Atatürk araştirma merkezi gazi mustafa kemal atatürk miLLÎ bağimsizlik ve çAĞDAŞLAŞma önderi


C. Lausanne Antlaşmasının Değerlendirilmesi



Yüklə 2,01 Mb.
səhifə20/34
tarix30.05.2018
ölçüsü2,01 Mb.
#52174
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   34

C. Lausanne Antlaşmasının Değerlendirilmesi

Lausanne Antlaşması ile Mustafa Kemal’in son derece güç şartlar içinde başlattığı Millî Mücadele, Mehmetçiğin süngüsü ile çizdiği sınırlarla tescil edilmiştir. Keza bu antlaşma ile “dünün her an ölümü beklenen hasta adamından” genç dinamik tam bağımsız yeni bir devlet doğmuştur. Böylece Avrupa’nın birkaç yüz yıldır “Doğu Meselesi” adı altında yoketme amacı ile yürüttüğü Sèrves antlaşmasıyla gerçekleştirme noktasına getirdiği politika iflâs etmiş oluyordu. Mümkün olan ile olmayanın sınırını doğru hesaplayan Mustafa Kemal, Misak-ı Millî sınırlarını içinde homojen bir vatan ve yönetim bakımından her türlü dış müdahaleye kapalı, tam bağımsız bir devlet oluşturmayı amaç edinmişti. Dolayısıyla Lausanne’da tam bağımsızlığa gölge düşürebilecek her türlü kaydın kaldırılması için mücadele edilmiştir. Böylece Türkiye yıllardan beri devam eden Avrupa’nın siyave iktisadi vesayetinden yakasını kurtarmıştır. Özellikle zorunlu nüfus mübadelesi ile Anadolu’nun Türkleşmesi tamamlanmış büyük devletlerin azınlıkları koruma bahanesiyle ülkenin iç işlerine yaptıkları müdahalenin kaynağı kurutulmuştu. Lausanne gerçeklere dayalı ve dengeli bir barış anlaşması niteliği ve Türkiye’nin basiretli yöneticilerinin idaresi ile ülkeye, bugün itibarıyla 78 yıllık, tarihinin en uzun barış dönemini sağlamıştır. Bu sayede Atatürk Türkiyesi güçlenmek ve çağdaşlaşmak için gerekli zamanı kazanmış, Atatürk inkılâplarıyla her bakından yeni bir yapılanmaya girişmiş, yepyeni modern bir çehreye bürünmüştür.

Lausanne, haliyle Yunanistan’ın Anadolu macerasını noktalamıştır. Büyük hayallerin cazibesi ve emperyalist büyük devletlerin teşvikiyle, kaldırabileceğinden ağır bir yükün altına giren Yunanistan, Anadolu felâketiyle çok ağır bir darbe yemiş, yıllarca siyasî istikrarsızlık içinde kalmıştır. Anadolu’dan gelen mübadillerle sosyal ve ekonomik sıkıntı daha da ağırlaşmıştır. Anadolu macerasının diğer bir sonucu da, Megali İdea – Büyük Yunanistan hayali bir süre için Yunan politikacıların kafalarında geri plâna itilmiştir.

Gazi Mustafa Kemal, Lausanne görüşmelerinin her safhasını takip ve gerektiğinde müdahale ederek Türk isteklerine uygun bir barışın yapılmasını sağlamıştır.

Sonuç itibarıyla, Gazi Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’den 24 Temmuz 1923’e kadar devam eden dönemde, Türk Millî Kurtuluş Hareketi’nin odağı temel faktörü olmuş, kudretli kişiliği, üstün teşkilâtçılık ve komutanlık vasıfları, bitip tükenmeyen enerjisi, ileriyi önceden görebilme ve sezebilme ve gerçekçi davranabilme meziyetleri; zaman ve mekân ve imkân faktörlerini en iyi kullanabilmek yeteneğiyle, yok edilmenin eşiğine gelen Türkiye’yi yeniden ve daha güçlü olarak ayağa kaldırmış ve bağımsızlığını ebediyen koruyabilmesi için onu çağdaş ufuklara yönlendirmiştir.

YEDİNCİ BÖLÜM

ÇAĞDAŞLAŞMA ÖNDERİ ATATÜRK
I. Atatürk Çağdaşlaşması ve Özellikleri

A. Atatürk’ün Çağdaşlaşma ile İlgili Görüşleri

Gazi Mustafa Kemal son derece zor şartlar altında istilâcı emperyalist güçleri, Mehmetçiğin süngüsü ile, vatanın bağrından söküp atarak denize dökmüş, tam bağımsızlığına sahip yeni bir devlet oluşturmuştu. Ancak bu devletin varlığını devam ettirebilmesi, Osmanlı toplumunu yıkıntıya sürükleyen şartlardan bir an önce kurtulmasına bağlıydı. Gazi bunu şöyle ifade eder: “Hiç bir zafer gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük olan bir gayeyi elde etmek için bir vasıtadır, gaye fikirdir.... Bir fikrin istihsaline dayanmayan zafer payidar olamaz. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin payidar olması için çağdaş medeniyetin bir ortağı bir parçası haline gelmek, bin bir fedakârlıkla sağlanan bağımsızlığın muhafazası için şarttır.”

Dolayısıyla millî bağımsızlığı sağladıktan sonra onun temel amacı, Türkiye’nin bir daha aynı duruma düşmemesi ve bağımsızlığını sonsuza kadar koruyabilmesidir. Bu nasıl sağlanacaktır?

Ona göre bunun tek yolu vardır. O da çağa damgasını vuran, tabiata hükmeden çağdaş medeniyetin ortağı olmaktan geçmektedir. “Bu bir ölüm kalım meselesidir. Bütün fedakârlığımızın faydalı bir sonuç vermesi buna bağlıdır.” “ Zira, memleketler muhtelif fakat medeniyetler birdir ve bir milletin gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lazımdır.”

Gazi daha Millî Mücadelenin en karanlık günlerinden başlayarak aralıksız bir şekilde “asrileşmek”, “muasırlaşmak (çağdaşlaşmak)” “ medenileşmek”, “medeni bir millet olmak” zaruretinden bahsetmiştir.

Düşman denize döküldükten iki ay sonra, 1922 Ekiminde Bursa’da öğretmenlere şöyle seslenir: “ ... Memleketimizi bir çember içine alıp cihan ile alâkasız yaşayamayız. Bilakis müterakki (ilerlemiş), mütemeddin (medeni) bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ile fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ferdi milletin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.” 22 Eylül 1924’de Samsun’da öğretmenlere hitap ederken de ilim ve fen üzerinde durur: “ Dünyada her şey için hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir, ilmin ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dâlalettir.” 4 Aralık 1923’de Tercüman-ı Hakikat gazetesine verdiği demeçte, geleceğin Türkiye’sinin temel hedefini ve ülkeyi bu hedefe ulaştırmak konusundaki kararlılığını açık ve net olarak dile getirir. “Memleket mutlaka çağdaş, medeni ve yepyeni olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır. Bütün fedakârlığımızın faydalı sonuç vermesi buna bağlıdır. Türkiye ya yeni fikirlerle donatılmış, namuslu bir idare olacaktır, ya da olmayacaktır.... Gelişme yolumuzun önüne dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Dünya müthiş bir cereyanla ilerliyor. Biz bu ahengin dışında kalabilir miyiz?”

29 Ekim 1923’te bir Fransız gazetecinin yeni devletin yabancı düşmanı oldukları iddiası konusundaki sorularına cevap olarak şu sözleri söyler: “ ... Türklerin asırlardan beri takip ettiği hareket devamlı bir istikameti muhafaza etti. Biz daima şarktan garba doğru yürüdük. ... Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz.... Medeniyete girmeyi arzu edip, garba teveccüh (bir yere yönelme) etmemiş millet hangisidir?

Daha pek çok örneklerini verebileceğimiz bütün bu ifadelerden anlaşılacağı gibi, büyük zafer ve barıştan sonra, Gazi’nin temel hedefi, Türkiye’yi bir an önce her bakımdan çağdaş medeniyetin bir ortağı haline getirmektir.

Bu nasıl gerçekleşecektir? Bunun için nasıl bir metot uygulanmalıdır. Daha önce bu konuda girişimler yapılmış mıdır? Yapılmışsa neden başarılı olunamamıştır? Kasım 1934’den itibarın Atatürk soyadını alan Gazi Mustafa Kemal’in kendinden önce gelenlerden çok farklı ve değişik bir yol izlemeye yönelten etkenler nelerdir? Bu soruları doğru cevaplamak için geriye doğru kısa bir bakış gerekecektir.


B. Önceki Yeniliklerin Niteliği ve Başarısızlık Nedenleri

Bir zamanlar üç kıt’ada at oynatan Osmanlı Devleti 1683 İkinci Viyana kuşatmasından itibaren gerilemeye başlamış, 1774 Kaynarca antlaşmasından sonra da parçalanma sürecine girmişti. Daha duraklama döneminde gerilemeyi fark eden devlet adamlarının durumu değerlendirmeleri şöyledir: Başarısızlık Kanunî dönemi kurumlarının yozlaşmasından kaynaklanmaktadır. Çare, kurumları o zamanki hallerine dönüştürmektir. Bu nasıl yapılacaktır? Otorite yoluyla yapılacaktır. Genç Osman, Kuyucu Murat Paşa, IV Murat ve Köprülüler ıslahatı gibi. Ama 1718’lere gelindiğinde teşhiste değişiklik vardır. Özellikle savaş alanlarındaki çarpıcı yenilgiler, gerilemenin yalnız bizim kurumların bozulmasından değil, fakat Batı’nın özellikle harp araç, gereç ve yönetimi bakımından açık-seçik üstünlüğünden ileri geldiği anlaşılmıştır. Şu halde ne yapmak gerekir? Sorusu gündeme gelir. Verilen cevap şudur:

Batı askerî teknoloji açısından bizden üstün olduğuna göre, bu teknoloji alınmalıdır. Bu amaçla yabancı dönmelerden yararlanırlar. Bu teknolojiyi kullanmasını bilen “fen subayı” yetiştirmek maksadıyla askerî mühendislik okulları kurulur. Teknoloji haliyle bilimin verilerine dayandığından yenileşme hareketi millî eğitim alanına kayar. Çağdaş fenleri öğrenme mecburiyeti, yabancı dil öğrenimine kapı açar. Yabancı dil, öğrenenleri başka dünyalara yöneltir. 1826’da yeni atılımların köstekleyen Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra modern ordu kurulur. Bu ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzeri 1827’de askerî tıbbiye, 1834’te Harbiye kurulur, bu okullarda pozitif bilimler, yabancı dil (Tıbbiye’de öğretim dili uzun süre Fransızcaydı) öğrenilir. Objektif düşünen geniş ufuklu elemanlar yetiştirilir. İşte bu okullardan yetişenler yenileşmenin öncüleri olurlar.

1834’ten itibaren süreklilik kazanan yabancı ülkelerdeki elçilikler kanalıyla, Batı etkisi gittikçe artar, Tanzimatla beraber, kanun koyucu sürekli Meclisler oluşturulur. Askerî reformların başarısı için idarî hukukî ve iktisadî alanda yenilikleri gerçekleştirecek kurumlar kurulur. Batı’dan esinlenen yeni kanunlar yayınlanarak, çağın ihtiyaçlarına cevap aranır (Ticaret ve ceza kanunları gibi). Bu yasalara göre çalışan mahkemeler kurulur. Meslek memuru yetiştirmek için yeni okullar açılır, Darülmuallimin, (Öğretmen Okulu) Mülkiye gibi.

Bütün bu arayış ve uygulamalar, Batılaşabilmek için esas çarenin parlâmenter yönetim olduğu sonucunu doğurur. 1876’da anayasa yapılır ve parlamento açılır, fakat 1878’de kapatılır. Artık aydın kesim için parlâmenter yönetim 30 yıl süre ile her türlü meseleye çözüm getiren bir çare olarak benimsenir. 1908’de ordunun genç subaylarının ayaklanması ile anayasal rejim yürürlüğe girer. Bir süre alabildiğine bir serbestlik içinde ülkenin bütün sorunları her yönüyle tartışılır.

Çok kalın çizgilerle özetlediğimiz son kısımlarını Mustafa Kemal’in de yaşadığı bu iki yüz yıllık süre, ülkeyi hangi noktaya taşımıştır? Sonuçları nelerdir? 1918’de Osmanlı Devleti, Batı’dan esinlenmiş modern askerî ve sivil okulları, keza batıdan alınan bazı yasa ve bu yasalara göre çalışan yargı organlarını ve parlâmenter rejim özlemiyle artık kolayca geriye dönülmeyecek bir ölçüde Batıya yönelmiş bulunmaktaydı.



Ancak bu iki yüzyıllık sistemsiz birbirlerinden kopuk çabalar devlete kendini yenileyecek taze kanı sağlayamamıştır. Kurtarılmak istenen devlet, malî, iktisadî ve kültürel bakımdan çağa ayak uyduramamış, yapılan reformlar devletin bekasını sağlayamamış ve devlet 1918 Kasımında tarihten silinme, yok olma durumuna gelmiştir.

Acaba bu başarısızlığın nedeni ne idi? Hata nerede yapılmıştı? Bu sorular üzerinde düşünmek Atatürk’ün çağdaşlaşma metot ve özelliklerini anlamaya yardımcı olacaktır. Konu uzun açıklamaları gerektirmekle beraber, Atatürk ve çağdaşlaşma başlıklı makalemiz, esas alınarak kısaca özetlenecektir312b.

Başarısızlık sebepleri çeşitlidir:

1. Ülkenin jeopolitik konumu, sürekli savaşlar, Osmanlı’ya nefes almak, huzur içinde yenilik atılımları yapma imkânı vermemiştir. Türk halkı barışın nimetlerinden ancak Cumhuriyet döneminde yararlanmış, Atatürk inkılâplarını bu barış döneminde gerçekleştirmiştir.

2. Türklerin hoş görülü yönetimi dolayısıyla gayrı müslim tebaa kültürel kimliğini muhafaza ettiği gibi, devletin zayıfladığı dönemlerde millîyetçi rüzgarlara kapılmış, bu ayrılık hareketleri devleti sürekli meşgul etmiş, kaynaklarını kurutmuş, onun kendinî yenileme gayretlerini kösteklemiştir.

3. Osmanlı Devleti’nin kendini dış dünyadan soyutlaması, idareci elit tabakanın da dış dünyadan hem de halktan kopması nedeniyle, medeniyetle ilgili yaratıcı faaliyetler sınırlı bir tabakanın elinde kalmış ve öz kaynağından da kopmuştur. Bu elit tabaka da dış dünyaya kapılarını kapatınca, çağdışı bir duruma düşmüş dünyanın gidişine ayak uyduramamıştır.

4. Osmanlı devlet adamlarının reformlardaki başarısızlık nedenleri arasında, Batı medeniyetinin ana unsurlarını gerektiği gibi kavrayamamak, bu değerler arasındaki bağı isabetle tayin edememek işe nereden nasıl başlanacağını bilememek, muhakkak ki etken olmuştur. Aslında onlar devleti kurtarmak isterken, “hep sınırlı bir alanda ve patrimonyal bir yapı içinde” yenileşmeyi düşünmüşler, haliyle imparatorluğun bütünlüğünü korumak ve çeşitli din ırk ve kültürlere sahip toplulukları bir arada tutabilmek gayret ve endişesiyle hareket etmişlerdir. Bu sebeple sistemli ve köklü tedbirler alamamışlar, ancak “hasta adamı” ayakta tutacak dozda geleneksel yapıyı bozmayan sınırlı bir yapılaşmanın yeterli olacağı görüşüyle hareket etmişlerdir. Bundan dolayı “yapılmak istenen yenileşme, daima çok geç ve çok az dozda olmuştur”. Her reformcu devlet adamı, genellikle kendi ölçüleri içinde Batıdan bir şeyler almaya gayret etmiş, fakat “alınanlar daima sınırlı olduğundan yapılanlar hep yetersiz kalmış, neyin ne kadar ve nasıl alınacağı, özellikle neyin alınıp neyin bırakılacağı” tartışması Atatürk’e kadar sürekli devam etmiştir. Bu arada yapılan yeniliklerle, toplumda zamanla bir kültür ve müssese ikileşmesi ve hatta çatışması ortaya çıkmıştır. Böylece ne eskiyi muhafaza ve ne de yenileri tam anlamıyla benimsemek mümkün olmamıştır.

5. Diğer taraftan Batının erişilmez gibi görünen ezici üstünlüğü, Türk insanının da güçsüzlük çaresizlik ve eziklik duyguları, devlet adamlarında da bir aşağılık kompleksi yaratarak, onların meseleye doğru teşhis koymalarını ve kendilerine güven duymalarını engellemiştir.

Netice olarak geleneksel sosyal ve siyasal yapıyı koruyarak, sınırlı alıntılarla, devlet ve toplum yapısını değiştirmenin ve devleti kurtarmanın mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. Atatürk, bu durumu 1924’te şöyle ifade eder: “Hayat ve yaşayışa hakim olan kanunların zamanla değişmesi, gelişmesi ve yenilenmesi zaruridir. Medeniyetin buluşları, tekniğin harikaları cihanı değişmeden değişmeye uğrattığı bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle geçmişe bağlılıkla, devletin varlığını korumak mümkün değildir.”
C. Atatürk’ün Çağdaşlaşma Metodu:

Atatürk, çağdaşlaşmada kısaca özetlenen eski denemelerin ve kendi gözlemlerinin ışığında değişik bir metot uygulamıştır. O’na göre, çağdaş medeniyetin ortağı olmak, bu medeniyeti yaratan unsurları ile beraber almakla mümkündür. Çünkü, daha önce askerlik millî eğitim başta olmak üzere çeşitli alanlarda yapılan sınırlı alıntılar, tek tek yapılan düzenlemeler patrimonyal yapı içinde yürütülmüş, devleti kurtaramadığı gibi, bir kültür ve müessese çatışmasına yol açmıştı. Dolayısıyla Atatürk, eskilerin ıslahatcı ve telifci metotlarına itibar etmemiştir. O’na göre, çağdaş dünyada “neyin ne kadar alınacağı” ve “bu alınmada sınırın ne olması gerektiği” tartışması hem yersiz ve hem de faydasızdır. Çağdaşlaşmanın tek bir yolu vardır, o da çağa damgasını vuran ve rakipsiz olan batı medeniyetini bilimi, kültürü, teknolojisi, hayata bakış tarzıyla almaktır. Bunu gerçekleştirmenin yolu bilim ve fenni rehber edinmekten geçmektedir.

Atatürk, Türkiye’nin iki yüzyıllık açığını kapatmak için adeta zamana karşı savaşır. Batı dünyasının yüzyıllar boyu elde ettiği birikimleri, yani Rönesans, Reform, Büyük Fransız İnkılâbı ve sanayî inkılâbının verilerini kısa bir zaman süreci içinde Türk toplumuna mal etmeyi hedef alan sistemli bir strateji uygular.

Atatürk’ün çağdaşlaşma atılımları, Batıya rağmen batılılaşma şeklinde kendinî gösterir. Atatürk’ün bu konulardaki ilham kaynağı nazari ilkeler veya doğmalar değildir. Türk çağdaşlaşması veya Atatürk Rönesansı diyebileceğimiz bu hareket tarihin derinliklerinden gelen sürecin hassas Türkiye jeopolitikliğinin zaruretleri, Türk toplumunun beklentileri ve ülkenin ihtiyaçları ışığında şekillenmiştir.

Bilim ve fennin rehberliğinde yürütülen inkılâplar, ancak laik bir ortamda gelişebilirdi. Dolayısıyla laiklik Atatürk çağdaşlaşmasının başarı anahtarı vazifesi görmektedir.

Atatürk’ün çağdaşlaşma atılımlarını yapabilmesi için ülkede barış ve huzurun sağlanması gerekli idi. Büyük önderin “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkeleri ile uygulanan akılcı politika bunu sağlamıştır.

Atatürk, çağdaşlaşmanın kuru bir Batı taklitçiliğine dönüşmemesi ve çağdaşlaşmanın millî değerlerle bezenmiş bir sentez haline gelmesi için ciddi tedbirler almıştır. Yeri geldiği zaman değinileceği gibi, çağdaşlaşma ile millî kimliğin belirginleşmesi, TǼrk kültürünün halk kaynağından kendi öz değerleriyle beslenip çağdaş medeniyet içinde yerini alması amaç edinilmiştir.

İnkılâp hareketleri, devlet eliyle yukarıdan aşağıya doğru yürütülmekle beraber, bunları halka benimsetmek, onların siyasî, sosyal ve kültürel hayata katılmalarını sağlamak için önlemler alınmıştır. Özellikle toplumun yarısını oluşturan kadınlara eşit haklar tanınmış, böylece nüfusun yarısının sosyal ve kültürel hayata aktif bir şekilde katılmaları hedeflenmiştir. Yukarıda belirtilen Atatürk’e has farklı bir metod ve yaklaşımla inkılâplar ele alınmış, zaman ve zeminin uygunluğu dikkate alınarak aşama aşama birbirlerini tamamlayacak şekilde sistemli ve kararlı olarak yürütülmüştür.



Bunların gerçekleşmesi çağdaşlaşma yolundaki engelleri ortadan kaldırmak, artık hayatiyetini kaybetmiş olan kurumların yerine çağın ihtiyaçlarını karşılayacak yeni kurumlar oluşturmakla mümkündü. Bunların en başında gelenler, rejimin hukukî mevzuatını yeniden düzenlemek, Tanzimat’tan beri sürüp giden kültür ikileşmesin önlemek, din ve devlet işlerini ayırmak suretiyle devleti laikleştirmek, Türk toplum hayatının çağdaşlaşmasını önleyecek engelleri kaldırmak gibi. Yüzyılların oluşturduğu bu ortamı değiştirmek için olağanüstü güçlüklerle mücadele etmek gerekiyordu. Ulu Önder, yurdu kurtarmanın verdiği emsalsiz itibar ve halkta uyandırdığı güven duygularından güç alarak bundan sonraki hayatını çağdaş Türkiye’nin yaratılmasına vakfetti313.

Türkiye’yi çağdaşlaştıracak inkılâpları gerçekleştirmek için, önce devletin siyasî ve hukukî yapısını değiştirmek ve inkılâpları etkili ve inançlı bir şekilde yürütecek siyasî teşkilât oluşturmak gerekiyordu.


II. Siyasî İnkılâplar.

Millî Mücadele her bakımdan tam bağımsızlığı elde etmek, vatan topraklarını kurtarmak amacına yöneliktir. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplandığı zaman, milletvekillerinin gayelerinden biri de padişah ve halifeyi yabancı esaretinden ve zararlı danışmanlarından kurtarmaktı. Milletvekillerinin önemli bir kısmı muhafazakâr eğilimliydi. Fakat hükümet şekli tespit edilirken, Mustafa Kemal’in dikkatli müdahaleleriyle, ülkenin kaderine Meclis’in el koyduğu, Meclis’in üstünde hiçbir gücün bulunmadığı, Meclis’in yasama ve yürütme güçlerini kendinde topladığı, hükümet teşkilinin zaruri olduğu, geçici kaydıyla bir hükümet başkanı seçmenin veya “padişah kaymakamı ihdas etmenin uygun olmadığı, Padişah ve Halifenin cebir ve ikrahtan azade olduğu zaman” Meclis’in düzenleneceği kanunî esaslar dairesinde vaziyet alacağı belirtilerek yeni bir hükümet oluşturulmuştu. Yeni devletin anayasası yazılırken, Mustafa Kemal’in devamlı sabırlı ve kararlı müdahaleleriyle, 20 Ocak 1921 tarihli anayasaya, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ve idare usulünün halkın kendi kaderini bizzat ve bilfiil idare etmesi usulüne dayandığı açıkça kaydedilmişti. Haliyle bu ifadelerin saltanatla bağdaşması mümkün değildi. Aslında bu hükümlerle tek dayanak yeri millî irade olan bir cumhuriyet rejimi kurulmuş oluyordu. Ancak “Nisabı Müzakere Kanununun” birinci maddesinde belirtildiği gibi TBMM üyelerinin önemli bir kısmı için bu geçici bir çözüm yoluydu314. Onlar için gerçek ve meşru otoriteyi İstanbul’da bulunan Padişahlık makamı ile onun görevlendirdiği hükümet temsil ediyordu. Aradaki görüş ayrılığını kaldırmak için çok ciddi güçlükler vardı. Gazi’nin en yakın Millî Mücadele arkadaşları arasında bir görüş birliği yoktu. Mesela Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet Paşa gibi şahsiyetler meşrutî bir yönetime taraftar görünmekteydiler.

Bütün aykırı şartlara rağmen, Gazi, düşündüklerini, gerçekçi ve titiz bir zamanlama üstadı kişiliği içinde elverişli zaman ve zemini kollamaktaydı. Daha önce gördüğümüz gibi, aranılan fırsatı itilâf devletleri İstanbul Hükümeti’ni 1922 Ekiminde barış konferansına davet etmekle vermişlerdi. Gazi, bu vesile ile 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmış, son padişah 17 Kasım’da bir İngiliz savaş gemisi ile koruyamadığı vatanını terk etmek zorunda kalmıştı.

Daha henüz barış yapılmamıştı. Gazi, şoku hafifletmek ve elverişli ortamı beklemek maksadıyla halifelik makamını bir süre daha muhafaza etmeyi uygun görmüştü. Esasen Meclis’in yapısı da başka türlü bir davranışa müsait görünmüyordu. Meclis’te bir kısım milletvekilleri halifenin dünyevi salâhiyetlerinin bu makamın ayrılmaz bir parçası olduğu tezini ileri sürmekteydiler. Akımın Mecliste oldukça güçlenmesi, barış anlaşması konusunda zorluklar çıkaracağı anlaşılması ve genellikle Meclis tartışmalarının çok sertleşmesi üzerine, Gazi, seçimin yenilenmesi kararının alınmasını sağladı (1 Nisan 1923). Meclis dağılmadan önce vatana ihanet yasasını değiştirdi, buna göre halihazır devlet şeklini her ne suretle olursa olsun karşı gelenlerin vatan haini sayılması kabul edilmiştir. Yapılan seçimlerde, “dokuz umde”yi program olarak benimseyen ve Gazi’yi destekleyen Müdaafaa-i Hukuk Grubu, muhalif “ İkinci Grubu” fiilen tasfiye etti. Hem İzmir ve hem de Ankara’dan milletvekili seçilen Gazi, 13 Ağustos 1923’de İkinci Dönem Meclis Başkanlığına seçildi. O bu Meclis’le düşündüğü yenilikleri gerçekleştirebilirdi. Bunun için siyasî bir kadro oluşturmak gerekliydi. Esasen Birinci Meclis döneminde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu oluşmuştu. Seçimlerden sonra Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti nüve olmak üzere, Halk Partisi kuruldu (9 Eylül 1923). Parti tüzüğüne esas olan fikirler şunlardı:

Halk Partisi Cemiyetler Kanununa göre oluşmuş siyasî bir cemiyettir. Gayesi millî egemenliğin gerçekleşmesine rehberlik etmek, Türkiye’yi tam manasıyla çağdaş bir devlet haline eriştirmektir. Halk Partisi bir ihtilâl komitesi değildir. Bir inkılâp partisidir. Partiden olanların gerçekten halkçı olmaları şarttır. Parti hiçbir fert, hiçbir cemaat için ayrıcalık tanımadığı gibi, kanun koyma ve uygulamadaki mutlak bağımsızlığını sınırlayıcı ve değiştirici gelenek ve teamüllerin meşruiyetini de tanımaz. Kanun karşısında herkes eşittir. Türk kültürünü kabul etmiş her fert, partiye girebilir”.315

Böylece Gazi’nin başkanlığında, güvenebileceği, disiplinli siyasî bir kadro oluştu. O düşündüğü yenilikleri artık bu kadro ile yönlendirecekti.


A. Ankara’nın Başkent Olması

Kesin barış sağlanmış, siyasî kadro oluşmuştu. Artık rejim meselesi çözüme bağlanmalıydı. Önce Başkent meselesi ele alındı. Zira İstanbul 2 Ekim 1923’te boşaltılmıştı. Eski başkente dönülmeyecek miydi? İş adamları, kordiplomatik bir kısım milletvekilleri ve memurlar hükümetin İstanbul’a taşınmasına taraftardılar. İstanbul ülkenin kültür ve ticaret merkeziydi. Coğrafî durumu, iklimi, tarihi geçmişi ile ülkenin gözbebeği durumundaydı.

Ankara’nın eksileri çoktu. Küçük tozlu, gelişmemiş her türlü konfordan yoksun bir şehirdi. Nüfusu 30.000 civarındaydı. İklimi sert ve kuraktı. Mevcut şartlar Ankara’nın aleyhineydi. İstanbul basını bu konuda kıyametleri koparmaktaydı. Ankara merkez olunca, hilâfet bir bakıma devletin dışına itilmiş olacaktı. Dolayısıyla İstanbul şiddetli bir hassasiyet içinde görünmekteydi.

Diğer taraftan yabancı misyonlar ikamete elverişli şartlar olmaması nedeniyle, Ankara’ya gelmek istemiyorlardı. Ancak Başkentin kalıcılığına inandıktan epey sonra orayı ister istemez benimseyeceklerdi.

İstanbul’dan başka bir merkez bahis konusu olunca, Eskişehir, Bursa ve Konya hatıra gelmekteydi.

Fakat Falih Rıfkı Atay’ın dediği gibi, “Ankara susuzdu. Ağaçsızdı. Kuru ve yabaniydi. Fakat Büyük Millet Meclisi orada kurulmuş, orada toplanmış, bütün savaş oradan idare edilmişti. Yeni idarenin milletlerarası edebiyatta adı Ankara Hükümetiydi.”

Esasen Gazi kararını vermişti. Yeni devletin başkenti Ankara olacaktı. Ankara, 27 Aralık 1919’da hiçbir resmî unvan ve sıfatı olmayan Mustafa Kemal’i coşkuyla bağrına basmıştı. Millî kıyafet giymiş seğmenlerle beraber bütün halk “ vatanı ve milleti düşmandan kurtarmak için hepimiz ölmeye hazırız, emrini bekliyoruz” diye haykırmışlardı. O günden sonra Ankara, Millî Mücadelenin merkezi olmuştu. Düşman istilâsı Ankara önlerinde durdurulmuştu, Millî Mücadeleyi yürütmekte Mustafa Kemal’in meşruiyet kaynağı olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da toplanmış ve yeni devletin yönetimini burada üstlenmişti.

Ankara kendiliğinden merkez haline gelmişti, İstanbul’a dönüş geçmişe, eskinin entrikalarla dolu ortamına düşmek demekti.

Diğer taraftan Ankara’nın coğrafi konumu da bir başka tercih sebebi olmuştur.

İsmet Paşa ve 14 arkadaşı 9 Ekim 1923’de verdikleri bir önerge ile Ankara’nın başkent olmasını teklif ettiler. Kanun teklifinin gerekçesinde özetle şöyle denilmekteydi: “ .... Antlaşma ile Boğazlar için kabul edilen hükümler, Yeni Türkiye’nin esas varlığını, ülkenin güç kaynaklarının gelişmesini, Anadolu’nun merkezinde kurmak lüzumunu göstermektedir. Ülkenin güvenliği Ankara’nın coğrafi ve stratejik durumu bunu gerektirmektedir.

Teklif 13 Ekim’de kanunlaşır. Ankara artık resmen Başkenttir316.


Yüklə 2,01 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   34




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin