, ne de katıksız gözlem ve deneyin bir sonucudur. Kant’ın göstermeye çalıştığı üzere bilgilerimizin içeriğini duyu verilerimiz, biçimlerini aklın verileri (kavramlar) oluşturur. Bilim aklın ve algı verilerinin uygun biçimlerde birleşmesinden oluşur.

Tanımlar üzerindeki tartışmayı daha fazla uzatmamak için şöyle bir tanıma gidebiliriz: Bilim denetimli gözlem ve gözlem sonuçlarına dayalı mantıksal düşünme yolundan giderek olguları açıklama gücü taşıyan hipotezler (açıklayıcı genellemeler) bulma ve bunları doğrulama metodudur. Bu tanımı açıklayıcı tartışmayı ilerde vereceğiz.
Bilimi Niteleyen Özellikler

Bilim kavramını belirtmeye çalışırken bazı özelliklerini gözönünde tutmak gerekir. Bunlar arasında başlıcaları aşağıda sıralanmıştır.



Bilim olgusaldır. Bilimin başta gelen ve onu Mantık, Matematik, Din gibi diğer düşünme disiplinlerinden ayırd eden özelliği olgusal oluşudur.Bunun kısaca anlamı şudur: Bilimsel önermelerin tümü ya doğrudan, ya da dolayısıyla gözlenebilir olguları dile getirir. Bunların doğru ya da yanlış olması dile getirdikleri olguların veya olgusal ilişkilerin var olup olmamasına bağlıdır. Bilimde hiç bir hipotez veya teori gözlem ya da deney sonuçlarına dayanılarak kanıtlanmadıkça doğru kabul edilemez. Bilim kendiliğinden doğru sayılan, ya da tanım gereğince doğru olan önermelerle uğraşamaz. Bunlar çok kere içi boş bilgi vermeyen, doğru ya da yanlışlığı olgulara değil, kendi anlamlarına bağlı olan önermelerdir. Örneğin: ‘Yeşil nesneler renklidir’; ‘Dört ayaklı hayvanlar hayvandır’, 2 artı 2=4 gibi önermeler bu tür önermelerdendir.

Yeşil bir şeyin renkli olup olmadığını saptamak için gözleme baş vurmaya gerek yoktur. ‘Yeşil’ ve ‘renk’ sözlerinin anlamlarını bilmemiz yeter. Bu tür önermelere analitik önermeler diyoruz. Matematik ve Mantık önermeleri de bu guruba gider. Öte yandan ‘Dünya yuvarlaktır’, ‘Sabir basınç altında gazlar ısıtılınca genleşir’, ‘Ankara Türkiye’nin Başkentidir’ gibi önermeler ‘sentetik’ dir.

Dünyanın yuvarlak olup olmadığını, ‘dünya’ ile ‘yuvarlak’ sözlerinin anlamlarına bakarak saptayamayız; bunun için gözleme başvurmak zorunludur. Bilimsel önermeler bu guruba girer.

Bilim mantıksaldır. Bu özellik iki yönden kendini göstermektedir: a.Bilim ulaştığı sonuçların her türlü çelişkiden uzak, kendi içinde tutarlı olmasını ister. Birbiriyle çelişen iki önermeyi doğru kabul etmez. b.Bilim bir hipotez ya da teoriyi doğrulama işleminde mantıksal düşünme ve çıkarsama kurallarından yararlanır.Hipotezlerin veya teorik önermelerin bir özelliği doğrudan test edilmemeleridir. Bir teoriyi doğrulamak için gözlem olgularına baş vurmak gerekir. Ancak bunu yapabilmek için önce teoriden birtakım gözlenebilir sonuçlar (bunlara ön deyiler de diyebiliriz) çıkarmaya ihtiyaç vardır. Bu çıkarsama işlemi ise dedüktif mantığın kurallarına dayanmaksızın başarılamaz.

Bilim objektiftir. Birçok kimseler bilimsel objektifliği mutlak bir anlamda yorumlarlar. Bu doğru değildir. Kuşkusuz bilgin doğruyu arama çabasında kişisel eğilim, istek ve önyargıların etkisinde kalmamaya, olguları olduğu gibi saptamaya çalışacaktır. Ancak unutmamalıdır ki, bilim, sanat, edebiyat, felsefe gibi bir insan uğraşısıdır. Bir hipotezin kurulmasında veya seçiminde bilim adamı ister istemez bazı değer yargılarına, hatta bir ölçüde kişisel duygu ya da, beğenilere yer vermekten kaçınamaz. En basit gözlemlerimizde bile tam ve katıksız bir objektiflik sağlanamaz. İnsanoğlu bir fotoğraf makinesi değildir; bütün algılarımız bazı varsayım ve kavramlar çerçevesinde oluşmaktadır. Günlük yaşamda olduğu gibi bilim’de de çevremizde olup biten her şeyi değil, ancak bazı şeyleri algılar veya gözleriz. Yaşama veya araştırma amacımıza göre bir seçmeye gitmek, ancak konumuza ilişkin olgularla ilgilenmek bizim için hem doğal, hem de bir zorunluluktur. Böyle olunca, bilimde objektiflik mutlak değil, sınırlı ve özel anlamda yorumlanmak gerektir. Bu da bilimsel olma iddiası taşıyan her sonuç veya ‘doğrunun’ güvenilir olması, bir iki kişi veya grubun tekelinde değil, kamunun (meslek çevresinin) soruşturmasına açık ve elverişli olacak biçimde dile getirilmesi demektir.

Bilim eleştiricidir. Bilim, ne denli akla uygun görünürse görünsün, her sav ya da teori karşısında, hatta bu sav veya teori yerleşmiş, herkesçe kabul edilmiş olsa bile, eleştirici tutumu elden bırakmaz. Bilim bu tutumunu yalnız bilim dışı görüşlere karşı değil, kendi içinde de sürdürür. Bilimde her teori veya görüş olgular tarafından desdeklendiği sürece ‘doğru’ kabul edilir. Yeni bazı olguları açıklama gücünü gösteremeyen, ya da bazı gözlem verilerinin doğrulmadığı bir teori daha önceki statüsüne bakılmaksızın eleştiriye tabi tutulur; ya bilinen tüm olguları kapsayacak biçimde değiştirilir. Ya da buna olanak yoksa bir yana itilir; yerine daha güçlü bir teori konmaya çalışılır.

Örneğin:Newton’un yerçekimi hipotezi 200 yıl boyunca bir doğa yasası olarak kabul edildiği halde, geçen yüzyılın sonlarına doğru bazı olguları açıklamada yetersizliği görülünce, eleştiriye uğramış, daha sonra daha güçlü olan Einstein teorisine yerini bırakmak zorunda kalmıştır. Bu da gösterir ki, bilimde hiç bir ‘doğru’ değişmez değildir

Bilimin bu kendi kendini eleştirme özelliği ona kendi kendini düzeltme yeteneği vermiştir. Bilimde hiç bir hata veya yanlışa sapma sürekli olamaz. Gözlem verilerinin durmadan artması doğrulama sürecinde süreklilik kazandırmakta, bu da hataların ayıklanmasına, bilgilerimizin giderek daha güvenilir olmasına yol açmaktadır. Kendi kendini eleştirici ve düzeltici bir süreçte dogmalara, değişmez ‘doğru’lara elbette yer yoktur.

Bilim genelleyicidir. Bilim tek tek olgularla değil, olgu türleri ile uğraşır. Bu nedenledir ki, sınıflama bilimsel araştırmada ilk adımı oluşturur. ‘Belli koşullar altında su 100 derecede kaynar!, ‘Bakır iletkendir’, ‘Bir gazın hacmi, sıcaklık sabit tutulduğunda, basınçla ters orantılı değişir’ gibi önermeler tek tek olguları dile getirir. Bilimsel önermeler genelleme niteliğinde olup ya bir sınıf olgunun paylaştığı bir özelliği, ya da olgular arasında değişmez bazı ilişkileri dile getirir. Bilim açısından tek bir olgunun kendi başına bir önemi yoktur; o ancak inceleme konusu bir olgu sınıfına üye ise, dolayısıyla bir genellemeyi doğrulama (veya yalanlama) işleminde kanıt görevini görüyorsa önemlidir.

Bilim başka bir bakımdan da geneli arayıcıdır. Yetkili bilim çevresinin denetim ve eleştirisine açık olmayan, kişiye özgü kalan bulgu veya ‘doğrular’ bilimsel nitelikten yoksundur. Bilimin bu kamuya açıklık niteliği, onun belli bir dil ya da ifade vasıtası ile anlatılır olmasına bağlıdır. Kamuya açıklanamayan, kişisel kalan bulgular ne denli önemli olursa olsun, bilimsel türden bilgi sayılamaz. Bilim benzer koşullar altında belli bir yöntemle daima aynı sonuçların elde edilmesi gereğine bağlıdır. Bu gereği karşılanamayan, elde edilen bulgulara ne yoldan ulaşılacağı dile getirilemeyen kişisel başarılar, bizim için şaşırtıcı ya da çok göz kamaştırıcı olabilir, fakat bilimsel olamaz.



Bilim seçicidir. Evrende olup biten olgular çeşit ve sayı yönünden sonsuzdur. Bilimin bunların tümü ile ilgilenmesi hem gereksiz hem de olanaksızdır. Bir olgunun bilime veri niteliği kazanabilmesi için ya inceleme konusu bir propleme ilişkin olması, ya da bir hipotez veya teorinin test edilmesinde kanıt değeri taşıması gerekir. Bu bakımdan bilimsel araştırmaya konu olan olgular, tüm olguların ancak küçük bir parçasını kapsamaktadır. Bilimsel nitelik taşıyan bütün gözlem ve deneyler, ancak belli bir hipotezin ışığında belli olgulara yöneldiğinde etkinlik kazanır. Gelişi güzel yürütülen, olgular arasında seçici olmayan bir gözlem ya da deneyin güvenilir sonuç vermesi şöyle dursun, bir enerji ve zaman kaybından başka bir şey olduğu söylenemez. Bilgin olgu istifi yapan bir koleksiyoncu değildir, o ancak araştırma amacına uyan, cevabını aradığı sorulara ilişkin olguları saptamaya çalışır.

Bilim de bütün diğer girişim ve çabalarımız gibi, açık veya üstü örtük birtakım temel inançlara dayanır. Varsayım denen bu inançlarımız düşünme ve hareketlerimizin temelde yatan gerekçelerini oluşturur. Örneğin, sabahleyin rastladığımız bir kimseye ‘günaydın’ dememiz gibi son derece basit bir davranışın bile dayandığı bir varsayım vardır. Hitap ettiğimiz kişinin Türkçe bildiğini farzetmiş olmalıyız ki, ona başka bir dilde değil Türkçe’de seslenmiş olalım. Bunun gibi çok daha karmaşık bir etkinlik olan bilimsel araştırma da, çok kez ifade edilmeyen, hatta belki bilinç altında bulunan, bazı temel inanç ve varsayımlara dayanmaktadır.

Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1.Kendi dışımızda bir olgular dünyasının varlığı,

2.Bu dünyanın bizim için anlaşılabilir olduğu,

3.Bu dünyayı bilme ve anlamanın değerli bir uğraşı oluşturduğu.

1.varsayım, çevremizde olup bitenlerin hayal ürünü değil, gerçek olduğu; bu gerçek dünyanın algılarımızdan bağımsız, bilgilerimize göre biçimlenmeyen nesnel bir varlığı olduğu görüşünü içermektedir. 2. varsayım bilgi edinmenin olanak dışı olmadığı, 3.varsayım ise bilginin değerli şey olduğunu söylemektedir. Gerçekten, temelde incelemeye konu bir dünyanın varlığını, bu dünyanın bizim için anlaşılır olduğunu, gene bu dünyayı anlamanın değerli bir uğraşı olduğunu kabul etmemişsek, bilim bir anlama çabası olarak gerekçesini yitirir, anlamsız bir hareket olarak kalır.

Bu temel varsayımlar yanında özellikle Doğa Bilimleri için geçerliği söz götürmez birkaç varsayımı daha belirtebiliriz.

Bilimsel incelemeye konu olan gerçek dünya gelişigüzel değil, olguların düzenli ilişkiler içinde yer aldığı, tutarlı, kapristen uzak bir dünyadır. Örneğin, suyun hangi koşullar altında donduğu, hangi koşullar altında kaynadığı görülse idi böyle bir bekleyiş için olanak kalmazdı. Olguların gelişigüzel yer aldığı kaprisli bir dünyada, olup bitenlerin gerisindeki temel ilişkileri arayan, bunları dile getirip açıklamaya çalışan bilim için de olanak yok demektir.

Her olgu, bizim için saptanabilir olsun olmasın, kendinden önce yer alan başka olgulara bağlı olarak ortaya çıkar. Bunun kısaca anlamı şudur: Nedensiz olgu yoktur ve bu neden doğanın kendi içindedir. Bu varsayımdan hareket eden bilim herhangi bir olgunun açıklanmasını o olgunun ortaya çıkış koşullarına başvurarak yapar. Örneğin, suyun kaynaması için 76 cm barometrik basınç altında sıcaklığın 100 dereceye çıkmış olması gerekir. Burda suyun kaynaması bir sonuç, belli ölçülerdeki basınç ve ısı ise birer ön koşuldur. Sonuçla ön koşullar arasındaki ilişkiyi matematiksel olarak şöyle gösterebiliriz:

Y=f(X1, X2,..Xn)

Formulde, ‘Y’ sonucu, (X1,X2..Xn) ler de ön koşulları göstermektedir. ‘f’ ise ilişkinin fonksiyonel olduğunu ve bu fonksiyonda ‘Y’ nin bağımlı, ‘X’ nin ise bağımsız değişken olduğunu belirtmektedir.

Bilim gözlem konusu bütün olguların zaman ve uzay içinde yer aldığını kabul eder.Bu ise,zaman ve uzayın ‘realite’ denilen gerçek dünyanın temel boyutları olduğu inancına dayanır. Olguların zaman ve uzayla sınırlandırılması bilimi, ilkece gözlem konusu olamayacak birtakım doğadışı ‘nesne’lere yönelmekten alıkoyduğu gibi, bu tür nesneleri inceleme konusu yapan çalışmaların bilimsel olamayacağı yargısını da temellendirmektedir. Örneğin din, mitoloji ve metafizik incelemeler gibi.

Bilim ‘var olan her şeyin bir miktarla var olduğu’ ilkesine bağlıdır. Bu nedenledir ki, bilginler elde ettikleri bulguları nicelik türünden dile getirmeğe büyük önem verirler. Deney sonuçlarının basit gözlemle değil, ölçme yolu ile saptanması ve bunların sayısal terimlerle ifadesi bilimde giderek önem kazanan bir gelişmedir. İlk bakışta hiç de ölçülebilir gibi görünmeyen birtakım özelliklerin (Örneğin sıcaklık, sertlik, yoğunluk, öğrenme yeteneği, yaratıcılık vb.) zamanla ölçülebilir bir biçimde tanımlandıklarını ve bu tanımlara uygun geliştirilen ölçme araçları kullanılarak ölçüldüklerini görmekteyiz. Bir bilimde ölçme tekniğinde erişilen yetkinlik o bilimin ilerleme derecesini saptamada önemli bir ölçüt olarak kabul edilmektedir. Bir tür ölçmeden yararlanmayan bir çalışmaya bilim demek artık çok güç görünmektedir.

Bilimin dayalı olduğu varsayımlara ilişkin Einstein’ın şu sözleri önemle üzerinde durulmaya değer: ‘Teorik kavramlarımızla gerçek dünyayı anlamanın olanaklı olduğu inancı olmaksızın, dünyamızın iç uyumuna inanmaksızın, bilim denen şeyin ortaya çıkması beklenemezdi. Bu inanç her türlü bilimsel buluşun temel itici gücüdür ve daima öyle kalacaktır.[6]

Bilime egemen temel varsayımların (Kepler’in düşüncesinde görüldüğü gibi) metafiziksel nitelikte olduğuna değinen tanınmış çağdaş Fizik bilginlerinden biri de şöyle demektedir: ‘Modern teorik Fizikçi de, bilmeyarek, en az bir metafiziksel ilkenin güdümündedir. Doğanın yeni kanunlarını bulma çabasında O, bu kanunların matematiksel olarak basit ve açık bir biçimde dile getirilebileceği inancını taşır. Böyle bir inancın güdümünde olmaksızın, Fizik’in bir tek genel kanunu bulma olacağı düşünülemez bile.’[7]

Yukarda kısaca değindiğimiz temel varsayımların Metafiziksel nitelikte olup olmadığı sorusu ayrı bir inceleme konusudur. Ancak şu kadarını belirtelim ki, bilimin son 300 yıllık süre içindeki başdöndürücü gelişmesi dayandığı varsaymların geniş ölçüde geçerli olduklarını kanıtlayıcı niteliktedir.

Kaynak :



http://www.nuveforum.net/709-felsefe-bolumu/45966-bilim-felsefesi-bilimin-kokeni-bilimsel-gelismenin-niteligi-bilimin-anlami/

_______________________________________________________________


BİLGİ NEDİR ?
Daha önceden değinildiği üzere, bir şeyin bir şey olarak kavranılması anlamına gelen bilgi kavram olarak bir çeşitlilik göstermektedir. İlkçağ Grek felsefesinde, sanı, kanaat ya da inanç anlamına gelen doksadan farklı olarak, episteme doğru bilgi, bilimsel bilgi, ilk ilkelerden hareketle kanıtlanabilir olan zorunlu bilgi için kullanılan terimdir. Episteme, örneğin Platon’da, deneyden bağımsız, doğru, ezelî-ebedî ve zorunlu apriori bilgiye karşılık gelir. Buna karşılık, epistemoloji ise bilgiyle ilgili problemleri araştıran, bilginin kaynağını, doğasını, doğruluğunu, sı- nırlarını inceleyen felsefe dalı anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, bugün yaygın olarak benimsenmiş olan bir diğer adlandırma daha bulunmaktadır: Bilgi kuramı. Bunun yanında, gnoseoloji (Grekçe; gnosis: tanıma, bilme), de kullanılmaktadır. Fransızca ve İngilizce konuşulan ülkelerde genellikle epistemoloji, Almancada ise bilgi kuramı (Erkenntnistheorie) daha çok yeğlenmektedir (Diemer, 1999, ss. 163-164). Geleneksel anlamda bilgi biliminin kapsamı içinde kalan klâsik problemler dört temel başlık altında toplanabilir (Cevizci, 1999, s. 307).

1. Bilginin Olanağı Problemi: Bu problem içinde, bilginin hiçbir şekilde olanaklı olmadığını savunan kuşkucu (sceptic) yaklaşım ile bilginin kesinlikle olanaklı olduğunu savunan (gnostic) yaklaşım yer alır. 126 Hakemli Yazılar/Refereed Articles Hüseyin Gazi Topdemir

2. Bilginin Doğruluğu Problemi: Bu problem içerisinde şu felsefe görüşleri yer almaktadır.

• Bilginin doğruluğunun, düşünceyle gerçeklik arasındaki bir karşılıklılıktan oluştuğunu savunan doğruluk anlayışı,

• Bilginin doğruluğunun düşünceler arasındaki tutarlılıktan oluştuğunu savunan doğruluk anlayışı,

• Bilginin doğruluğunun bilginin apaçıklığından meydana geldiğini savunan doğruluk anlayışı,

• Bilginin doğruluğunun yararlılığıyla, belli bir amaca hizmet etmesiyle belirlendiğini savunan doğruluk anlayışı,

3. Bilginin Kaynağı Problemi: Bilginin kaynağında yalnızca aklın bulundu- ğunu savunan, yetkin bilgi örneği olarak matematiği gören akılcılıkla, bilginin kaynağında yalnızca algının, deneyimin bulunduğunu savunan ve bilgi örneği olarak da doğa bilimlerini gören deneycilik, bu çerçeve içinde değerlendirilmek durumunda olan temel görüşlerdir.

4. Bilginin Sınırları Problemi: Bu problem içerisinde şu görüşler yer almaktadır.

• İçkin Epistemolojik İdealizm: İnsan varlığının, bilen öznenin bilgi sürecinde, yalnızca kendi öznel duyu verilerini bilebileceğini, kendi zihninin, kendi içkin küresinin dışına çıkamayacağını kabul eden yaklaşım,

• İçkin Epistemolojik Realizm: Bilen öznenin bilme faaliyetinde, kendi iç- kin küresinin ötesine geçip, nesnenin bizzat kendisine ulaşabileceğini savunan yaklaşım,

• Aşkın Epistemolojik İdealizm: Gerçekten var olan nesnelerin bilginin kendilerine nüfuz edemeyeceği ya da ulaşamayacağı nesneler olduğunu ve bilginin yalnızca görüngülerle, düşüncenin kendi kurgularıyla ilgili olduğunu savunan yaklaşım,

• Epistemolojik Realizm: Bilginin gerçekten var olan nesnelere, gerçekliğin kendisine ulaşabileceğini savunan yaklaşım,

İnsanlar pek çok şey bilirler: Ne zaman kar yağacağını, ne zaman hasta olacaklarını, mutlu veya mutsuz olacaklarını, Amerika Kıtası’nı kimin keşfettiğini, İstanbul’u kimin aldığını, dairenin alanının πr2 olduğunu, Güneş’in her gün doğup-battığını vb. Bütün bunlar bilginin doğasının aslında karmaşık bir şey olduğunu göstermektedir. Bilmek sözcüğü, bu yüzden değişik dillerde çok farklı anlamlar taşımaktadır. Gerçekten de “bilmek” sözcüğünün yalın anlamı “tanımaktır” ve dolayısıyla bu sözcüğe ve bu sözcükten türeyen sözcük gruplarına baktığımızda “tanıma”, “onaylama”, “ikrar etme”, “tanınmış olma”, benzer şekilde Felsefe Nedir? Bilgi Nedir? What is philosophy? What is knowledge? “görmek”, ”kavramak”, “anlamak” gibi pek çok sözcüğün bilmeyle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Modern dil kuramı da, sözcüklerin ve sözcük gruplarının, kendilerine uygun düşen insani duyum ve davranış, içeriklerine göre genişliğine ve derinliğine karakterize olduklarını belirtmektedir. Bu bağlamda bilgi sözcüğünün yer aldığı birçok tümce yazmak olanaklıdır ve her birinde bilmenin farklı anlamlar taşıdığı görülebilir (Diemer, 1999, s. 163). Bildiğim kadarıyla, haberim var, gerçekten biliyorum, onu tanıyorum, böyle olduğunu biliyorum, nasıl işlediği (yapıldığını) biliyorum gibi. Bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde, bilgi biliminin ilk temel probleminin bilginin tanımıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Her bilgi anlayışında bilgi olgusunun nasıl gerçekleştiği, bilginin doğası, kaynakları ve sınırı sorunları ele alınır. Bu bağlamda şu türden soruların da problem alanıyla yakından ilişkili olduğu görülebilir:

• Bilgi nasıl elde edilir?

• Kaynakları nelerdir?

• Kişisel deneyimin bilginin oluşumunda rolünün bulunduğu ileri sürülebilir mi?

• Bilgimizin doğruluğundan nasıl emin olabiliriz?

Bu soruların hem bilgi psikolojisi hem de bilgi mantığıyla yakın ilişkisi vardır. Öncelikle, olguların sorgulanmasıyla, geçerliliğin sorgulanması birbirinden ayırt edilmelidir. Çünkü akla yeni bir düşüncenin nasıl geldiği sorusu bilgi mantığının değil, bilgi psikolojisinin konusudur ve bu bağlamda bir önermenin nasıl savunulacağı, sınanabilir olup olmadığı ve bilinen diğer önermelerle mantıksal bağlarının ne olduğu sorunlarıyla da bilgi mantığı ilgilenmelidir. Böylece, ideanın (bilgi) nasıl ortaya çıktığının araştırılmasıyla, onun mantıksal irdelemedeki yöntem ve sonuçlarının araştırılması arasında kesin bir ayırım yapılmış olur (Popper, 1998, s. 55). Bütün bu açıklamalar bilginin var olanların tanınmasıyla ilgili bir kavramlaş- tırma olduğunu ve aslında her bilme durumunda bir şey (var olan her şey, olgu) hakkında yargıda bulunulduğunu göstermektedir. O yüzden hemen bütün felsefe kitaplarında bilgi bilenle bilinen arasındaki bir ilişkiden ortaya çıkan sonuç şeklinde tanımlanmaktadır. Bilginin kaynağı konusu da nasıl elde edildiği konusu gibi felsefe çalışmalarının odağında yer alan bir sorunsaldır. Bu konuda yaygın iki felsefe okulu bulunmaktadır: Deney ve Us. Bilginin kaynağının deney olduğunu savunan okula deneycilik adı verilmiştir ve başlıca temsilcileri: Demokritos (M.Ö. 460-370), küros (M.Ö. 341-270), John Locke (1632-1704), Etienne Bonno de Condillac (1714-1780) ve David Hume’dür (1711-1776).

Buna karşılık bilginin kaynağının us olduğunu savunan okula ise usçuluk denir ve başlıca temsilcileri Sokrates (M.Ö. 469-399), Platon (M.Ö. 427-347), Fârâbî (870-950), René Descartes (1596-1650), Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716), Baruch Spinoza (1632- 1677), Immanuel Kant (1724-1804) ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel’dir (1770-1831).



Felsefe ve Diğer Disiplinler Felsefenin çeşitli bilgi türleriyle sıkı ve doğrudan bir ilişkisi vardır. Çünkü yukarı- da değinilen bilim, felsefe ve sanat gibi bilgi türlerinin hepsi, aslında aynı varlık dünyasını anlamaya, anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmaktadır. Diğer bir deyişle bütün bilgi türleri araştırmayla bağlanılan tek bir dünyayı yorumlamanın farklı yollarıdır. Bundan dolayı bu disiplinler zaman içerisinde farklı düzeylerde etkile- şim içerisine girmişlerdir. Özellikle felsefenin diğer disiplinlerle tarihin hemen her döneminde ve her kültürde sıkı ilişkisinin olduğu görülmektedir. Felsefenin tarih boyunca en fazla ilintisinin bulunduğu disiplin bilimdir. Bu iki disiplin entelektüel kültürün temel unsurudurlar ve aralarında tarih boyunca mahiyeti ve kapsamı değişiklik göstermekle birlikte, her zaman yakın bir ilişki olmuştur. Bu doğal görünmektedir, çünkü tarihin uzun bir dönemi boyunca neredeyse iç içe geçmiş durumdaydılar. Özellikle Antik Grek Dönemi’nde filozof bilim adamı, bilim adamı da filozoftu ve bu anlamda bir ayrışmadan söz etmek bile neredeyse olanaksızdır. Örneğin Grek felsefesinin ve felsefe tarihinin büyüklerinden birisi olan Platon, tartışmasız büyük bir filozofken, aynı zamanda ileri düzeyde matematik bilen ve hatta geometri bilmeyi Akademi’ye girebilmenin önkoşulu yapmış birsi olması dolayısıyla salt filozof veya salt bilim adamı olarak ayrıştırmanın bir zorunluluk değil sadece bir keyfiyet olduğunu hatırlatan seçkin bir örnektir. Benzer bir durum Modern Bilim Dönemi’nde gözlemlenmektedir ve burada özellikle doğa bilimlerinde ortaya çıkan büyük ve devrimci gelişmeler, bilimi başlı başına anlaşılması ve açıklanması gereken bir problem alanı haline getirmiştir. Bilimde meydana gelen büyük gelişmeler bilimin anlaşılmasını zorunlu kılınca, bu işi yapacak iki felsefe disiplini ortaya çıkmıştır: Bilim felsefesi ve bilim tarihi. Bu iki alandaki etkinlikler günümüzde de yoğun bir biçimde sürmektedir (Topdemir, 2008, s. 23). Öyle ki bilimlerde elde edilen dev gelişmeler sonucunda, sorudan çok yanıt önemli hale gelmeye başlayınca, ister istemez doğa kar- şısında artık salt spekülatif anlatım düzeyinde kalan felsefe de kendisini ister istemez yeniden tanımlamak gereğini duymuştur. Böylece doğrudan doğruya bilim ve Felsefe Nedir? Bilgi Nedir? What is philosophy? What is knowledge? felsefe arasında kurulan etkileşimli ilişki, bu dönemde bilim tarihi ve felsefe arasındaki ilişkiye dönüşmüştür (Topdemir, 2008, s. 24). Felsefenin iletişim halinde bulunduğu bir diğer disiplin de sanattır. Sanat da insan, doğa ve evren üzerine bir tür söylemde bulunmadır ve birçok açıdan benzerlik içerirler. Bu bakımdan her iki etkinlikte yöneldikleri sorunsalı kendi özgün yöntemiyle sorgular, anlamlandırır ve yorumlar. Ancak benzerlik bu iki etkinliğin birbirlerine indirgenmesini değil, aksine diğer entelektüel etkinlik alanlarından farklı olarak her ikisinin de özgül, özgün ve öznel yaratımın en güzel örnekleri olduğunu göstermesi bakımından anlam taşır. Öznelliği ve özgüllüğü çok fazla olan bu entelektüel etkinlikten sanat, yaratma etkinliğini gerçekleştirme sürecinde, felsefenin aksine, doğrudan doğruya duygulara, sanatçının imgelem yetisine dayanır. Buna karşılık felsefe etkinliğinin doğası büyük ölçüde varlık karşısında eleştirel bir tutum almayı ve varlığı aklın ışığında sorgulamayı öne alır. Ancak buradan hareketle sanatı salt güzel olanla sı- nırlı bir etkinlik olarak değerlendirmek doğru değildir. O da en az felsefe kadar gerçeğe katılmayı, gerçeği gözler önüne sermeyi ve insanda gerçek hakkında bir duygulanım yaratmayı amaçlamış bir etkinliktir. Başka bir deyişle sanatın en önemli kazanımı belki de aklın yanında duyguya ve duygulanıma da kapı açması, ona bir varlık alanı tanımasıdır. Bugün salt ussal bir etkinlik olduğu kabul edilen bilimin bile akıl yanında, imgelem ve sezgi yetilerini kullandığı bilinmektedir. Ünlü bilgin Einstein’ın (1879-1955) şu sözü yeterince aydınlatıcıdır: “İmgelem bilgiden daha önemlidir” (Topdemir, 2008, s. 27) // (boldlaştırma bana aittir L.E)

Yukarıda değinildiği biçimiyle nasıl ki bilim ve felsefe arasında değişen tarihsel koşullara koşut olarak farklı etkileşimler söz konusu olmuşsa, felsefe ve din arasında da benzer etkileşimlerden söz etmek olanaklıdır. Örneğin Antik Grek’de politeist yani çok tanrılı bir dini sistem vardı ve bu sistemin eleştirisinde felsefî düşüncenin özünü oluşturan fikirler doğmuştur. Bu dönemde dinin açıklamaları yetersiz bulunarak eleştirilmiş, aklın ilkelerine dayalı bir düşünce sistematiğiyle insan, doğa ve evren anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu dönemde ortaya konulan düzenli evren (kozmos) kavramlaştırılması, yine aklın ilkeleriyle uyumlu olarak çalışan düzenli aklın (logos) inceleme konusu edilmiş ve logosun kozmosu kavrayabileceği öngörülmüştür. Bununla birlikte, Ortaçağ’da felsefe neredeyse din haline getirilmiş veya dinsel dogmaların açıklanmasının aracısı konumuna itilmiştir. Modern Dönem’de ise bu kez tıpkı sanat alanında olduğu gibi, felsefe dini bir bütün olarak inceleme konusu yapmış ve bu bağlamda dinin anla- şılması için temel kavramlarını inceleyen, bu kavramları temellendirmeye çalışan ayrı bir felsefe dalı olarak din felsefesi geliştirilmiştir (Topdemir, 2008, s. 29).


Sonuç
İnsanın, kendi kendisiyle tanışması, diğer bir deyişle insanın kendisiyle yüzleş- mesi belki de var oluşun en heyecan verici anlarından birisini oluşturmaktadır. Çünkü örneğin durgun bir su yüzeyinde kendi yansımasını gören insan, bu saydam ortam aracılığıyla kendi gerçek varlığıyla karşılaşmış olmaktadır. Bu özel andan itibaren bütün düşünce tarihini varlığıyla sarmalayan ünlü “Ben kimim?” sorusu artık sorulmak durumda kalmıştır. Bu soru giderek çevre için ve en sonunda daha geniş çevre demek olan evren için de aynı titizlikle sorulmuştur. Soruyu soran akıldır. Yanıtı veren de akıl olacaktır. Göreli olarak ilkel insanın oluşturdu- ğu bu monologun deyim yerindeyse insanın var oluşu kadar eski olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bundan dolayı, eğer bu monologa felsefenin başlangıcı olarak bakılacak olursa, o zaman felsefenin insanın düş ve düşünce gücünün tarih içinde süregelen eşsiz bir serüveni olduğu ve bu bakımdan da bir devamlılığının bulunduğu anlaşılacaktır. İlk anda bakıldığında herhangi bir işlevi ve bu anlamda sosyal bir bilim olarak felsefenin değerinin olmadığı duygusuna kapılabilinir. Ancak bunun doğru olmadığını belirtmek gerekmektedir. Çünkü felsefe her şeyden önce, insanın düşünsel dünyasında yarattığı büyük aydınlık ve yüksek kavrayış gücüdür. Bu kavrayış gücü manevi doyumu ve insanın bu anlamda kendisine, çevresine, yakın ve uzak bütün insansal oluşumlara ussal bir bağlamda tutarlı bir bakış sergilemesini sağlamaktadır. İnsan bu büyük bakışın sayesinde örneğin demokrasiyi, insan haklarını ve etik ve estetik yargılarını geliştirmeyi başarmıştır. Felsefenin toplumsal düzeyde sağladığı bir diğer katkı da bireylerde yaratacağı zihniyet değişimidir. Bunun en güzel örneği eleştirel zihniyetin bireylere kazandırılmasıyla topluma yansıtılmasıdır. Ancak bu yolla bir insan diğerinin yerine kendini koyabilir ve tek bir gerçeğin olması gerekmediğini bazen farklı şekillerde de olayları değerlendirmenin gerektiğinin bilincine böylece ulaşılabilir. Öyleyse felsefenin ciddi anlamda bir bilinçlendirmeye yol açacağı, bu temel alışkanlıkları ve erdemleri gerçekleştireceği ve geliştireceği anlaşılmaktadır. Her şeyden önemlisi insanın kendisini, yaşamını ve içinde bulunduğu koşulları sorgulaması, gerektiğinde yaşamını derinden etkileyecek değişimlere gitmesi hep eleştirel zihniyete sahip olup olmamasıyla ilişkilidir. Sokrates’in dediği gibi, “Sorgulanmamış yaşam yaşanmamış demektir” (Palton, 1997, s. 33) yargısı da benzer kaygı- ların ürünüdür ve felsefenin bireysel yaşam açısından taşıdığı değeri göstermesi bakımından dikkate değerdir.
KAYNAK :

Felsefe Nedir? Bilgi Nedir?

Hüseyin Gazi Topdemir

( Doç. Dr. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü)


Makaleye ait Kaynakça ve makalenin bütünü için bkz : http://80.251.40.59/ankara.edu.tr/topdemir/felsefenedirbilginedir.pdf
________________________________________________________________________


Yüklə 138,14 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin