Asıl+ Kendi Gerçekliğinin Üstünü Örtmek ya da Fasıklık Cilt 1



Yüklə 1,31 Mb.
səhifə2/17
tarix06.03.2018
ölçüsü1,31 Mb.
#44364
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17

Sıkı-gerektirmek: “Her insan kızarır” ve “bazı insanlar kıza­rır” tümceleri sıkı gerektirirdir. “Her insan kızarır ama hangisi olursa olsun değil” veya “kedi paspasın üstünde ve kedi paspasın üstünde değil” diyemeyiz. Çünkü bu tümceler sıkı-gerektirir değildir. Bu durumların her birinde tümcenin ilk öğesi, ikincinin çelişiğini doğurur.

Gerektirmek: “Kedi paspasın üstündedir” demek, onun öyle olduğunu düşünmeyi gerektirir. “Kedi paspasın üstünde ama ben onun öyle olduğuna inanmıyorum” diyemeyiz.

Birisinin gerçekte öyle düşünmediği halde “kedi paspasın üstündedir” dediğini varsayalım. Bu durumda Austin'e göre kuşkusuz bir kötüye kullanma söz konusudur. Diğer bir deyişle, bu bildirimin başarısızlığı, yerine getirme niyeti taşımadan gerçekleşti­rilen “...meye söz veriyorum” sözceleminin başarısızlığıyla öz­deştir. Sözcelemin gerektirdiği davranışı yerine getirme niyeti taşımaksızın “söz veriyorum” demek, bir şeyin öyle olduğuna inanmaksızın “o öyledir” demek gibidir.



Varsaymak: “Ali'nin bütün çocukları sarışındır” bildirimi, Ali'nin çocukları olduğunu varsayar. “Ali'nin bütün çocukları sarışındır ama Ali'nin hiç çocuğu yok” diyemeyiz.

O halde, Ali'nin hiç çocuğu olmadığı halde “Ali'nin çocukları sarışındır” bildiriminin anlamı nedir? Bu bildirimin bir göndergesi olmadığı için yanlış olduğu yanıtı verilebilir. Ancak, doğru olmadığı da açıktır. Bu durumda, “bildirim anlamdan yoksundur” denebilir mi? Austin'e göre, bu sav anlamdan yoksun, eksik-kopuk bir söz değildir; A koşulları yerine getirilmemiş olduğundan, sözcelem hiç olmamış gibidir.144


İnsan her yaptığını temiz sanır, ama niyetleri tartan Rab’dir”



Süleyman’ın Özdeyişleri 16:2.

Batı Uygarlığı Bağlamında

Kendi Gerçekliğinin

Üstünü Örtmek

Ödeviniz yalnızca bilmek değil, aynı zamanda bu bilgiye göre eylemektir.”



Fichte
En hayati sorunlarına göz yummayı seçmiş bir medeni­yet hasta bir medeniyettir.”

Kendi ilkelerini düzenbazlık ve yalancılık için kullanan bir medeniyet, ölüm döşeğindeki bir medeniyettir.”

Aime Cesaire
Batı Bir Medeniyet mi, Eziyet mi?
Medeniyet paradigması, insan, toplum, doğa, iktidar, meşruiyet, üre­tim ve paylaşım değerlerinin evrensel ölçekte barış, adalet ve özgürlük ilkeleri ile düzenlenmesini öngörür. Bunun için de her medeniyet önce amacını/insanı, sonra aracını/insanı, en sonunda da ürününü/insanı yara­tır. Çünkü medeniyet makro insan, insan mikro medeniyettir.145 Bir medeniyeti sadece ürettiği şeyler ve değerler bağlamında ele alıp yargıya varamayız. O medeniyetin insanı, doğayı, toplumu ve ürettiği değerleri paylaşım biçimini göz önünde bulundurmalıyız. Bir medeniyet öncelikle o medeniyetin insanını tanımlar, o medeniyeti kuracak insanı kurar, onu üretir.146 O medeniyetin insan algılaması hayata ve dünyaya bakış felsefesinin kökenlerini anlamada merkezi öneme sahiptir. İnsanı doğanın efendisi olarak değerlendiren Batı’nın insan anlayışı başka insanların ve gelecekte yaşayacak olanların ihtiyaç ve çıkarlarını göz önünde bulundurmaz.147

Batı Dünyası, ürettiği tüm değerlere ihanet etmiş yegâne medeniyettir. Batı, insanlıkta, sanatta ve hatta fikirde değer üretemeyen, ürettiği değeri yıkan bir acubedir. Batı kültürü Penelope gibidir. Değer oluşturamaz. Gündüz ördüklerini gece söker. Batı düşünce dünyasında bile önce kavram ve değer üretir, sonra onu yok eder.148 Önce bir kavramı yaratıyor, abartıyor, büyütüyor, sonra gürültülü patırtılı bir şekilde bu kavramın oluşturduğu problemle güya savaşıyor.149 Ürettiği sahte ve şekli bir hümanizmin ve felsefi vazge­çişin sonunda da Hitler var olacaktır. Kendi Hitler’ini çağırır durur, yani kendi cezasını.150 Yapı-söküm yaklaşımı aksini savunsa da kişi, ürettiği değerlerin bağlamlarından, ilişkilerinden bağımsız değerlendirilemez.

Asırlardan beri, Avrupa kendisi dışında kalan insanların gelişmelerini durdurmakta, onları köleleştirmekte; asırlardan beri “düşünce serüveni” peşin hükümlülüğü ile insanlığı boğmaktadır. Avrupa'nın her hareketi düşüncenin ve evrenin sınırlarını tahrip etti. Avrupa içten­liği ve alçak gönüllülüğü reddetti. İnsanlığın şefkat ve sükûnetini de yok etti.151 İnsanın tam anlamıyla her şeye egemen olduğu yeni bir dünya kavrayışı altında yol alışı karşımıza çıkar. Avrupa için ‘tarih’ sadece üzerinde “her­hangi bir bağlama göre zaman dışı değerlerin taşıyıcılarının gelip geç­tiği sahne” değildir, daha çok “değerlerin üretildiği ve yok edildiği yer” olarak anlaşılmalıdır.152

Batı insanının teknolojik buluşlarıyla dünya kaynakları ayrıcalık­lı bir azınlık ile ayrıcalıksız bir çoğunluk arasında böyle ada­letsiz dağıldıkça... Estetik açıdan Büyük Piramit’in görkemli işçilik ve mima­risini, ya da Tutankamon'un mezarındaki güzel döşeme ve mücevheratı takdir ettiğimizde, yüreğimizde insan sanatının bu tür başarılarından duyduğumuz zevk ve gurur ile, bu ba­şarıların elde edilmesi için ödenen faturadaki ahlaksal düşüklük arasında bir çelişki doğmakta: ekmeden biçen birkaç insanın özel eğlencesi için yetiştirilen uygarlık çiçekleri ve acımasızca birçok insanın sırtından çıkarılan emek. Geçmişte kalan beş altı bin yıl içinde, uygarlığın “baba”ları bizim arıların balını çaldığımız gibi, kölelerin emekleri sonucu ortaya çı­kan meyveleri çaldılar. Bu haksız hareketin ahlaksal çirkinli­ği, sanat eserinin estetik güzelliğini yok ediyor; ne var ki, günümüze kadar gelen uygarlığın yararlarının kendilerini savunurken ancak tek bir özrü olabilir. Bir azınlığa sunulan uygarlık “meyve”leri ile çoğunluğun hiç yararlanamadığı uygarlık “meyve”leri arasındaki bir se­çim, onların özrü olmuştur.153

Unutulmamalıdır ki hiçbir kültür veya medeniyet dönemsel hareketlilik ve doğrusal gelişme/değişme/ilerleme süreci açısından mutlak benzerlik ve kesin doğrusallık açısından birbiriyle örtüşmez.154 Her uygarlığın tarihinde, evriminin her devresinde yanlışlık ve kötülüklerle ilgili olaylara rastlanabilir. Ancak bu bir istisna teşkil etmelidir. Süreklilik ve yaygınlık arz eden kötülük hiçbir uygarlıkta Batı uygarlığındaki kadar süreklilik ve yaygınlık arz etmemiştir.155 Bunun bir nedeni de Batı uygarlığından önce bir­çok uygarlık, doğdukları yerin dışına yayılmışsa da hiçbirisi­nin Batı uygarlığı gibi dünyayı saramamış olmalarından ileri gelir.156

Dindarlar arasında hoşgörü, galip geldiklerinde kendileri eziyet etmeye başlamak üzere hoşgörüye gereksinmesi olan eziyet görenler tarafından istenir...” 157 (not 3)

İnsandaki iktidar tutkusunu Machiavelli’den önce ele alan İbn-i Haldun’a göre, insan doğuştan başka­larına hükmetmek, kudretli olmak isteği içinde olup, bunu gerçekleştirebilecek şartlar doğar doğmaz bu kudret iradesinin tatminine yöneldiğidir.158 Belli bir zamana kadar başkalarına saldır­mayı düşünecek kadar güçlü olmayan bir grup, bir andan itiba­ren içinde meydana gelen bazı değişmeler sonunda böyle bir gü­ce eriştiğini hissetmekte, bu da onu başka gurupları egemenliği altına almaya itmektedir.159 Biz ancak insanların davranışlarını fazilet alışverişinde gözleriz. O zaman etik olup olmadıklarına karar veririz. Toplumlardan soyutlanan ve “iktidarla imtihan” olmayan gettolaşan Yahudilik ve manastırlaşan Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm gibi dinleri erdem noktasında değerlendirmemiz yanlıştır.

İbn Miskeveyh, ‘Ahlakı Olgunlaştırma’ isimli kitabında erdemin, zühdde, insanlardan uzaklaşarak dağlardaki mağaralara veya çöllerdeki manastırlara çekilerek insanlara karışmadan kendisini gösteremeyeceğini söylemektedir.160 . “Aksine, o kimselerde bulunan güç ve kabiliyetler bir iyilik veya kötülüğe yöneltilmedikleri için körleşirler. Bu güç ve melekeler körleşip, kendilerine has işleri yapmayınca insan­lar cansız varlıklar ve ölüler gibi olurlar. Bu nedenle de onlar, kendilerini iffetli ve adaletli kişiler sanırlar veya öyle sanılırlar. Oysa onlar iffetli ve adaletli değildirler. Yani, bu faziletlerin karşıtları olan kötülükler ortaya çıkmadıkları zaman, faziletli sanılan insanlar da böyledir. Faziletler yokluklar değildir; onlar insanlarla birlikte olmak, birlikte yaşamak ve çeşitli toplum ilişkilerin­de bulunmakla ortaya çıkan birtakım iş ve davranışlardır. Ancak biz, beşerî faziletleri insanlarla birlikte yaşamak, on­larla bir arada bulunmak ve onların sıkıntılarına katlanmak­la bilir ve öğreniriz. Bu faziletler sayesinde henüz bizim için söz konusu olmayan başka durumlarda başka mutluluklar ka­zanırız.”161 Arendt’te göre de, kendimize benzer yurttaşlar arasında eylemde bulunarak, aynı zamanda görüşlerimizi belirtir, başkalarının görüşlerine karşı çıkar ya da onları haklı buluruz.162 Eylemin asıl yuvasını gerçekte polis'te* bulur.163 Erdem üzerinden kendi gerçekliğimizi ortaya çıkaracak alan, deneyim ve etkinliklerden kopuk bir düşünme yani teori alanı değil, insanlar arası aktif bir etkileşimden kaynaklanan bir alandır.164 Dolayısıyla eylem olmadan, polis olma­dan, dünya görüşümüz tehlikeli biçimde sığlaşır ve eksik kalır.165 Bazı düşünce, ideoloji, din ve milletlerin yönetimde ve iktidar konumunda olmamalarının da göz önünde tutulması gereklidir.

Ayrıca uygarlıkların kendisini nasıl sunduğu ile ilgili soruna sadece eziyet uygulayıp uygulamama noktasında değil ayrımcılık üzerinden de değerlendirilmelidir.166

“Zulmetmek” sadece yasal zeminde ele alındığında, azınlıkta olan kişilerin zulüm olarak gördüğü bir şey, başka bir ülkenin hukuksal ve ahlaksal standartlarına göre bir yasanın, bir ahlâkî kuralın ya da siyasî ideolojinin uygulanması olabilir. Zulüm sözcüğü, bireysel ve kitlesel cinayetler de dahil olmak üzere, kişilere ya da mala karşı haksız şiddet anlamına gelir. Zorla din değiştirtme gibi dinsel konularda yasa dışı zorlama anlamına gelir ve fiziksel dışlanmayı da içerir. Diğer kötü muamele biçimleri, -ister ön yargılı sınırlayıcı yasalar, ister olumsuz tutum ya da yalan ifadeler olsun- ve ayırımcılık dediğimiz şey zulme yol açabilir.167

Farabi ‘Erdemli Şehir’ hakkındaki kitabında (sadece İslam dinine dayalı) tek bir erdemli şehirden bahsetmez. Bunların dinlerinin, milletlerinin ayrı olabileceğinden söz eder. Ayrıca bu şehirlerin birleşerek büyük erdemli şehirlerin birliğinden de söz eder. Tersine bozuk şehirlerinin çeşitli ve çok sayıda olacağını da belirtir. Bozuk şehir örneğini çeşitli özellikleri ile veren Batı medeniyetini incelemek, kendisinin dayandığını iddia ettiği kendilik değerlerini ve misyonunu gözden geçirmemiz önem taşımaktadır. Avrupa'nın kendisini aşırı düzeyde yücelten akıl almaz tezleri ile cinayetle­rini içeren bir tarihi incelemek bozuk şehir-medeniyet-umran özelliklerini de keşfetmemizi sağlayacaktır.

Modern Batı'yı geleneksel medeniyetlerden sapma, bir “anomali” olarak nitelendiren Guenon, sadece maddi yönde gelişmiş tek medeniyet olduğunu vurgular.168 Guenon’a göre normal bir medeniyet, ilkelere dayanan, her şeyin bu ilkelere uygun olarak tanzim edildiği ve derece derece sıralandığı bir medeniyettir.169 Normal bir medeniyet, başka medeniyetler için bir tehlike teşkil etmeksizin durmadan gelebilecek bir medeniyettir.170 İbn-i Haldun’a göre de umran (medenilik) yıkmayı değil yapmayı imar etmeyi gerektirir.171

Farabi’ye göre erdemli kişi(toplum) teorik ve pratik yetkinlik gösteren kişi(toplum)dir. Bilgisiz (cahil) kişinin durumu bellidir. Bilmediği için eylemleri iyi de kötü de olabilir. Kötü (akrasia-fasık) kişi ise erdemli olmayla bilgisiz olma arasında kalmaktadır. Kötü-fasık kişi ve toplumlar, bilgisel donanım bakımından erdemli insanla örtüşür; uygulama alanında ise bilgisiz insana katılır. Farabi’ye göre, insanlığın hakiki gayesi hakkında bir tür bilgi sahibi olan, ama bu bilgiyi takip etmeyen şehir fasıktır.172 Bu bozuk medeniyete mensup insanlar da değerler üretir, değerlere inanır ve onları tasavvur eder. Mutluluğun ve doğruluğun ne olduğunu tasarlar ve ona inanırlar. Mutluluğun ne olduğunu bilen fasık kişi, bilinçli olarak asıl amacından ayrılarak mutluluğa uygun olmayan fiil ve davranışlarda bulunur. Onlar, mutluluğa ileten eyleme yönelmiş olup bunları bilir ve bunlara inanırlar. Ne var ki, bunlardan hiçbirisine sarılmayıp, arzu (heva) ve iradeleriyle bilgisiz medeniyet insanının amaçlarından herhangi birine yönelir ve bütün eylemlerini ve güçlerini bunlara göre ayarlarlar. Onların bütün eylemleri barbar insanların fiil ve ahlaki davranışları gibidir. Onlar yalnızca düşünce ve görüşlerinde bilgisiz toplumlardan ayrılırlar.173 Kusurlu toplumlardaki insanlar, “mutluluk” vereceği zannedilen, ama gerçekte öyle olmayan bir takım şeylerin, meselâ zenginliğin, şeref ve şöhre­tin, kudretin, yemek, içmek, cinsel zevkler gibi şeylerin peşinde koşarlar.174 Bu peşinden koştukları şeyler üzerine dayanan bir ta­kım eksik, bozuk, kötü toplum düzenleri kurarlar.105

Fârâbî’ye göre, aynı şekilde, bu bozuk şehrin insanları kâinatı sadece zıt kuvvetlerin bir çarpışma alanı olduğuna indirgemektedirler. Onlara göre, bu durum insani alanda da geçerlidir. İnsan zıddını ortadan kaldırmak üzere yaratılmış veya zıddının saldırısına karşı kendini korumak üzere bir öze sahip olmuştur. Bunun için de, insan zıtlarını alt ede ede en üst seviyeye çıkmalıdır. Dolayısıyla, insan kendisi dışında her şeyi hâkimiyetine almak üzere varlığa getirilmiş ve bu kuvvetlerle donatılmıştır.175 Sürekli devam eden savaşlar sonunda daha güçlü olanın rakibini “nakavt” ederek, dünyada barışı sağlaması hepimi­zin bildiği eski ve en acı yollardandır. Bilinen dünyanın M.Ö. son yüzyılda Roma tarafından zorla birleştirilmesi ve M.Ö. III. yüzyılda Uzakdoğu dünyasının Roma yanlısı Ts'in tarafından aynı biçimde birleştirilmesi, bu acı yolun ör­neklerindendir.176

Fârâbîye göre, bu insan tipi evrenin merkezine kendisini koyarak, diğer bütün varlıkların kendisi için yaratılmış olduğunu farzeder. Buna göre, bu kişilerin nazarında, diğer bütün insanları ve varlıkları kendi hizmetinde görmeyi ona verilmiş bir hak olarak görme eğilimi yaygınlık kazanır. İnsan, buna göre, bir gurup insana zorla boyun eğdirecek ve
onları hizmetine koşturacaktır. Sonra onlarla başka insanlara
boyun eğdirecek ve onları köle olarak kullanacaktır.* Bu yardımcıların kendisine eşit olmamaları, kendisi tarafından yeni­len insanlar olmaları gerekir. Mesela insanlar arasında fizik güç ve silah bakımından en kuvvetli olan kişi, bir insanı yener. Sonra yendiği bu insanın yardımı ile başka bir insana veya bir gurup insana boyun eğdirir. Bunların yardımı ile de başka insanlara boyun eğdirir.177 Engels’e göre doğanın egemenlik altına alınışı insanın egemenlik altına alınışı sayesinde tamamlanmıştır.178

Hitler, 2. Dünya Savaşından önce Almanya liderliğinde Doğu Avrupa Birliğini tesis edeceğini söyler. Bu birlik’te Polonya, Baltık devletleri, Macaristan, Balkan devletleri, Ukrayna, Volga ala­nı, Gürcistan yer alacaktır. Ancak bu ülkeler Almanya ile aynı haklara sahip olmayacaklar, ordusu bulunmayan ve kendilerine özgü ekonomileri, siyaseti olan ikinci derece uluslar olarak kalacaklardır.

Bu görüşü savunan insanlar arasında, başkalarını ezme konusunda ne kadar başarılı olunursa, o kadar, mükemmel bir varlık olma anlayışı vardır. Bu insanlar tabiattaki bazı olayları iradi fiillere sahip olan insanların da yapması gerektiğini söylerler. Buna göre, nasıl ki tabiatta güçler arasında bir mücadele varsa, bu insanlar arasında da olmalıdır. Onun için özellikle ekonomik paylaşma konusunda bu güçler kendini göstermeli ve güçlü olan haklı olarak ve doğaya uygun olarak daha fazla ekonomik kazanç elde etmelidir.179

Fârâbî’ye göre, bu insanlar, görüşlerinde erdemli şehrin mensuplarının tabiata bakışlarından ayrılırlar. Erdemli şehrin mensupları, tabiatı insanların uyumu ve erdemleşmenin bir örneği olarak ele alıp sevgi ve bağlılığa bu amaçlar doğrultusunda sahip olurlar. Cahil şehirlerin mensupları ise tabiata kendi amaçları doğrultusunda bakıp sevgi ve bağlılığı ancak zaruret ortamlarının bir ürünü olarak görürler.

Fârâbî, genel olarak ele aldığı bu görüşlerden bu insanların daha özel görüşler ortaya çıkarttığını söyler. Buna göre, bu insanlar içindeki bir gurup, insanlar arasındaki sevgi ve bağlılığın gerçekte doğuştan olmadığını fakat zaruret sonucu insanların bunu edindiğini savunur.180 Şu halde, insanlar, aslında ayrı ayrı yaşarlar fakat birisi tarafından ona yardımcı olmak ve köleleştirilmek üzere bir toplum oluşturulur. Buna göre, iki insandan kuvvetli olan diğerini yener. Yenilen yenenin hizmetinde çalışır.181 Bu kişi, bu güçle üçüncü kişiyi de yener. Böylece bu sayı çoğalır ve bir toplum oluşturulmuş olur. Fârâbî’nin cahil şehirlerin görüşleri olarak burada serdettiği görüşler çekirdek bir görüş olarak 16. yüz yılda bunu dillendirecek olan Hobbes’i öncelemekte hatta ondan daha kapsamlı olarak bu görüşünü açıklamaktadır.182

Fârâbî’ye göre, bazı insanlar da insan topluluklarının bu şekilde birbirinden ayrılmasının, bir insanın diğer insandan ayrılmasına benzeterek açıklamaya çalışırlar. Aynı şekilde, nasıl ki bir insanın diğerini ortadan kaldırmaya çalışması doğal bir durum ise, bir topluluğunda diğerini ortadan kaldırmaya çalışması doğal bir tavırdır. Bunu Batı medeniyeti Hobbes’te “insan insanın kurdudur.” Sözüyle siyaset felsefesinde temellendirdi. Batı zulmü, Hegel’de ise tez-antitez ve sentez üçlemesi ile kendisine felsefi dayanak buldu. Zihniyetleri ilkel, çarpık ve tinsel açıdan yetersiz olan Carl Schmitt gibi Nazi ideologları da “dost-düşman” ve ”varoluş mücadelesi” vb. iddialarına temel olarak doğacı determinist anlayışı almışlardır.183

Dünya tarihi, Carlyle’in deyişiyle kahramanların sahne aldığı bir yer midir? yoksa sınıf kavgalarının arenası mıdır? Bunu tartışabiliriz. Örneğin, İbn-i Haldun toplumsal olayların açıklanmasında (Carlyle anlamında) “kahraman”lara inanmadığını, onları ortam ve şartlarının do­ğurduğu varlıklar olarak gördüğünü söyler.184 Yeryüzü, insanın yarattığı çeşitli medeniyetlerin eserleriyle bezenmiştir. Ancak insanlık tarihinin gördüğü en barbar medeniyet, başkalarını barbarlıkla suçlayan, batı medeniyetidir. Her medeniyetin iç mantığı vardır. İnsanlara bunu sunduğunu söyler ve sunar. Medeniyetlerin kendi iddiaları içinde kalınarak insanlığa sundukları şey değerlendirilmelidir.

Batıda sömürge ülkelerinden göç etmiş ya da ettirilmiş kişilere oldukça “eşit” haklar! verilmektedir. İşsizlik oranı özellikle Pakistan ve Bangladeş göçmenlerinde has İngilizlere göre 3–5 kat gibi daha yüksektir. İngiltere’de 1977 yılında yapılan bir soruşturmada iş bulmak için Beyazların Siyahlardan 10 kez daha şanslı olduğu görüldü. O döneme kadar iş ilanlarında rahatlıkla Siyahları dışlayan ifadeler (Coloured excluded ibaresi) kullanılıyordu. 80’li yıllarda da ırkçılık ve sorun oluşturdukları yaygın kanaat nedeniyle Siyahlar, iktisadi liberalizmin ilk kurbanı oldular.185 Hatta Müslüman göçmenlerde diğer sömürgelerden gelen Hıristiyan ve Hintli göçmenlerden daha fazla işsizlik vardır. 186 Aynı şey Amerika Birleşik Devletlerinde siyah derili kişilere “eşit” olarak uygulanmaktadır. Günümüzde bunun değiştiğine ve şartların iyileştiğine dair iddialar yanlıştır. Regan dönemine kadar siyahî öğrencilerin yüksek öğrenim ve lisans eğitimi yükselme eğiliminde iken bu dönemden sonra azalmaya başlamıştır. Özellikle baba Bush döneminde dibe vurmuştur.187 Baba Bush 1988 seçim kampanyasını da siyahların değil beyazların mağdur olduğu şeklinde işliyordu.188 Irklararası farklılıklar 1970’ten günümüze artmış ya da değişmemiştir. 189 Amerikan demokrasisinde verilen mücadele, Siyahlar için ne muamele eşitliği ne de fırsat eşitliği getirdi.190

Batı dünyası, sömürürken ve hatta köle olarak Anakara’ya getirdiği insanların çocuklarında sosyal nedenlerle ortaya çıkan sorunlara ilgisiz kalabilmiştir. Kenya'da Mau-Mau isyanından önceki yıllarda İngiliz sömürge otoritelerinin geleneksel yapılarından koparılmış insanlara karşı tehdit ve önlemlerini artırdıklarını görüyoruz. Polis ve misyoner güçler, 1950–1951 yıllarında, kırsal kesimden gelme işsizlik ve alkolizme müptela olmuş Kenyalı gençlerin istilalarına gerektiği gibi karşı koyabilmek için işbirliği yapmışlardır. Sömürgeleştirilen ülkelerde gençlik yıllarına özgü suçluluk eylemleri sömürgeleştirmenin eseridir. Aynı şekilde Kongo'da, 1957'den itibaren kurulu düzenin rahatını kaçıran “ipsiz sap­sız gençler” i kırsal kesimlere kovmak için zorba önlemler alın­mıştır. Toplama kampları yeniden açılmış ve Hıristiyan misyonerlerine, Belçika ordusuna emanet edilmişlerdir. Birkaç yıl önce özellikle Paris’i yangın yerine çeviren bu köle olarak getirilmiş kişilerin çocuklarıdır. Ancak bunların sorunlarına duyarsız kalındığı gibi, daha sonra Fransa Cumhurbaşkanı olacak olan Sarkozy tarafından değişik tehditlere maruz kalmışlardır.

DOĞRUYU BİLME NOKTASINDA BATI

“Batı uygarlığı kendi hegemonya mücadelesini, insanlığın barbarlığa, mantığın cehalete, nesnelliğin peşin hük­me, ilerlemenin yozlaşmaya, gerçeğin hurafeye, bilimin büyüye, mantıklılığın heyecana karşı savaşının terimleriyle telaffuz etti. Kendi yükselişinin tarihini, insanın doğa üzerindeki egemenliği­nin, doğanın insan üzerindeki egemenliğinin yerini yavaş yavaş ama durmaksızın alması olarak niteledi. Kendi başarısını insanın davranış özgürlüğünde, yaratıcı potansiyelinde ve güvenliğinde kesin bir ilerleme gibi sundu. Özgürlük ve güvenliği kendi top­lumsal düzen tarzı olarak tanımladı: Batı tipi modern toplum uy­gar toplum olarak tanımlandı ve uygar bir toplum da hem çoğu doğal çirkinliğin ve bozukluğun, hem de insanların doğuştan ge­len barbarlık ve şiddet eğilimlerinin çoğunlukla elimine edildiği ya da en azından baskı altına alındığı bir durum olarak anlaşıldı. Uygar toplumun yaygın imajı her şeyden önce, şiddetin bulun­madığı, kibar, nazik, yumuşak bir toplumdur. Bu üstün uygarlık imajının en dikkat çekici simgesel ifadesi ise insan bedeninin kutsallığıdır: Bölgelerin o en özeline müda­hale etmemeye, bedensel temastan sakınmaya, kültürün gerek­tirdiği bedensel mesafede kalmaya gösterilen özen; ve bu kutsal bölgenin ihlal edildiğini gördüğümüzde ya da duyduğumuzda hissettiğimiz, öğretilmiş hoşnutsuzluk ve reddetme duygusu. Modern uygarlık insan bedeninin kutsallığını ve özerkliğini ya­ratmayı”191 amaçlamıştır.

İnsan, varlık olarak, çevresini, dünyasını egemenliği altına almak zorunluluğunda hisseder. Çünkü insan diğer canlılara göre daha kırılgan ve donanımsızdır. Bundan dolayı çevresiyle baş edebilmesi, yaşamını sürdürebilmesi için, güdülerinin yanında, bilgiye gereksinim duyar. İnsana özgü olan iki güç vardır; bunlardan birisi bilme, diğeri yapma gücüdür. Bunu geçmişin düşünürleri nazari ilim ve pratik ilim diyerek tanımlamışlardır.192 Biri olmadan öteki tamamlanmaz. Zira ilim bir başlangıç, uygulama da onu bütünleyen şeydir. Bütünlenmeyen başlangıç bir kayıp olur.193

Platon mutluluk için teorik bilginin (burada kast ettiği idealar) elde edilmesinin yeterli olduğunu iddia eder. Aristo mutluluk için hem teorik bilgi hem de pratik bilginin gerekirliğinden söz eder. Meşşai filozoflar olarak değerlendirilen Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd gibi İslam filozofları da Aristo’nun düşüncesine katılmaktadır. Genel olarak İşraki filozof dediğimiz Sühreverdi, İbn Arabi gibi mutasavvıflar Platon’un görüşüne katılmaktadırlar. Batının Pragmatik-sadece eylemin sonucunun değerli olduğu- düşüncesi İslam düşüncesinde kabul görmemiştir. Bundan dolayı da İslam Medeniyetini “iyi niyet” uygarlığı diye adlandırmak doğru olabilir.

Türkçemizdeki fiillerin son ekleri olarak kullanılan “bilmek”, ilginç bir biçimde bilginin, bilmenin bir özelliğini yansıtmaktadır. Bu, insanın olgunluğunun ve üretim gücünün esasının “bilgi”’ye dönük olduğu anlamına gelmektedir.194 Örneğin, yapa-bilmek, yapmaya gücü yetmek, yapmayı başarmak anlamlarını taşır. İşte bile-bilmek, bilmeyi başarmak, bilmeyi bir anlamda bilmek, bilmeyle yaşayabilmektir. Bilgi ahlakı, bile-bilmeyi, bilmeyle başarmayı, bilmeyle yaşamayı, bilmeyle anlamayı, kavramayı, mutlu olmayı, hedefe ulaşmayı, sorun çözmeyi, seçimler yapmayı, karar almayı araştırır; görüşler geliştirir, yorumlar yapar. Bu açıklamaya çalıştığım anlamıyla bile-bilmek, bilgiyle ahlaklı olabilmek, insan olabilmek demektir. Bilmek, bu özel anlamıyla, her zaman bile-bilmek değildir. Bildiği halde bilgisini yaşayamayan insan, deyim yerindeyse bile-bilmeyen insandır.195

Bilmek, nasıl yapılacağını bilip yapmamak değil; bilip, anlayıp, gerçekleştirmektir. Düşünce ile düşünceden beslenen eylem (ilim-amel) birlikteliği söz konusudur. Bilginin değeri, onun evrendeki yaşama katkısıyla belirlenir. Bu bilgiyi yaşayacak olanların, bu bilgiyle eyleyeceklerin, bu bilgiyle ne denli uyum içinde oldukları, onunla uyumlu yaşayıp yaşamadıkları önem kazanmaktadır. Bilebilmek, sığlığa, sahteciliğe, yüzeyselliğe düşmeden, insanın kendi bedeninden, duygularından, düşünme yeteneğinden, çevresinden, kültüründen, geleneğinden gelen olanaklarla, kendine yakışan yaşamı, kendine yakışan bilgi düzeyi ile yaşayabilmek demektir.196

18. Yüzyıl liberal düşünürleri ve filozofları geleneğinde, Batı’nın etik iletisi insan haklarının ve demokrasinin değerleri olacaktır. Batı'nın misyonu insanları (daha çok da kadınları) baskı ve se­faletten kurtarmaktır. Önyargıların, inançların, toplum ge­leneklerine bağımlılığın baskılarına karşı bireyin öne çıkarılması, insan kişiliğinin serpilip gelişmesini ve bir eşit insanlar top­lumunun kurulmasını sağlayacaktır. Bu değerler, evrensel bir ba­rışı, bir uluslar topluluğunu kurmaya olanak verecek, bu top­luluğun demokratikleşmesi ve uygarlaşması (insan haklarına saygı) sonunda evrensel kardeşliği getirecektir. 197 Bu düşünceler, insanlığın önemli sorunlarına yönelik çözümün tüm öğelerinin Avrupa düşüncesinde mevcut olduğunu göstermektedir. Fakat Avrupalı insanın eylemi, kendisine verilen bu ödevi yerine getirmeyi sağlayamadı. Siyonistler bile demokratik ulusların, ilan ettikleri değerlere er geç ihanet edeceklerini söylüyorlardı ve bu argümanlar 20. yüzyıl tarihi boyunca sık sık doğrulandı.198

Avrupa'da bilim, ahlak, toplumsal adalet, eşitlik gibi konularda entelek­tüel bağlamda önemli tartışmalar yaşanırken, aynı entelektüellerde köle ticareti yapan bir ülkenin yurttaşı olmasında sıkıntı gözlenmez. Ya da hümanizm tartışmaları yapılırken şeker plantasyonlarında siyahların çalıştırılması sorun olmaktan çıkar. Çünkü yeniçağın geçerli ölçütü, egemenlik ve fetihtir.199

“Biz eşitliği değil hâkimiyeti amaçlıyoruz. Ya­bancı bir ırkın ülkesi bir kez daha serflerin, tarım emekçilerinin ve sanayi işçilerinin ülkesi olmalı. Bu, insanlar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmak meselesi değil, onları genişletip bir hukuk içine sok­mak meselesidir.”200

Doğruyu bilme ve uygulama noktasında uluslararası siyasette Batının geçmişteki ve şimdiki durumu kesinlikle ironilerle doludur. (Not.4)

Kant’ın dünya barışı adına ileri sürdüğü düşüncelere güçlü olduğu iki yüzyıl boyunca aldırış etmeyen Avrupa uluslararası ilişkilerde Hobbesian düzene göre hareket etti. ABD zayıfken dolaylı stratejileri, yani zayıfların taktikleri­ni tercih ediyordu; şimdi Birleşik Devletler güçlü olduğu­na göre, güçlü ulusların yaptığını yapmaktadır. Avrupalı büyük ülkeler güçlüyken, güce ve askeri görkeme inanı­yorlardı. Şimdi dünyayı daha zayıf ulusların bakış açısından görmektedirler.201
Modern uygarlığın şiddetsizlik karakteri tam bir yanılsamadır. Da­ha doğrusu onun, kendini kandırma ve kendini ilahlaştırmasının; kısa­cası, onun meşrulaştırıcı mitinin ayrılmaz bir parçasıdır.”202
Sömürünün


Yüklə 1,31 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin