Aşkı ve insanı pek az yazar onun gibi anlatabildi



Yüklə 0,69 Mb.
səhifə7/15
tarix18.04.2018
ölçüsü0,69 Mb.
#48563
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   15

Cem'le bir kere daha buluşması, yaşadıklarını bir kaçamak olmaktan çıkaracak, kendisim bir labirent gibi içine alıp bu yaşananları bir daha kolay kolay dışına çıkılamayacak bir maceraya dönüştürecekti. Bunu hissediyordu. Kaçacaksa şimdi kaçma-lıydı, daha sonra çok geç olacaktı. Böyle olacağını hissettiği, hatta bildiği halde kaçmak istemiyordu. Yaşadıklarının yarattığı heyecan ve zevk kadar, hat-

102
ta belki de daha çok, bundan sonra neleri nasıl yaşayacağına dair içindeki merak kaçmasına izin vermiyordu. Bu tür ilişkilerin birçoğunun başlangıcında olduğu gibi Aydan da kendi merakının tutsağı olmuştu.

Bütün gün insanları izleyerek, onların görünmeyen hayatlarının nasıl olduğunu keşfetmeye çalışarak, zaman zaman arkadaşlarıyla yaptığı konuşmayı hatırlayıp gülümseyerek çalıştı ama içinde, derinlerde bir yerde, tuhaf, ismini koyamadığı, nedenini bulamadığı bir tedirginlik, bir huzursuzluk, bir hoşnutsuzluk vardı. Bunun, yaşayacaklarının içinde yarattığı korkudan kaynaklandığını sandı ama bir yanı ona bu tedirginliğin o korkuyla ilgisi olmadığını söylüyordu.

Gün boyu, bir yaraya, bir kesiğe dokunur gibi zihni gidip gidip bu tedirginliğe dokunuyor, onun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Nedenini bulamadıkça, tedirginlik, dokundukça büyüyen şekilsiz ve ürkütücü bir yaratık gibi büyüyordu içinde. Akşama doğru tedirginlik iyice artmış, onu bunaltmaya, huy-suzlandırmaya başlamıştı.

İşten çıkmadan biraz önce çalan telefona alışkın olmadığı bir telaşla uzandığında tedirginliğin kaynağını fark etti ve bu onu gerçekten çok şaşırttı. Bütün gün boyunca Cem'den telefon beklemiş olduğunu anlamıştı. Cem, onun telefonunu bilmiyordu ama o gene de kendisine telefon etmesini bekliyordu. Tedirginliğin altından çıkan bir ses ona, "Beni o kadar istese, benden etkilenmiş olsa telefonumu bulurdu," diyordu.

Tedirginliğin kaynağını keşfetmesiyle birlikte o tedirginlik de biçim değiştirip bir öfkeye dönüştü.

Eve çok sinirli ve gergin geldi. Selin'i azarladı,

103

anlamsız bir nedenden Halûk'la tartıştı. Yemek yemedi. Durduğu yerde duramıyordu, bir salona gelip oturuyor, televizyona bakıyor, bir mutfağa gidiyor, bir yatak odasına geçiyordu. Konuşmayı canı çekmiyor, yalnızca Cem'in kendisini niye aramadığını düşünmek, buna kendisini rahatlatacak bir cevap bulmak istiyordu. Aranılmamış olmayı, istenmemiş, beğenilmemiş olmaya bağlıyor, bu kadar beğendiği bir erkeğin kendisini beğenmemesi onun kendine olan güvenini acıklı bir şekilde yaralıyordu.



Kendini aldatılmış hissediyordu, o zaman o da aldatacaktı.

Bu duygularının anlamsızlığını biliyordu ama duygularında anlam arayacak hali yoktu, öfke ve üzüntü, büyük beyaz köpükler gibi kabarıp bütün öbür duygularla düşüncelerin üstünü örtüyordu.

Selin'i erkenden, biraz da sertçe davranarak yatırdı. Kızına böyle davrandığı için, özellikle de böyle davranmasının nedenini bildiği için çok utanıyordu, ama kendine hâkim olamıyordu.

Biraz oyalanıp, Selin'in uyuduğuna inandıktan sonra içeri gidip gardırobunu açtı, giysilerini teker teker gözden geçirdi, daha önce aldığı ama Halûk'un kıskançlığından çekindiği için hiç giymediği siyah, daracık bir mini etekle, narçiçeği rengi, içini gösteren şeffaf bir bluz çıkardı. Çırılçıplak yatağa oturup önce yüksek topuklu siyah ayakkabılarını giydi, aynanın karşısında durup kendi çıplak bedenini seyretti. Sonra tadını çıkarta çıkarta giyindi. Dudaklarına koyu kırmızı bir ruj sürdü.

Salona döndü.

Koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. Tuhaf bir heyecan duyuyordu; o garip kaymalardan biri daha olmuş, bir an kendini, kocasını Halûk'la aldat-

104

maya hazırlanır gibi hissetmişti. Sanki kendi yazıp yönettiği bir tiyatronun içinde yaşar gibiydi, insanlara roller dağıtıyor, sonra onları değiştiriyordu ama rol alanlar bu değişimlerden haberdar olmuyorlardı.



Halûk televizyona dalmıştı ama Aydan'dan salona nasıl bir elektrik dağıldıysa birisi omzuna dokunmuş gibi dönüp ona baktı. Onu öyle kalçalarına kadar sıyrılmış kısacık eteği, göğüslerini bütün çıplaklığıyla ortaya koyan şeffaf bluzuyla görünce şaşırmış, hafif bir tedirginlik duymuştu.

Tedirginliğini hissettirmemeye çalışarak, göz kırptı.

— Hayrola?..

Aydan omuzlarını silkti. -Hiç...

Halûk, karısına asla hayır demeyen erkeklerdendi, karısı ne zaman istese onunla sevişmeye hazırdı, ama böyle program dışı sevişmeler, Aydan'ın hiç beklenmedik bir anda salona şeffaf bir bluzla gelmesi pek sık yaşadıkları bir durum değildi.

Halûk televizyonu kapattı. Ayağa kalktı.

Aydan onu elinden tutup çekti.

— Gel yanıma otur.

O koltukta, uzun uzun aynı ilk evlendiklerinde yaptıkları gibi her an biraz daha artan bir arzuyla öpüştüler, artık dayanamayacaklarını hissettiklerinde, biraz da Selin'e yakalanma korkusundan içeri gittiler.

Yatağa çok istekli ve çok heyecanlı girmişti Aydan, her zamanki ezberlenmiş ve kendilerine her zaman zevk veren dokunuşlarla sevişmeye başladılar ama birden kocasının sevişme biçimini yadırgadı.

Onun Cem gibi sevişmesini beklediğini anladı.

Bedeninin hareketleriyle, küçük iniltilerle, tek

105

kelimelik sözcüklerle Halûk'u yatakta yönetmeye başladı, dokunulmasını istediği yerlere dokunması için uygun biçimde dönüyor, bazen eliyle Halûk'un başını kendi bedenine bastırıyordu. Halûk onun isteklerine uymaya çalışıyordu, onun istediği yerlerini tutuyordu ama ellerinde, dudaklarında, dilinde bu yeni sevişme biçimine bir türlü uyum gösteremeyen bir acemilik, bir eksiklik vardı.



Aydan iki erkek arasındaki farkı canı acıyarak görüyor, Halûk'un asla Cem gibi sevişemeyeceğini anlıyordu, öyle bir sevişme istiyorsa Cem'e gitmekten başka çaresi yoktu.

Bir yandan da, gerçek bir sevgiyle Halûk için üzülüyor, onun böyle bir zevki hiç tadamayacak oluşuna içten bir şefkatle hayıflanıyordu. Kendisi, Cem'e rastladığında onun sevişme biçimine hemen ve zevk alarak uyum göstermişti ama kocası, Cem'in kadın haline rastlasa ona ayak uyduramayacaktı. Kocasıyla arasında çok önemli ve temel bir fark olduğunu ilk kez bu kadar açıkça anlıyordu.

Kocasıyla Cem'le seviştiği gibi sevişebilmeyi gerçekten isterdi, bir başka erkeğe muhtaç olmamak, aradığı her şeyi evde bulabilmek için birçok şeyden vazgeçebilirdi ama bunun mümkün olmadığını kederle ve korkuyla fark ediyordu.

Sonunda Halûk'u yönetmekten vazgeçti, onu bildiği gibi sevişmesi için özgür bıraktı. Halûk yeniden bildiği, ustalaştığı, sevdiği hareketlere kavuşmanın rahatlığıyla sevişmeye koyuldu.

Sevişme bittiğinde her zaman olduğu gibi Ay-dan'ın bedeni doymuş, huzura kavuşmuştu ama ruhu sevişmeye başlamadan önceki halinden de beter bir biçimde aç ve huzursuz kalmıştı.

Geceliğini giyip banyoya gitti.

106

Işığı yakıp kapıyı kilitledi.



Küvetin kenarına oturdu.

Halûk uyuyana kadar odaya dönmedi, orada tek başına düşündü.

O geceki deneme, ona yeniden Cem'e gideceğini, ondan ve onu istemekten kurtulamayacağını bir kez daha göstermişti, olabileceklerden artık daha fazla korkuyordu.

107


VIII

Bazı şeylerin yokluğu, varlığından daha etkili olabiliyordu kimi zaman.

Cem'den beklediği telefonun gelmemesi, heyecanla uzandığı her telefondan başka bir sesin duyulmasının onu hayal kırıklığına sürüklemesi Aydan'ın sürekli olarak Cem'i düşünmesine, onun kendisim niye aramadığını anlamaya çalışmasına, aklının hep Cem'le meşgul olmasına yol açmıştı.

Cem aramış olsa bu kadar etkili olamazdı büyük bir olasılıkla ama o aramadıkça Aydan onu daha çok düşünüyor, Cem'e ve bu tuhaf ilişkiye duyduğu ilgi daha çok artıyordu. Anlamak, aramamasının nedenini öğrenmek istiyordu. Düşündükçe, Cem'le ilgili duygulan da biçimden biçime girerek içinde büyü-yordu.

Bir yanı, neredeyse uykuda bile durmayan çılgınca bir sabırsızlık ve merakla Cem'i düşünüp hayatı hastalıklı ve keskin bir dikkatle izlerken, bir yanı da yanıtını bulamadığı sorularla sanki her saat biraz daha bitkinleşip ölgünleşiyor, kendini yenik ve yorgun hissediyor, dalgınlaşıyor, aklındaki erkeğin

108


dışındaki konularda yoğunlaşmakta zorluk çekiyordu.

Beklediği sesin duyulmaması, Aydan'ı, o sesin sahibine, duyulması beklenen sesin bağlayabileceğinden daha çok bağlıyordu, Cem'in söyleyeceği hiçbir söz, bu sessizlik kadar Aydan'ı derinden sar-samaz, kendisiyle böylesine meşgul edemezdi.

İçinde büyüyüp çoğalan duyguların yarattığı karmaşa aşka çok benziyordu. Öfke, özlem, merak, istek, korku, kıskançlık, onu bir kere görüp dokunma arzusu, duyulması beklenen sesin yokluğunun yarattığı acı tıpkı âşık bir kadının yaşayacağı gibi şiddetle yaşanıyordu.

Bu duyguları gerçek bir aşktan ayıran tek şey, bunların Cem'in varlığından değil yokluğundan kaynaklanmasıydı.

O sıralarda öyle anlar oluyordu ki, o anda Cem arasa, Aydan işlerinin çok olduğunu, onunla görüşemeyeceğini söyleyip gönül rahatlığıyla telefonu kapatabilirdi. Çektiği o sancılardan sonra Cem'in sesi bu ilişkinin, hiç olmazsa bir süreliğine kopmasını sağlayabilecek, Aydan'a çok istediği huzuru verecekti.

Ama Cem aramıyor, onu çok sıradan ama sıradan olduğu kadar da korkunç bir gerçekle, yaralanmış gururuyla ve bu gururu tamir etmeye çalışmak zorunluluğuyla baş başa bırakıyordu. Beğenilmeyi, seçilmeyi, hayran olunmayı arzulayan insanların o ürkütücü zaafı Aydan'ı da teslim almıştı. Aranmamasını beğenilmemeye, tercih edilmemeye bağlıyor, zekâsı, çekiciliği, dişiliği, etkileyiciliği, kendine olan güveni, bir erkeğin kendisini beğenmediğini düşündüğü anda önemsizleşiyor, kendileriyle birlikte Aydan'ın bütün varlığını da önemsizleştiriyordu. O er-

109

keği ne kadar çok istemiş olduğunu kendisi biliyor, beğendiği birine kendini beğendiremediğini, o kadar istediği bir şeyi ele geçirmeye gücünün yetmediğini düşünmek yarasını ağırlaştırıyordu.



Çok basit, çok bildik ama kurtulması çok zor olan bir tuzağa düşmüştü. Bu tuzağın en dehşet verici yanı, içine düştüğü tuzağı, sürekli olarak bunu düşünerek kendi kendine derinleştirmesi, içinden çıkılması nerdeyse imkânsız hale getirmesiydi. Tutsaklıkların en acı verici olanını yaşıyor, kendi kendinin tutsağı oluyordu; duygularıyla düşüncelerini bir erkeğe bağlayan o korkunç bağı yine kendi duygularıyla düşünceleri örüyordu.

Kısa sürede bu duygular bir tutkuya dönüşerek bütün hayatını kapladı, bu ağır yükün altında eziliyor, isteksiz, sinirli, huzursuz, dağınık bir kadın haline geliyor, kederli bir yorgunluk bedenini kemiriyor, sabahları yataktan zor kalkıyor, konuşmakta güçlük çekiyor, düşüncelerini yönlendiremiyordu. Yüzü solmuş, sesi cansızlaşmış, bakışları hayata yabancılaşmıştı; hasta gibiydi.

Sonunda artık dayanamadı, kendi kendine kurtulamayacağını anlayıp, onu kurtarabileceğine inandığı tek insanı, Cem'i aradı.

Daha 'merhaba' dediğinde, sesindeki küskünlüğe ve uzaklığa rağmen, Cem onu her zaman olduğu gibi hemen tanımış, dostça bir neşeyle, "Nasılsın!" demişti.

— İyiyim, teşekkür ederim... Sen nasılsın...

Cem'in sesindeki yakınlık ve dostluk Aydan'ı çok şaşırtmıştı ama günlerdir içinde biriken küskünlük sesinden hemen kaybolamamış, eski kızgınlıkla, yeni karşılaştığı yakınlığın yarattığı sevinç arasında sesi ahengini kaybedip bir süre dalgalan-

110

mıştı. Cem'in sesindeki güç, güven ve neşe, Aydan'a, acılar içinde kıvranarak geçirdiği o günlerin Cem'i hiç üzmediğini göstererek sinirlendiriyor ama aynı zamanda kendisini böylesine istekli karşılayışı, günler boyunca yaşadığı 'istenmemişlik ve beğenilmemişlik' duygusunu silip atarak onu sevindiriyordu.



Erkeğin, bu ilişkiyi kendisi kadar önemsemediğini, bunu hayatının merkezindeki bir soruna çevirmediğini anlıyordu ama ilişkinin süreceğini, kendisini sevdirme, Cem'i kendine bağlama ve her ne kadar kendisine itiraf etmese de, o çektiği acının intikamını alma fırsatını bağışladığını da görüyordu. Açık olan gerçek şuydu: Reddedilmemişti. Belki arzuladığı kadar özlenmemişti ama sesi unutulmamış, araması sevinç yaratmıştı, gururu o büyük yaradan kurtulmuştu. Biraz örselenmişti belki ama o büyük yaranın yanında bu fark edilmeyecek ve hızla unutulacak kadar küçük bir şeydi.

— Yarın ne yapıyorsun, dedi Cem.

Aydan bir an ertesi gün neler yapacağını aklından geçirdi, bankada yapılması gereken işler vardı ama sıkı bir çalışmayla bunları halledebileceğini düşünüp, geleceğini anladığı davete kapıyı açık tutan bir sesle,

— Her zamanki şeyler, dedi... Önemli bir şey yok...

— Vaktin varsa uğraşana bana yarın öğleden sonra... Özledim seni.

'Özledim seni' sözcüklerini çok kolay söylediğini seziyordu, sözcüklerde, gerçek bir özlemin yaratması beklenen çekingenlik, tedirginlik ve yakıcı istek yoktu ama onu sesini duyar duymaz çağıracak kadar da özlemişti. O anda, Aydan için önemli olan

111

buydu, Cem'in onu özlediğini söylemesi; bunu nasıl söylediğiyle uğraşmaya hali yoktu, yorulmuştu. Aldırmaz bir sesle sordu:



— Senin için en uygun saat kaç? - İki, iyi mi?

-İyi...


Aydan konuşmayı daha fazla uzatamadı, gücü birden tükenmiş, içindeki gerginlik kaybolurken, kendisiyle birlikte Aydan'ın bütün enerjisini de alıp götürmüştü.

— Yarın görüşürüz, deyip kapattı telefonu.

Bir an yorgun bir halde koltuğunun arkasına dayanıp, hiçbir şey düşünmeden karşı duvara baktı. O bir an, gerçekten duyguları ve düşünceleri yok olmuş, bütün ruhu boşalmıştı. Uzun hastalıkların ardından gelen ve ne hastalığa ne sağlığa benzemeyen hoşnut bir yorgunluk gibi günlerce süren gerginlikten sonra bir anlık bir boşalma ve dinlenme yaşadı.

Sonra, hayatını kaplayan üzüntünün, gerginliğin, acının bahar sabahları kırlara çöken o kalın ve koyu sis gibi ardında hiçbir iz bırakmadan dağıldığını, biraz önceki yoğun sisin varlığından bile insanı kuşkuya düşürecek bir aydınlığın bütün haşmeti ve parlaklığıyla ortaya çıktığını hissetti. Değişim o kadar çabuk olmuştu ki inanmakta zorluk çekiyordu. Duygularına bir gerçeklik katmak için, telefon etmeden önce hissettiklerini hatırlamaya çalıştı ama şaşırarak hiçbir duyguyu hatırlamadığını gördü.

Günlerce yaşadığı o duygular sanki hiç yaşanmamış gibi yok olmuşlar, belli belirsiz bir kızgınlık dışında geride hiçbir iz bırakmamışlardı. Neler yaşadığını, çektiği acıyı, üzüntüyü, özlemi hatırlıyordu ama bunları sadece birer sözcük olarak hatırlıyordu, o sözcüklerin içini dolduracak olan duygulardan bir

112


belirti yoktu. Kızgın bir çölde ışık kırılmalarının yarattığı hayaller gibi kaybolmuşlar, boşluğa karışıp gitmişler, Aydan'ı yaşadığı duyguların gerçekliğinden ve şiddetinden kuşkuya düşürerek belleğinden silinmişlerdi. Aslında yaşadıkları bir hayale benzediği, gerçeklikleri yalnızca Aydan'm yaralı duygu-larındaki çarpılmalardan oluştuğu için kaybolmaları böylesine kolay olmuştu, Aydan gerçek acıların bu kadar kolay kaybolmadığını, kaybolduklarında bile geride hatırlanacak izler bıraktıklarını daha sonra öğrenecekti.

O bir anlık boşlukta ruhundaki ağır yükten kurtulmuş olmanın sevincini yaşadı.

Sonra kaybolan duyguların yerini, o duygulara hiç benzemeyen, tamamen fiziksel başka bir gerçeklik aldı. Kasıklarından bir şeyin yükseldiğini, karnından, ciğerlerinden geçtikten sonra göğsüyle boynu arasında bir yere kanatlarım çırpıp duran iri bir kuş gibi yerleşip, soluk almasını zorlaştırdığını fark etti.

Önce çok korktu. Soluk almakta çektiği zorluk canını acıtıyordu. Yaşadığı duygunun, güçlü ve çıplak bir heyecan olduğunu anlaması epey bir süre aldı. Daha sonra tutkunu olacağı, uğrunda bütün hayatını yok etmeyi göze alacağı bu dehşetli heyecan bir yandan canını yakıyor, bir yandan da ona inanılmaz bir zevk veriyordu.

Bütün öğleden sonrayı, ertesi günkü işlerini tamamlayabilmek için, göğsünün üstündeki, ona neredeyse cinsel bir istek ve acı veren o heyecanla, zorlukla soluk alıp, arada bir tıkanarak çalışmakla geçirdi. Kendini ne kadar işine vermeye uğraşırsa uğraşsın, soluk almakta çektiği zorluk ve içindeki kuş kanatlarını andıran neşeli çarpıntı ona ertesi gün

113/8


yaşayacaklarını ve daha önce yaşadıklarını düşündürüyor, eti karıncalanıyordu.

Durmadan saatine bakıyor, akreple yelkovanın, belleri kırılmış iki sürüngen gibi, canını acıtacak bir yavaşlıkla ekranın içinde süründüklerini, zorlukla kımıldadıklarını görüyordu. Sabırsızlığı heyecanına karışıyor, garip çarpıntılar soluk almasını daha da güçlendiriyordu. Bir ara kimseye hissettirmeden binadan çıkıp kaldırımda derin derin içini çekmiş, açık havanın soluk almasını kolaylaştıracağını ummuştu ama bunun da bir yararı olmamıştı.

O öğleden sonra zor geçti.

Akşam eve geldiğinde biraz daha sakinleşmiş gibiydi ama o çarpıntılar orada duruyordu. Heyecanına ve soluk almaktaki zorluğuna karşın garip bir sevinci vardı, günlerdir kocasıyla kızına yaşattıkları için özür dilemeye çalışır gibi ikisiyle de yakından ilgilendi, kızıyla şakalar yapıp güldü, yemekten sonra Halûk'la o siyah beyaz İskandinav filmlerinden birini, filmde ne olduğunu hiç anlamadan, tamamen başka şeyler düşünerek seyretti.

Yatma vakti geldiğinde, uykuda zamanın daha çabuk geçeceğini düşünerek büyük bir istekle yatağa girdi. Bütün o yorgunluktan ve gerginlikten sonra derin bir uykuya daldı.

Ertesi sabah kalan işlerini tamamlamak için nerdeyse koşarak gitti bankaya. Göğsünün üzerindeki, soluk almasını güçleştiren o heyecan hâlâ aynı yerde duruyor, kuş arada bir şakıyarak kanatlarını çırpıyordu. Öğle olmadan işlerini bitirip, yardımcılarına kendisi yokken neler yapacaklarına dair talimatlarını verdi.

Bütün bunlardan sonra saatine baktığında saatin hâlâ on olduğunu gördü. On biri geçe işten çıkıp

114


eve gitmeyi, hazırlanmayı planlamıştı ama zaman geçmiyordu. Büyük bir şehrin üzerinde uçarken motoru alev alan bir pilotun uçaktan atlamak için şehri geride bırakmaya uğraştığı sırada hissettiği telaşı ve sabırsızlığı içinde duyuyor, o pilot için şehrin altından kaybolması nasıl zor ve uzun geliyorsa, ona da zamanın geçmesi aynı biçimde zor ve uzun geliyordu.

Tam işten çıkmaya hazırlanırken genel müdürün sekreteri arayıp, 'biraz gelmesini' rica etti. Genel müdürün odasına koşarak gitti ama sekreter onu hemen içeri sokmadı, "Şu anda telefonla konuşuyor, bir dakika sizi bekleteceğim, oturmaz mısınız..." diyerek işlerine döndü. Aydan oturup bacak bacak üstüne attı, ayağı neredeyse kendi denetimi dışında sinirli bir biçimde sallanıyordu. Saatine baktı, on biri çeyrek geçiyordu. Kadranın içindeki o iki sürüngen biçim değiştirmişler, yarış atlarına dönmüşlerdi, hızla koşuyorlar, Aydan'ın hazırlanmak için kendine ayırdığı zaman gittikçe azalıyordu.

Sekreter, "Buyrun sizi bekliyor," dediğinde telaştan neredeyse kapıya çarptı, tokmağı bulmakta zorlandı ama odaya girdiğinde toparlanmıştı. Genel müdürün söylediklerini sakin görünerek dinledi, onu dinlerken bir yandan da istediklerini nasıl halledeceğini düşünüyordu. Genel müdürün odasından çıkar çıkmaz koşar adım odasına döndü, bir yardımcısını çağırıp, genel müdürün istediği belgelerin hemen hazırlanmasını, ertesi sabaha masasına bırakılmasını söyledi.

Binadan nasıl çıktığını hatırlamıyordu.

İpekli bir kumaş gibi yumuşacık bir mavilikle aydınlanmış parlak bir bahar günü vardı dışarıda;

115


güneş mutluluğu andıran bir sıcaklıkla insanları ısıtıyordu. İnsanlarda huzurlu ve kaygısız bir hava seziliyordu, Aydan'dan başka kimsenin telaşı yok gibiydi.

Arabasını gergin bir asabiyetle sürüyor, öbür arabaların arasından riskli manevralarla geçiyor, kendisine yol vermekte geciken arabalara, herkesi öfkelendirecek biçimde korna çalıyordu. Eve yaklaştığı sırada benzininin bitmekte olduğunu, benzin göstergesinin üstündeki o uğursuz kırmızı ışığın yandığını gördü. İlk rastladığı benzinciye girdi. Benzinci çok yavaş hareket ediyordu. Adama biraz acele etmesini, geç kaldığım söyledi, adam aldırmadı bile. O anda o adamdan da, hayattan da, herkesten de nefret ettiğini hissetti.

Eve girer girmez banyoya koştu, elbiselerini bile orada çıkardı. Suyun altında biraz sakinleşti, neler yapacağım, saçlarını kurutmasının, makyaj yapmasının, giyinmesinin ne kadar zaman alacağını hesapladı. Elini bacaklarının üzerinde gezdirip, kontrol etti. Pürüzsüzdü. Bunu bir gün önceden halletmiş olduğuna sevindi, yoksa bugün yetişmekte zorlanacaktı.

Saat tam ikide Cem'in kapısının önündeydi. Zili çalarken, bütün bedeni büyük bir nabız gibi atıyor, kalbinin vuruşlarını her yanında hissediyordu. Tıkanacak gibiydi.

Kapı açıldığında derin bir soluk alıp yutkundu.

Cem sakin bir şekilde gülümsüyordu.

— Hoş geldin, gir içeri.

Bir şey söylemeden salona yürüdü.

— Ne içersin?

— Ne olursa...

— Nasıl ne olursa... Artık tercihlerimiz yok mu

116


hayatta...

Aydan'ın ne şaka yapacak ne de bir şakaya gülecek hali vardı, lafı çok uzatmadı:

— Bir konyak içeyim.

Cem kocaman balon bir bardakta konyak getirdi. Hiç acele etmiyordu ama onun sükûneti Aydan'a da iyi geliyor onu biraz yatıştırıyordu.

Konyağını içerken ne zaman içeri gideceklerini düşünüyordu, acaba nasıl söyleyecekti Cem içeri gitmelerini. Sabırsızlanıyor, bir an önce yatak odasına gitmek istiyordu, sanki ancak o yatağa girdikten sonra rahat bir soluk alabilecekti.

Cem sonunda, "Konyağını içerde içmek ister misin?" dedi.

Aydan sanki önemsiz bir şeyden konuşur gibi cevap verdi:

— Olur.


Ama bunu söylerken ayağa kalkmıştı bile. Yatak odasına giderken soluk alması iyice güçleşmişti. Yapmakta olduğu şeyin bir günah ve suç olduğunu biliyor, bunu bilmek onun heyecanını ve isteğini dayanılmaz kılıyordu. Kocasından başka bir erkekle, bilerek, isteyerek, bunun için randevulaşarak sevişmeye gidiyordu; hiçbir mazereti, kendisini affettirecek hiçbir nedeni yoktu. Bunu kendisinden hiç saklamadan, böylesine açıkça yaşamak bütün dünyaya meydan okumak gibi heyecan ve korku verici bir davranıştı. Tanrı'yla ve Şeytan'la aynı anda yüzleşmeye hazırlanıyor, buna cesaret edebilmesinin kendi gözünde yarattığı ürkütücü ayrıcalıktan başı dönüyordu. Geçen seferki sevişmenin belleğinde kalan ayrıntıları ise bu baş dönmesinin içinde saklı olan hazzı bir insanın kolayca taşıyamayacağı kadar büyütüyordu.

117


O koridorda yaşadığı heyecanı hiç unutmadı, gökyüzüne yükselip uçmak ve uçarken her an düşebileceğini bilmek gibi neredeyse doğaüstü bir duyguydu bu, bir kere yaşayanın bir daha kolayca vazgeçemeyeceği, yeniden yaşamayı özleyeceği bir tür büyüye benzeyen bir deneyimdi bu.

Sevişmeye başladıktan ancak bir süre sonra baş dönmesi geçti, soluk alıp vermesi rahatladı, küçük bir kayık gibi kendini, onu alıp sonsuz bir okyanusa sürükleyecek dalgalara bıraktı.

Günlerce bu sevişmeyi düşünmüş, geçen sefer yaşadıklarını hayalinde büyütüp abartmış olabileceğinden kuşkulanmıştı ama daha ilk dokunuşlardan sonra hatırladığı şeyin gerçek olduğunu anladı. Üstelik geçen sefer ilk sevişmenin heyecanıyla fark e-demediği birçok küçük ayrıntıyı bu kez çok daha iyi hissedip tadını çıkardı. Bir mitoloji tanrıçası gibi kendi bedenine tapınılmasının nasıl bir zevk olduğunu bir kere daha yaşayarak zihnine iyice kaydetti.

Bir ara kendine böylesine zevk veren bedene aynı zevki yaşatabilmek telaşına düşüp doğallıktan hafifçe sapan bir aceleciliğe kapıldığında, Cem, parmaklarının ucuyla yüzünü okşayıp, o şehvet sarsıntılarının arasında çok şaşırtıcı ve çok etkileyici gelen yumuşacık, sevecen bir sesle, "Sakin ol," dedi, "kendini bırak, acele etme."

Uysal bir çocuk gibi Cem'in sözünü dinleyip kendini bedeninin doğallığına bıraktı. Şiddetli bir şehvetin ancak telaşsız bir doğallığın içinden doğup büyüyebileceğini, şehveti bir an önce bulabilme kaygısının şehvete giden yolları kapatabileceğini öğreniyordu.

O gün bir sevişme molasında, Cem, Aydan'ın do-

118
kunmaktan olduğu kadar artık seyretmekten de hoşlanıp benimsediği biçimli bedeniyle çırılçıplak kalkıp, kocaman kristal kâselerinden birine doldurduğu iri kirazlarla geri dönmüştü.

— Bir İngiliz arkadaşım anlatmıştı, Oxford Üniversitesi'nde birini hocalığa kabul etmeden önce bir kiraz testi yaparlarmış bir söylentiye göre.

— Nasıl kiraz testi?

— Bütün hocaların katıldığı bir yemek düzen-lerlermiş, yemeğin sonunda da kiraz ikram edip çekirdeklerini ne yaptığına bakarlarmış.


Yüklə 0,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   ...   15




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin