Atatürk İlkeleri ve İnklap Tarihi


Sakarya Savaşının Sonuçları



Yüklə 2,15 Mb.
səhifə13/40
tarix29.10.2017
ölçüsü2,15 Mb.
#19570
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   40

Sakarya Savaşının Sonuçları

Bu büyük başarı hem iç hem de dış siyasette son derece önemli, yaşamsal gelişmelere yol açmıştır. Bu sonuçları kısaca gözden geçirmek gerektir:



İç Siyasetteki Sonuçlar

Sakarya Savaşı, bütün Ulusun, dahi Başkomutan'ın üstün önderliğinde kazandığı topyekün bir özverinin sağladığı başarı idi. Bu büyük zafer, Ulusun temsilcisi olan TBMM'nin saygınlığını çok artırdı. Şimdi herkes, TBMM ile kurulan düzenin sağlam ve kalıcı olduğunu, bu yolla yurdu tam anlamıyla kurtarmanın artık olanak içine girdiğini kabul ediyordu. TBMM'nin saygınlığı arttığı oranda, İstanbul Hükümeti'nin varlığı iyice tartışma konusu edilmeye başlandı. Ayrıca, bu savaşı yürütüp kazanan kadro siyasal bakımdan da büyük güç kazandı. Başkomutan ve arkadaşları erişilmez bir sevgi ve saygıya ulaştılar. Özellikle Mustafa Kemal Paşanın gösterdiği üstün yönetim gücü, kimsenin tartışamayacağı bir gerçekti. Bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi ,19 Eylül 1921 günü başkanına "Gazilik" sıfatını ve "Mareşallik" rütbesini verdi.


Yeni Devletin ve başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşanın otoritesi artık her yanda kabul ediliyordu. Anadolu'da devlet gücü kesin olarak kurulmuştu. Sakarya Savaşı öncesi iyice azalan ayaklanmalar, artık bir daha anımsanmayacak olaylar dizisi durumuna geldi. Bu zaferin elbette bazı olumsuz noktaları da vardı. Ulusun akıl almaz özverisi ile kazanılan Sakarya Savaşı zaten çok bozuk olan ekonomik durumu daha da kötüleştirdi. Fakat, biraz aşağıda da belirtileceği gibi, kazanılan saygınlık dışarıdan bir ölçüde destek gelmesine yardımcı oldu, bu da Ordu'nun gereksinimlerini gidermede çok yarar sağladı.

Dış Siyasetteki Sonuçlar

Bu zafer, TBMM Hükümeti'nin özellikle dış siyaset alanında çok önemli ve olumlu sonuçlara ulaşmasını sağladı. Her şeyden önce, o zamana kadar Anlaşma Devletleri arasında iyi-kötü sürdürülen dayanışma sona erdi. Fransa ile İtalya, İngiltere'den iyice koptular. Ayrıca İngiliz- Yunan işbirliği de iyice zayıfladı. Şimdi dış olayları biraz daha yakından görelim:



1921 yılı içinde Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan cumhuriyetleri Sovyetlerin nüfuzuna girerek birer sosyalist devlet olmuşlardı. Bu üç devletle iyi geçinmeye çalışılmakla birlikte arada bazı sorunlar çıkıyordu. İşte bu cumhuriyetler, Sovyet Rusya'nın aracılığı sonucunda 13 Ekim 1921'de TBMM Hükümeti ile "Kars Antlaşması"nı imzaladılar. Bu Antlaşma daha önce Sovyet Rusya ile yapılan Moskova Antlaşmasının bir tekrarı gibi idi. Her üç Kafkas cumhuriyeti de Moskova Antlaşmasını kendileri için de geçerli sayıyorlardı. Böylece Türkiye'nin Doğu sınırı tam anlamıyla güvenlik altına alındı.
Bu antlaşma Ermenistan ile olan ilişkilerimiz açısından ayrı bir önem kazanmaktadır. Gümrü Barışından sonra bir sosyalist cumhuriyeti haline gelen bu devlet, o barışı yeni durumuyla da aynen kabul etmekte ve daha da geniş kapsamlı olan Moskova Antlaşması içine girmektedir. Artık Ermeni sorunu her türlü duraklamaya son verecek derecede kesin olarak çözülmüştür.
Kars Antlaşmasından birkaç gün sonra Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması ise, Kurtuluş Savaşımızın dış siyaset alanında o güne kadar alınmış olan en önemli sonucudur. Daha 1919 yılı başlarında Güneydoğu Anadolu'da Fransızlara karşı çok önemli bir Kuvayı Milliye direnişinin görüldüğünü biliyorsunuz. Giderek bu direnme çok geniş boyutlara ulaşınca Fransızlar Güney Cephesindeki pek çok yerden çekilmek zorunda kalmışlardır. Öyle ki, yine bildiğiniz gibi, TBMM Hükümeti ile, geçici de olsa ilk ateşkes anlaşması Fransızlarla imzalandı. Zaman ilerledikçe Fransızlar Güneydoğu Anadolu ile Çukurova'da giriştikleri işgal eylemlerinin anlamsızlığını kavradılar. Ağır yitiklere malolan ve hiçbir yarar sağlamayan bu savaşı bitirmek gerekiyordu. Bu amaçla, daha Sakarya Savaşından önce, 1921 Haziran ayında Fransızlar Franklin Bouillon adlı bir diplomatlarını Ankara'ya gönderdiler. Fransız kamuoyu da Türk Kurtuluş Savaşını destekliyordu. Tam bu sıralarda başlayan büyük Yunan saldırısı Fransızları bir süre beklemeye zorladı. Sakarya Savaşının kazanılması üzerine Fransızlar artık TBMM'nin başarısına ve kalıcılığına inandıklarından hemen görüşmelere başladılar. Tahmin edeceğiniz gibi, İngilizlerin bütün direnmelerine rağmen 20 Ekim 1921'de TBMM Hükümeti ile Fransa arasında "Ankara Antlaşması" imzalandı.
Bu Antlaşma, Türkiye ile Fransa arasında savaşın bittiğini belgeliyordu. Hatay- İskenderun dışındaki bugünkü güney sınırımız, yani günümüzdeki Suriye sınırı, Fransızlarca kabul edildi. Bu sınırın kuzeyini Fransızlar boşaltacaklardı. Şimdilik sınır dışında kalan Hatay'da ise Fransızlar Türklerin her türlü haklarını tanıyacaklarını belirtiyorlardı. Bu Antlaşma ile Birinci Dünya Savaşı'ndan beri çarpıştığımız düşmanlardan biri, TBMM'nin kurduğu devletin varlığını tanıyarak Kurtuluş Mücadelemizden çekilmiştir. Anlaşma Devletleri arasındaki birlik de böylece çözülmüş oluyordu. Güneyde Fransızlara karşı açılan cephe de kapandığı için orada güvenlik sağlanmıştır. Şimdi bu eski cephedeki birlikler Batı'da, Yunanlılara karşı kullanılabilirdi.
Bildiğiniz gibi, Batı Anadolu'nun önemli bir bölümünü Yunanlıların ellerine geçirmesini İtalyanlar hiçbir zaman kabul etmemişlerdir. Şimdi, Sakarya zaferinden sonra, İtalyanlar da, kendilerine bırakılan Güney Ege ve Akdeniz bölgelerini ellerinde tutamayacaklarını anladılar. Daha önce de anlatmıştık: Girdikleri yerlerde, Yunanlılara kızdıkları için Kuvayı Milliye'ye üstü kapalı yardım eden, bu nedenle yörede düşmanca davranışları da pek görülmeyen İtalyanlar oralardaki varlıklarının anlamsız olduğunu kavradılar. 1921 yılı sonlarında İtalyanlar da işgal ettikleri bölgeleri kimseye haber bile vermeden sessiz sedasız boşaltmışlardı. İtalyanlar böylece hukuksal olarak değil; ama eylemsel olarak bizimle savaşı bitirmiş sayılırlardı. Fransa ile İtalya'nın bu tutumları, ordunun ihtiyaçlarının giderilmesinde önemli rol oynamıştır. Başta Rusya olmak üzere, çeşitli kaynaklardan sağlanan paralarla bu devletlerden malzeme satın almak olanak içine girmiştir.
Şimdi İngiltere ile Yunanistan yalnız kalmışlardı. Ayrıca, daha yukarıda da belirttiğimiz gibi İngiliz kamuoyunda Anadolu hareketine karşı bir sempati uyanmaya başlamıştı. İngilizler giderek, Yunanlıları desteklemenin kendilerine bir yarar sağlamadığını anlamışa benziyorlardı. Ancak İngiliz Hükümeti başladığı oyuna sonuna kadar devam etmekte bir ölçüde de olsa kararlıydı. Bu nedenle Yunanlıları siyasal açıdan desteklemeyi sürdürdüler ama gerçek yardımı ise iyice kısıtladılar. Bütün bu anlatılanlardan çıkan kısa sonuç şudur: Artık Yunanistan bundan sonra TBMM Hükümeti ve orduları ile yalnız başına kalmıştır. 1921 yılı sonlarına doğru, başlangıçta dört devletle süren savaş, şimdi bir Türk-Yunan çarpışması durumunu almıştır, Başkomutan, bu çok elverişli koşullardan gerektiği gibi ve zaman yitirmeden yararlanmak hazırlığına girişmiştir.

BÜYÜK TAARRUZ



Taarruz Öncesi ve Hazırlıklar

Sakarya Savaşının bitişinden kesin zaferin kazanılmasına kadar geçen bir yıla yakın süre (Kurtuluş Savaşımızın ulusal deyimlerinden biri olmuş bu sözcüklerdeki "taarruz"u, "saldırı" ile karşılamıyoruz. Bu büyük olay tarihe "Büyük Taarruz" adıyla geçmiştir. Bu tarihsel adı "Büyük Saldırı" biçimine sokmak güzel bir Türkçeleştirme sayılmaz.) içinde çok önemli olaylar biribirini izler. Şimdi sırasıyla bunlara bir göz atalım:



Yunan Ordusunun saldırma ve ilerleme gücünün büyük ölçüde yok edilmesiyle henüz yurdu kurtarma işi bitmiş değildi. Bu ordunun Anadolu içinden tamamen sökülüp atılması gerekiyordu. Bunun başarılabilmesi için de Türk Ordusunun güçlendirilmesi, saldırıya hazırlanması en önemli koşuldu. Sakarya Savaşı gibi çok ağır bir çarpışmadan çıkan ordu, saldırı işine derhal girişemezdi. İyi hesaplanılmadan ve hazırlanılmadan bu işe girişilirse, başarılı olamamak büyük bir ihtimaldi. Böyle bir sonuç ise binbir zahmet ve acı ile erişilen iyi durumun, elde edilen olanakların yok olması demekti. Bu nedenle Başkomutan ve çevresindeki çok deneyimli askeri kadro bütün açık kapıları kapamak, her bakımdan son derece üstün bir hazırlık yapmak zorunda idiler. Ama bu çok önemli olan noktayı bazı çevrelere kabul ettirmek kolay değildi.Gazi Mustafa Kemal Paşayı kişisel nedenlerle çekemeyenler veya Onun siyasetini hiçbir zaman doğru bulmamış olanlar TBMM'de ve dışarıda olumsuz bir tutum sürdürüyorlardı. Gazi Mustafa Kemal Paşa TBMM'yi oyalamakla suçlandırılıyordu. Askerlik sanatının gereklerini anlamayan bazı iyi niyetli kişiler de bu çevrelere katılıyorlardı.
Gazi Mustafa Kemal Paşanın Başkomutanlık süresi 31 Ekim 1921 ve 4 Şubat 1922 tarihlerinde iki kez uzatılmıştı. Bu süre içinde Başkomutan ve TBMM Hükümeti yoğun çalışmalar içindeydiler. TBMM, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Beyi (Tengirşenk) Avrupa'ya göndermişti. Avrupa'ya giderken İstanbul'dan geçen Yusuf Kemal Bey Osmanlı Hükümeti'nin bazı üyeleri ile görüşmeler yapmış, sonunda padişah Vahdettin tarafından da kabul edilmişti. TBMM'nin Dışişleri Bakanı Padişaha, temsilcisi olduğu hükümeti tanımasını tavsiye etmişti.
Yusuf Kemal Bey, böyle bir tavsiyeyi padişahın kabul etmeyeceğini bilerek yapmış ve onu köşeye sıkıştırmıştır. Padişah bu söze uysa idi, herşeyden önce kendi kişisel durumu düzelirdi. TBMM'yi tanıyınca o güne kadar yaptıkları unutulur, saygınlığı artırdı. Böyle bir karar belki Osmanlı Saltanatını bile kurtarabilirdi. Ama Vahdettin bu kadar uzak görüşlü bir kişi değildi. Bir Osmanlı Sultanına egemenlik haklarının kısıtlanmasını önermek bile düşünülemezdi. Hiçbir padişah, ulus iradesinin kendi iradesi yerine geçebileceğini kabul edemezdi. Bu nedenle, Vahdettin tavsiyeyi reddederek, kamuoyu önünde saygınlığını iyice yitirmiştir. Başkomutan, büyük bir Türk saldırısı karşısında Anlaşma Devletlerinin ne gibi bir tavır takınacaklarını anlamak istiyordu. Dışişleri Bakanını bunun için Avrupa'ya göndermişti. Yusuf Kemal Bey özellikle Londra ve Paris'te görüşmelerde bulundu. TBMM'nin tutumu batılı devletlere anlatıldı. Bu olaylar sırasında, 22 Mart 1922'de Anlaşma Devletleri, Türk ve Yunan Hükümetlerine ateşkes önerdiler. Bu öneriye göre, barış sağlanıncaya kadar iki taraf da ordusunu güçlendirmeyecek, bunun denetimi de Anlaşma Devletlerinin iki orduda bulunduracağı temsilciler aracılığı ile sağlanacaktı.
Bu öneriyi Yunan Hükümeti'nin derhal kabul etmesi, TBMM Ordularını bir saldırı hazırlığından alıkoymak amacının benimsendiğini göstermektedir. Gazi Mustafa Kemal Paşa dünya kamuoyunda saygınlık yitirmemek için ilke olarak ateşkes önerisini kabul ettiğini bildirdi. Ama bunun için Yunanlıların Anadolu'yu boşaltmaları gerekti, Ayrıca ordumuzda yabancı denetçilerin bulunması da mümkün değildi. Bu cevap karşı tarafa bildirilmek üzere iken 26 Mart 1922'de Anlaşma Devletlerinin bu kez "Barış Esaslarını" içeren bir öneri geldi. Anadolu'daki kurtuluş hareketinin dayanağı olan düşünce ve ülküyü kavrayamamış olan Anlaşma Devletleri bir barış için şu koşulları öneriyorlardı: Doğu'da, Uluslar Kurumu gözetiminde bir Ermeni Yurdu kurulacak; Doğu Trakya'da Tekirdağ Türklere, Edirne Yunanlılara bırakılacak; İzmir Türklere geri verilecek, ama oradaki Rumlar yörenin yönetiminde söz sahibi olacaklar; Türk Ordusunun asker mevcudu 85 bin kişiye çıkartılabilecek; kapitülasyonlar üzerinde pazarlık yapılabilecek.
Bu öneri Sevr Barışının biraz değiştirilmiş biçiminden başka bir şey değildi. Anlaşma Devletleri Türk halkı üzerinde "barış baskısı" yapmak ve TBMM'yi "savaşçı" tutumundan uzaklaştırmak istiyorlardı. TBMM Hükümeti, yine de "barış istemeyen taraf" durumuna düşmemek için her alanda görüşmelere hazır olduğunu, bu konuda örneğin İzmit'te bir konferans toplanırsa barış için gereken tartışmalara girebileceğini bildirdi. Ama bu cevap kabul edilmedi. Fakat böylece Anlaşma Devletlerinin oyunu da bozulmuş oluyordu.
1922 yılının ilkbaharına gelinmişti. TBMM saldırının bir an önce yapılması için Başkomutan üzerinde iyice baskı kurmaya başlamıştı. Halbuki kış mevsimi süresince ordumuz tam anlamıyla hazırlanabilmiş değildi. Anadolu'nun bugünkü ulaşım olanaklarının belki yüzde biri bile o zamanlar yoktu. Bu koşullar altında ordunun toparlanması uzun zaman alıyordu. Ama bunu Gazi Mustafa Kemal Paşaya karşı olanlara anlatmak mümkün değildi. Bu arada Başkomutan'ın üç aylık süresi yine sona ermişti. 5 Mayısta yapılan görüşmeler sonuda TBMM süreyi uzatmadı. Rahatsızlığı nedeniyle o gün Meclis'e gelemeyen Gazi'nin toplantıda bulunmamasından yararlanan muhalifler, bu isteklerini Meclise kabul ettirebilmişlerdi.
Şimdi bu kararın olumsuz yanlarını irdeleyelim: Ordunun var gücü ile ve büyük bir gizlilik içinde saldırı hazırlığı yaptığı sırada başsız kalması savaş içinde bulunan bir ülke için dehşet verici bir olaydır. Karşıdaki düşmanın işini kolaylaştırmak, ordumuzun durumunu sarsmak için bundan daha etkili bir yol bulunamazdı. Neden? Şu sebepler dolayısı ile:

TBMM eğer yeni bir başkomutan seçmez ise yetkileri çok az olan Genelkurmay Başkanı işleri yürütmeye çalışacak, böylece saldırı hazırlıklarının hızı düşecek ve düzeni aksayacaktı. Yeni bir başkomutan seçilirse, durum daha da karışırdı. Çünkü Gazi Mustafa Kemal Paşanın yerini kimse dolduramazdı. Askerlerin de O'nun yerine başkomutan seçilecek kişiyi ciddiye almaları beklenemezdi. Ayrıca o güne kadar bütün işler Gazi tarafından yürütüldüğü için, yeni başkomutan uzun bir süre bocalayacaktı. Bu da sadece düşmanın işine yarayacak bir durum oluştururdu.


TBMM'nin her bakımdan tutarsız olan bu kararını Gazi Mustafa Kemal Paşa kabul edememiştir. Ertesi gün Meclis'e gelerek uzun bir konuşma yapmış ve şu sözleri söylemişti: "Düşmanın karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bu nedenle (başkomutanlığı) bırakmadım, bırakmam ve bırakmayacağım".

Kendi eseri olan TBMM'nin her kararına içten saygılı olan bu büyük dahi, Başkomutanlığın boşalması ile doğacak korkunç tehlikeyi gördüğü için ilk -ve son- kez Meclis iradesine karşı çıkmıştır. Aksi durumda, yukarıda saydığımız sakıncalar hemen baş gösterecek, akıl almaz özverilerle ulaşılan olumlu durum bir an içinde yok olup gidecekti. Gazi Mustafa Kemal Paşanın bu uzun konuşması sonunda ikna olan milletvekilleri Başkomutanlık süresini yine üç ay uzattılar. Yapılan hata çok büyük olduğundan, yeniden süre uzatılması günü geldiği vakit TBMM, 20 Temmuzda, Başkomutan'ın görev süresini - kendisi istemediği halde- zamanla sınırlamadan uzattı. Bu karar ile Gazi Mustafa Kemal Paşa, cumhurbaşkanı seçileceği 29 Ekim 1923 tarihine kadar Başkomutanlık görevini yürütmüştür. Bütün bu olaylar sırasında ordumuzun saldırı hazırlıkları dikkatli, titiz ve gizli bir biçimde yürütülüyordu. Ankara'daki siyasal çekişmeler Başkomutan'ın işini bir ölçüde kolaylaştırıyordu.


Düşmanın haber alma örgütleri Ankara'daki bu gelişmeleri, Türklerin saldırı yapabilecek bir moral gücü içinde bulunmadığı izlenimini veriyordu ki, bu elbette onları rahatlatıyor ve karşı önlemler alma yolunda tembelliğe itiyordu. Batı Cephesine kapanmış diğer cephelerden yapılan birlik kaydırmaları, geceleri gerçekleştiriliyordu. Düşmana en küçük bir kuşku vermemek için gizliliğe büyük özen gösteriliyordu. Ordunun saldırıya hazır olduğuna karar verilince, 26 Ağustos sabahı Büyük Taarruzun başlaması, Başkomutan tarafından gizli bir buyrukla yetkililere bildirildi.

Büyük Taarruz

Gemlik Körfezinden Çivril dolaylarına kadar uzanan 700 kilometrelik Yunan Cephesinde asıl büyük kuvvetler Eskişehir-Afyon- Kütahya Bölgesinde bulunuyordu. Düşman güçlerinin o bölgedeki birlikleri ani bir saldırı ile yok edilirse, Yunan Ordusu çökerdi. Bu nedenle 26 Ağustos sabahı baskın biçiminde başlayan Büyük Taarruzda ağırlık noktası o bölüme verildi. Ama cephenin diğer yanları da başıboş bırakılmadı. 26 Ağustos akşamına kadar düşmanın bir yıldan beri büyük bir etkinlikle berkittiği (tahkim ettiği) yerlere askerlerimiz girmişti. Yunan birlikleri hızla çekilmek zorunda kaldılar. Ama çekilme yönleri birliklerimiz tarafından tutuldu. Yunan Ordusu'nun en büyük bir bölümü böylece 29 Ağustos akşamına kadar Aslıhanlar-Dumlupınar Bölgesinde kuşatıldı. 30 Ağustos günü doğrudan doğruya Başkomutan tarafından yönetilen bir büyük meydan savaşı sonunda Yunan Ordusunun asıl güçleri yok edildi.


30 Ağustos günü yapılan bu büyük savaş, onu yönetenin adıyla anılır:

"Başkumandan Muharebesi". 31 Ağustos günü düşmanın artık karmakarışık bir biçimde geri çekildiğini anlayan Başkomutan, bu birliklerin aman verilmeden izlenmesini buyurdu ve şu ünlü emri verdi: "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri." Bu emir üzerine düşman cephenin her yerinden hızla kovalanmaya başlandı. Bu hıza ihtiyaç vardı. Düşmanı çekilmekten bile alıkoymak gerekiyordu. Çünkü Yunanlılar kaçarken, geçtikleri bütün yerleşme bölgelerini (Çoğu kez "Başkumandanlık Meydan Muharebesi" biçimde anılmaktadır bu büyük savaş. Türkçe açısından yanlıştır. Savaşı "başkomutan" yönetir. Başkumandanlık ise bir makam adıdır ve elbette bir savaş yürütemez. Nitekim bütün askeri eserlerde bu büyük olay "Başkumandan Muharebesi" adıyla nitelenmektedir.) yakıyorlar, önlerine çıkan suçsuz zaval ı Türkleri, kadın, erkek, yaşlı, çocuk demeden insafsızca öldürüyorlardı. Türk Ordusunun müthiş hızı karşısında binlerce Yunanlı teslim olurken, kaçabilenler bu dehşet verici eylemlerini sürdürüyorlardı. Sonunda 9 Eylülde İzmir, 11 Eylülde ise Bursa kurtarıldı. Yunan Donanmasının Ege'deki çabaları da hiçbir sonuç vermedi. 18 Eylülde Anadolu'da bir Yunan eri bile kalmamıştı. Büyük Taarruz akıllara durgunluk verecek bir hızla ve çok üstün bir başarı ile sonuçlandı.


Ama savaş henüz bitmemişti. Çünkü İzmit ve Çanakkale bölgelerinde Boğazları koruyan güçlü İngiliz birlikleri vardı. İstanbul Anlaşma Devletlerinin işgali altında idi. Doğu Trakya ise Yunanlıların elindeydi. Şimdi sıra yurdun bu parçalarının kurtarılmasına gelmişti. Savaş yeni bir aşamaya geçmişti. Buralar nasıl kurtarılmalı ve barışa hangi yöntemle gidilmeliydi? Şimdi sıra bu önemli konuların bundan sonraki ünitemizde anlatılmasına gelmiştir.

Kurtuluş Savaşı'nın Bitişi (Mudanya Ateşkes Antlaşması / Saltanatın Kaldırılması / Lozan Antlaşması) -11

GİRİŞ

Yunanlıların Anadolu'dan çıkartılmaları çok önemli bir başarı idi. Ama, Büyük Taarruz'un böylesine çabuk ve etkin biçimde sonuçlanması, Kurtuluş Savaşının bitmesi anlamına gelmiyordu.



Savaşların Bitişleri

Tarihte barıştan çok savaş dönemleri yaşanmıştır. Bir savaşın çıktıktan sonra ne zaman biteceği bilinmez. Öyle savaşlar görülmüştür ki, bunlar yıllar boyu sürmüşlerdir. Hatta bir yüzyılı bulan savaşlar gözlenmiştir. Avrupa'da, Fransız tahtına geçme mücadelesi nedeniyle, İngiltere ile Fransa arasında çıkan ve zaman zaman başka Avrupa devletlerinin de katıldığı "yüz yıl savaşları" ilginç bir örnektir. 1337-1433 yılları arasında süren, ama sona ermesi daha da uzayan bu savaşın taraflar için ne büyük felaketlere ve dramlara yol açtığını düşünebiliyor musunuz? Yine çok daha kanlı ve vahşi, Batı ve Orta Avrupa'nın uzun bir dönem belini doğrultamaması sonucunu veren otuz yıl savaşları nasıl unutulabilir? Yeni çıkan Protestan mezhebinin yayılması nedeniyle çıkan ve bugünkü uygar denilen Avrupa ülkelerini bir vahşet fırtınası gibi silip süpüren bu savaşlar 1618-1648 yılları arasını kapsar; tam olarak sona ermesi birkaç yıl daha uzamıştır.


Savaşlar, hangi nedenlerle çıkarsa çıksınlar, ne kadar uzun sürerse sürsünler, günün birinde sona ererler. Unutmayınız ki, savaşın amacı "yenmektir". Haklı veya haksız olan tarafın ulaşmak istediği asıl hedef budur. Yenme işini hangi taraf başarabilir de karşısındakileri artık "savaşamaz" duruma getirirse, o taraf kazanmıştır. Bu noktaya gelinmesi için, ya savaşan yanlardan birinin artık bu işi yürütemeyeceğini, takatinin tükendiğini karşı tarafa bildirmesi, ya da araya -yine kendi çıkarları gereği- giren başka devletlerin yardımı ile savaşı bitirmesi gerektir. Bu söylenilenlerden çıkarılması gerekli sonuç: savaş, insanlık tarihinin en önemli olayıdır. Ama yüz yıl da sürse, bir savaş sona erer.
"Savaşın sona ermesi", tarafların "bir daha savaşmama" isteklerini dile getiren "Barış Antlaşmaları" ile sağlanır. Şimdi, öyle barış antlaşmaları vardır ki, yenen tarafların ezici üstünlüğü ve yenilenlerin kılını kıpırdatamaz bir duruma getirmesi nedeniyle onlara "zorla" kabul ettirilir. Bu gibi barış antlaşmaları taraflardan özelikle "yenilenleri" bir daha savaşmamak isteğinden ne derece uzaklaştırabilir? Evet, yenilen taraf belki savaşı başlatmıştır; ama sonunda karşı taraf öylesine haksız istekleri kabul ettirmiştir ki, yenilen, içten içe bu adaletsizliği günün birinde sona erdirmek hıncını sürdürür.

Birinci Dünya Savaşının Bitişi

Birinci Dünya Savaşı, 19. yüzyılın son çeyreğinde birleşen ve çok büyük bir güç olarak dünyanın o güne kadar kurulu dengesini değiştiren Almanya'nın yol açtığı mühim ekonomik ve siyasal çalkantılardan çıktı. Ama savaşın kıvılcımını ateşleyenler Almanlar değildir. Balkan sorunları üzerinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Rusya Çarlığının çıkarlarının çatışması sonucunda çıkan bir olay savaşın kıvılcımıdır. Ama kısa bir süre sonra, bu iki devlet arasındaki silahlı çatışmaya başkaları da katılmış, dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı başlamıştır. Bu savaşta Almanya'nın başını çektiği Bağlaşma (İttifak) Devletleri Grubu ile İngiltere ile Fransa'nın önderlik ettiği Anlaşma (İtilaf) Devletleri Grubu çarpıştılar. Elbette her iki grup da savaşı kazanmak istemiştir. Ama koşullar, daha çarpışmalar Avrupa yüzeyine yayılırken Bağlaşma Grubunun yararına değildi. Örneğin Mustafa Kemal Bey, Sofya'da Askeri Ateşe iken savaşın çıktığı haberini alınca, bu büyük boğazlaşmayı Almanya Grubunun kazanmasının mümkün bulunmadığını söylemişti. Bunun sebebi açıktı: İngilizler dünya denizlerine egemendiler; bitip tükenmez doğal kaynakları vardı. Yanlarındaki Fransa da oldukça geniş bir denizaşırı güce sahipti. Almanlar ise Avrupa'nın ortasına sıkışmışlardı. Gerçi görkemli bir donanma kurmuşlardı; ama İngilizler gibi dünyanın dört bir yanına hükmedemiyorlardı. Avusturya-Macaristan ise göreceli olarak güçlü ise de bağrında taşıdığı çeşitli uluslar, jeopolitik konumunun uygunsuzluğu, denizlere açılma şansının olmaması nedenleriyle Almanya'ya çok büyük bir destek veremiyordu. Bu İmparatorluk olsa olsa Doğu ve Güneydoğu Avrupa'yı bir ölçüde güvenlik altında tutabilirdi. Osmanlı Devleti'nin durumunu ise zaten biliyorsunuz. Alman sanayisinin yardımı olmadan bu devletin savaşı sürdürmesi imkansızdı. Osmanlıların Almanlara tek yararı, cepheleri genişleterek İngiliz güçlerini bölmesi olmuş; ama bu sadece iki yıl kadar sürebilmiştir. Savaşa Almanya yanında en son katılan Bulgaristan ise Osmanlı Devleti ile güçlü bağlaşıkları arasındaki yolu açık tutabilmesi açısından önemliydi. Almanya ve yandaşları açısından böylesine uygunsuz koşullar altında dört yıl süren Birinci Dünya Savaşı, hele Amerika Birleşik Devletleri'nin de Anlaşma Grubu yanına katılmasıyla kesin sonucunu belli etmişti. 1918 yılının bitmesine doğru her savaşın geçirdiği süreç bu amansız çarpışmalar için de sona erdi: Yenilen taraflar barış istediler. Ateşkes ve ardından gelen barışlar. Bildiğiniz gibi en son barış Osmanlı Devleti ile 10 Ağustos 1920'de imzalandı. Diğer yeniklerle imzalanan ve ağır koşullar içeren barış antlaşmaları, son derece başarılı bir işlerlik içinde olmasa bile, uygulanmıştı. Ama Osmanlılarla imzalanan Sevr barışı uygulanamadı. Zira savaşların bazı toplumsal yasaları, Türkler için işleyememişti.


Bu bahsin başında belirttiğimiz gibi, her savaş biter. Bitme, bir tarafın yenilgiyi kabullenmesi veya iki tarafın da çarpışmalara son vermek istemeleriyle olur. Her iki durumda ilkönce, niteliğini daha önce öğrendiğiniz bir ateşkes anlaşması imzalanır. O süre içinde çarpışmalar durur ve barış görüşmeleri başlar. Görüşmeler, eğer bir taraf tam anlamıyla yenilmişse genellikle tek yanlı bir antlaşma ile biter. Bu antlaşma elbette yenenlerin çıkarına pek çok hüküm içerir.Yenilenler bu hükümleri uygulamayı yükümlenmişlerdir. Artık, kendilerine ne kadar zor gelirse gelsin bu işi yapacaklardır. Aksi takdirde, yenenler daha ağır sonuçlar getirebilecek yeni eylemlere girişebilirler. Eğer savaş her iki yanın eşit durumda kalması sonucu, kaşılıklı istekle sona ererse, bu takdirde imzalanacak barış antlaşmaları daha ılımlı olur. Ama, birinci durum tarihte çok daha fazla göze çarpmıştır.
Türkler Birinci Dünya Savaşını yitirdiklerini anlayınca, Anlaşma Devletlerinden barış istediler. Bildiğiniz gibi bu isteği yerine getirmenin ilk aşaması bir ateşkes anlaşması ile başlıyordu. Osmanlı Hükümeti 30 Ekim 1918'de Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşmanın gereklerini yerine getirmeye çalışırken, bir yandan da barış görüşmelerine hazırlanmak istiyordu. Ama, bildiğiniz nedenlerle, ateşkesi tam anlamıyla uygulamak imkanı olmadı. Zira Anlaşma Devletlerinin isteği normal bir savaş bitişi değil, bir ulusu hemen hemen yaşayamaz bir duruma getirmekti. Bunun üzerine direnlemeler başladı. Ankara'da TBMM açıldı ve Osmanlı Devleti'nin yanında yeni bir başka Türk Devleti kuruldu. 10 Ağustos 1920'de Anlaşma Devletleri Osmanlı Hükümeti ile Sevr Barışını imzaladılar. Ama bu barış, Birinci Dünya Savaşını bitiren ve yine ağır koşullar içeren diğer antlaşmaların tersine uygulanamadı. Evet, örneğin Almanların imzadığı Versailles (Versay) Barışı da gururlu ve büyük Alman ulusu için oldukça aşağılayıcı hükümler içeriyordu. Ama bu antlaşma uygulandı. Uygulanınca da Almanya çok büyük bunalımların içine sürüklendi.
Türkler ise savaşı sürdürdüler. Başka bir deyişle, 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti açısından bitmiş; ama "Türkler" açısından sona ermemişti. TBMM Hükümeti, Birinci Dünya Savaşı'ndaki taraflarla yine çarpışma içindeydi. Osmanlı Devleti, Çanakkale dışında, Birinci Dünya Savaşında Fransızlarla çarpışmamıştı. TBMM Hükümeti ise Güneydoğu Anadolu'da Fransızlarla çarpışıyordu. 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşması imzalanıncaya kadar Fransızlarla savaş sürmüştür. TBMM Orduları gerçi, İngilizlerle çatışma içine girmediler. Halbuki Birinci Dünya Savaşı sırasında, hele Rusya savaştan çekildikten sonra en fazla İngilizlerle çarpışılmıştı. TBMM Hükümeti ise bir yandan Anlaşma Devletlerinin kışkırttığı Ermenilerle savaşmış, öte yandan da Batı Cephesinde, yine Birinci Dünya Savaşına Anlaşma Devletleri yanında katılan Yunanistan ile ağır bir boğuşmaya girmiştir. İngilizler ise Yunanlıları kışkırtan ve diğer Anlaşma Devletleri ile birlikte Boğazları ve İstanbul'u işgal altında bulunduran devlet olarak yine savaşın içindeydiler.

Yüklə 2,15 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   40




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin